15 Mart 2025 Cumartesi

Kefaret Orucu

Bir zamanlar sakız çiğnemek orucu bozar mı soruları geride kaldı. Şimdi öğrenciler, "Bile bile orucu bozarsak 61 gerekir mi" diye soru soruyor, hem de birçok öğrenci birden.

Bu yazımda bile bile oruç bozmanın kefaret gerekip gerekmediğini ele almak istiyorum.

İlmihal kitaplarımızda orucu bile bile bozmanın cezası olarak "İki ay peşi sıra oruç tutmak ve bozduğumuz gün kadar oruç gerekir" yazılı.

Halkımız da böyle biliyor. Daha doğrusu 61 gün oruç tutmak gerekir şeklinde.

Bile bile oruç bozmanın cezası bir defa 61 gün değildir. Oruç bozan biri hangi ayda oruç tutacaksa, o aylar hicri takvime göre kaç çekiyorsa, o kadar ve bozduğu gün kadar tutulmalıdır. 61 galatı meşhur olmuştur.

Kefaret orucuna başlayan kişi o ayın ve takip eden ayın kaç çektiğine bakar. Diyelim ki bu aylar 29+29 çeksin. Bu durumda 58+1= 59 gün oruç tutması gerekir. Bu aylar 30+30 çekerse, 60+1 olmak üzere 61 gün tutacaktır. Kişi birden fazla oruç bozmuşsa, mesela 5 gün oruç bozdu diyelim. Bu durumda 30+30+5 olmak üzere 65 gün oruç tutmalı. İki ayı hiç ara vermeden arka arkaya tutmalı. Bozduğu günleri diğer günlerde ayrı ayrı tutabilir.

Bu anlattığım ilmihallerde yazan kefaret orucunun açıklamasıdır.

Bu kefaret orucu yani bile bile oruç bozmanın cezası Kur'an-ı Kerim'de yazmıyor. Zıhar ayetindeki kefaret orucu bile bile oruç tutmaya kıyas yapılmıştır fıkıhçılar tarafından.

Katılır veya katılmazsınız, ben bu kefaret cezasını çok ağır buluyorum. Bile bile oruç bozmanın cezasının bu derece ağır olmaması gerektiğini düşünüyorum. Fıkıhçıların, insanımız orucunu bozmasın diye böyle bir kıyası tercih ettiklerini zannediyorum.

İyi niyetle ve insanımızı sakındırma amacıyla böyle bir ceza takdir edilse de insan psikolojisini göz ardı eden bir fetva olarak görüyorum. Bir gün orucunu tutamayan bir kimseye peşi sıra iki ay oruç tutturmaya çalışmanın uygulanabilirliği çok zordur. Bunu çok az insan yerine getirebilir. Öyle ya bir gün oruç tutmada zorlanan ve orucu bozan insandan iki ay oruç tutmasını beklemek insana gününü göstermek demektir.

Bir diğer husus, bir şeyin cezası misliyle olmalıdır. Kısasta bile durum böyledir. Cana can, dişe diş dedikleri ne eksik ne fazla, misliyle demektir. Bir kişi bile bile orucunu bozarsa bozduğu gün kadar yani güne gün oruç tutmalıdır. Doğrusu da budur.

Bir diğer husus, yine ilmihal kitaplarında yazdığına göre niyetlenmeyip oruç tutmayan kimse için güne gün oruç tutar denilirken, niyetlenip ardından oruç bozana iki ay ceza bana göre bir çelişkidir. Biri belki de keyfi olarak oruca niyetlenmiyor, diğeri tutacağım deyip iyi niyet gösteriyor ve oruca başlıyor. Nefsine ağır geldiği için dayanamayıp bozuyor. Bence oruca niyetlenen, iyi niyetli ama sözünde duramamış ve bozmuş. Bu iyi niyetin cezası 60 kat ceza olmamalı. Eğer kat kat ceza verilecekse niyetlenmeyen kişi için düşünülmelidir.

Burada, bile bile niyetlenmeyen iki ay tutmalı demiyorum. Çünkü bu da güne gün tutar. Sadece iyi niyet gösterene takdir edilen cezaya dikkat çekmek için böyle dedim. Mantık da böyle olmalıdır. 

Sözün özü, cezalar anlaşılabilir olmalı, orantılı olmalı, kat be kat ceza olmamalı. Niyetlenen de niyetlenmeyen de güne gün oruç tutmalı. Kısaca insafı elden bırakmayalım. İnsanımıza hayatı zorlaştırmayalım, kolaylaştıralım demek istiyorum.

Not: Kendimi fetva vermeye haiz görmüyorum. Sadece bu konudaki görüşümü açıkladım. 

Öğrenciye Ramazan Kolaylığı Niçin Düşünülmez? *

Günlük mesaiye veya okula gidecek çoğu oruçlu insan uyku problemi ile karşı karşıya. Çünkü sahur uykuyu bölüyor.

Sahura kalksa bir problem, kalkmasa ayrı bir problem.

Uyku problemimi en fazla öğrencilerde gözlemliyorum.

Haftanın diğer günleri işyerlerinde meslek öğrenen öğrenciler, haftada bir okula geldikleri zaman uykuyu alamadıkları gözlerinden okunuyor.

Çalıştığı işin durumuna göre gece de çalışan bu öğrenciler, sabahın alaca karanlığında evden çıkıp okula geldikleri zaman, başlarını sıraya koyup hemen uykuya dalıyorlar. Belli ki uykularını alamıyorlar.

Hele bazıları kafayı sıraya koyar koymaz horlamaya başlıyor.

Bırakıversen akşama kadar uyuyacaklar. Belli ki okul onlar için dinlenme yeri.

Oruçlu olduklarından, ihtiyaç gidermek için teneffüse de çıkmıyorlar. Sınıf ortamında dura dura uykuları geliyor. Ayrıca aç acına on saat ders işlemek çok zor geliyor. Hele oruçta hiç çekilmiyor.

Liseli bu çocukların durumuna üzülmemek elde değil. Çünkü yemeden ve içmeden kesilerek uykusuz bir şekilde on saat ders görmek hiç kolay değil.

Acaba böylesi ortamlarda bu öğrenciler için bir kolaylık sağlanamaz mı? İstenirse sağlanır. Çünkü bildiğim kadarıyla çoğu kurum, çalışanlarına ramazan dolayısıyla mesaide esneklik sağlıyor. Mesela saat üçte çalışanlarını evlerine gönderiyorlar. Büyük insanlara sağlanan bu kolaylık ve gösterilen bu esneklik pekala öğrenciler için de düşünülebilir.

Nasıl bir kolaylık sağlanabilir?

Pekala ders saatleri kırk dakikadan otuz dakikaya indirilebilir. Öğle arası 40 dakikadan yarım saate düşürülebilir.

Dersler yarım saat işlenince, öğle arası da kısaltılınca, öğrenci 110 dakika önce evine gitmiş olur.

Sabah 08.00'de derse başlayan öğrenci, normal zamanlarda 16.15'te okuldan çıkarken, ders saatlerini kısaltmak suretiyle okuldan 14.25'de çıkmış olur. Evine erken giden öğrenci de iftara kadar uzun oturarak dinlenmiş ve yarım kalan uykusunu tamamlamış olur.

Sahi, yetkililerimiz ramazan ayına mahsus bu kolaylığı öğrenciler için niçin düşünüp planlayıp uygulamaya koymaz?

Büyük çalışanlara çoğu kurumların sağladığı esnek mesai öğrencilerden niçin esirgenir?

Eğer bir kolaylık sağlanacaksa öncelik büyüklerden ziyade küçüklere olmalıdır.

*19.03.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

14 Mart 2025 Cuma

Pide Kuyruğunda Bir Beyefendi *

Bugün hem yürüyüş yapayım hem de Konya'nın en meşhur fırınından pide alayım diye evden çıktım.

Yolu yarıladım. Vakit daralıyor. Şimdi ta o fırına kim gidecek diye vazgeçip geri döndüm. Çünkü hem mesafe uzun hem de pide kuyruğu varsa iftara yetişmek zordu benim için.

İyi de her zamanki pide aldığım fırından da uzaklaşmıştım.

Sonra her ne ise meşhur fırına gideyim. İftara yetişirim ya da yetişemem. Bahtıma artık deyip tekrar geri döndüm.

Fırını ileriden görünce fırının önünde pek kimse yoktu. İyi ya pek beklemeyeceğim dedim.

Fırına yaklaştıkça her zamanki sıranın fırına paralel olduğunu gördüm. Üstelik upuzun bir sıraydı.

Sıraya geçeyim mi, geçmeyeyim mi diye düşündüm. Çünkü benden sonra kim gelecekti pide almaya?

Yine de sıranın en arkasına durdum. İyi ki durmuşum. Benden sonra 8-10 kişi daha sıraya girdi.

Sıranın ilerleyişini bir süzdüm. Fena değildi ilerleme.

Önümdeki, “kontağı arabadan alıp geleyim” dedi. Elbette dedim. Belli ki sıra beklemem. Ekmeğimi alırım diye arabasını yan tarafa koymuş. Kontağı almaya ve arabayı kilitlemeye gerek görmemiş.

Önümdeki, arabasından kontağı alıp gelirken benden 10 kişinin önünde bir tanıdığı ona seslendi. Selamlaştılar. "Neredesin" dedi. "Şuradayım" diye beni gösterdi. "Kaç pide alacaksın. Ben alayım" dedi. "Olmaz. Sıramı beklerim" deyip önüme durdu.

İnsanımızın görmeye pek alışık olmadığım bu davranışı hoşuma gitti. Hem benden izin aldı hem de daha fazla sıra beklememek için önde bir tanıdığının teklifi olmasına rağmen bunu kabul etmeyip sırasını beklemesi, normalde olması gereken bir davranış olmasına rağmen genelde bu tür yerlerde işimizi çıkarma yoluna gittiğimiz için beyefendinin tavrı istenen ve özlenen bir davranıştı.

Pide sırasında gördüğüm bu davranış çok basit bir davranış aslında. Yalnız öyle insanlar görürüm ki öndeki tanıdığının yanına giderek ona pidesini aldırmış ve sıra beklememiştir.

Helal olsun insanımıza. Bu güzel ve şık davranışın hayatın her alanında özellikle trafikte de olmasını diliyorum. Çünkü özellikle iftar saati evine yetişmek için kavşaklarda çoğu sürücünün ölümüne araç sürdüğü, göz açıklığı yapıp başkasının önüne geçtiği, barut fıçısı olduğu, çoğu zaman kazaya sebebiyet verdiği, hatta kaldırıma çıkarak sıra bekleyenlerin önüne geçtiği bir vakıa.

Fırında pide sırası bekleyen bu insanımızın güzel davranışına değinmişken yaya geçitlerinde eskiye oranla sürücülerin arabasını durdurarak kaldırımda bekleyen yayaların geçmesine izin vermesi de insanımızın güzel davranışlarından. Özellikle Anıt Meydanında Amber Reis Caminin önündeki yoldan Konya Lisesine doğru geçen yayalara sürücülerin bir nezaket örneği gösterdiği bir gerçek. Bu hareketin her bir yaya geçidinde yaygınlaşmasını, bunun bir kültür haline gelmesini temenni ediyorum.

*17.03.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Emekliliği Gelmiş Her Bir Çalışanın Hikayesi

Yazıma, eğitimci yazar ve sağ beyin uzmanı Selçuk Karaman’ın bir paylaşımına yer vererek başlamak istiyorum:

Geçen hafta bir kurumda idim. Yaşı sanırım 60 üzerinde bir memur gördüm. Elleri titriyordu. Eller kalem tutmadığı için başka bir görev vermişler.

Biraz sohbet etme şansım oldu. "Bu kadar eziyete gerek var mı? Emekli olsanız." Deyince, sonradan pişman oldum. (Çünkü) bu soruyu sorduğumda gözleri yaşardı. "Hocam 62 yaşındayım. Evet haklısınız. Bu hale geldikten sonra emekli olmam gerekiyor.

Şu an herkesin bana acıyarak baktığını da biliyorum. İşimi layıkıyla yapamadığımı da biliyorum.

Gelen vatandaşın bazen ne gözle baktığını görüp onurum kırıldığını gönlümün yıprandığını da biliyorum. Ama emekli olamıyorum.

Bir çocuk üniversite üçte, diğeri işsiz, öbürü evlenecek. Şu an elime 60 bin ₺ maaş geçiyor. Emekli olduğumda maaşım 17 bin ₺'ye düşüyor. Emin olun yarı yarıya olsa bile hemen emekli olacağım.

Söyleyin ne yapayım ben?

Zaten 65 yaş dedi mi emekli olunca öleceğimi biliyorum. En azından çoluk çocuğumu 65 yaşına kadar yaşatmaya çalışıyorum."

Bunları anlatırken gizli gizli gözyaşlarını sürekli siliyordu. Bu sohbetten sonra en az 3 kez kendisi ile helalleştim. Bu durum da bana ders oldu, kulağıma küpe oldu.

Bir emekli olarak bizi yönetenler! Milyonları geçtim. Sadece bu insanın vebali yeter size.” Selçuk Karaman

Sayın Karaman’ın şahit olduğu bu paylaşımını okuyunca etkilendiğimi söylemeliyim.

Pek dillendirilmese de bu ülkede emeklilik toplumsal bir sorun. Çünkü emeklilerin büyük bir çoğunluğu, aldığı emekli maaşı ile geçinemiyor. Çünkü çalışırken aldığı maaş yarıdan fazla düşüyor. Bunu bilen emekliliği düşünmüyor. Sağlığı el vermese dahi çalışma haddi olan 65 yaşına kadar çalışmaya devam ediyor.

Bu durum eskiden böyle değildi. Çalışan ile emekli olan arasında maaş uçurumu yoktu. O yüzden emekliliğini hak eden bir gün dahi beklemez, hemen emeklilik dilekçesini verirdi. Emekli olana da hayırlı olsun, darısı bizim başımıza denirdi.

Emekli ikramiyesi ile de evini ve arabasını alırdı. Tahakkuk eden maaşı da kendisini ve ailesini rahat geçindirirdi. (Hastanede bir gece yattığımda, öğretmen olduğumu öğrenen sağlık çalışanı, “Babam da öğretmendi. Emekli olduğunda emekli ikramiyesi ile bir ev bir araba almıştı. İlk defa evimiz ve arabamız olunca ailecek çok sevinmiştik” demişti.)

Yapılan değişiklikle, çalışan ile emekli arasında maaş yönünden makas açıldı. Büyük uçurum meydana geldi. Çünkü maaşlar ya yarı yarıya ya da üçte iki oranında düşüyor. Bunu bilen, çalışan da hasta da olsa mecburen zorunlu emekli yaşını beklemek zorunda kalıyor. Emekli olduktan sonra aldığı emekli ikramiyesi de değil bir ev ve araba almayı, evin bir odasını bile alamıyor. Yaşı geldiği için emekli olana da şimdilerde kimse hayırlı olsun, darısı bizim başımıza demiyor. Geçmiş olsun, Allah yardımcın olsun diyor. Yani acıyor.

Bu durum işçilerden ziyade memurlarda böyle.

Memurların çoğu da geç evlendiği için emeklilik yaşına geldiği halde daha baş göz edemediği okuyan çocuğu olabiliyor. Haliyle emeklilik yaklaştıkça kara kara düşünüyor.

Selçuk Bey’in şahit olduğu durum da milyonlarca memurun bir hikayesi aslında.

Nereden nereye demek birilerinin sloganı. Gerçekten nereden nereye düşmüşüz. Şartlar daha da iyileşeceği yerde daha kötüye gitme durumu söz konusu.

Bugün asgari ücretin altında emekli maaşına talim eden milyonlarca kişi, yanlış SGK politikasının bir kurbanı. Bunda seçim öncesi siyasilerin emekli yaşı ile oynamasının payı büyük. Bu payda gelmiş geçmiş hükümetlerin vebali var.

Zamanında bir beş yıl daha hesabı yapılmasaydı, seçim ekonomisi uygulanmasaydı, bugün 16-18 milyon emeklimiz olmazdı. SGK büyük yara almazdı. Az sayıdaki emekliye de insanca yaşayabileceği bir maaş verilebilirdi.

Halihazırda Türkiye hem erken yaşta emekli olanların hem de 65 yaşına kadar çalışmak zorunda olanların çelişki halini yaşıyor. Ülke bir nevi emekli cenneti. Bu emeklilik aynı zamanda emekliye hayatı zindan etmekte ve onlara cehennem azabı yaşatmaktadır.

Yazıya başlarken niyetim, Selçuk Bey’in paylaşımına yer verdikten sonra yaşı ilerlediği ya da emekliliği hak ettiği halde çalışanlar için bazılarının; “Daha çalışın mı? Bırakıver artık. O kadar işsiz genç var. Yerinize gençler gelsin. Hayatta her şey para değildir. Mezara mı götüreceksiniz” türünden bol keseden konuşanlara birkaç kelam etmek idi. Ama gördüğünüz gibi eski, yeni emekli kıyaslamasına girdim. Yazım da uzadı. Son bir paragrafta da olsa buna değinmiş oldum. İnanın, emekli ol aklı verenler, bekara avrat boşamak kolay misali, sadece avrat boşuyorlar. Hem bekarlar hem bol avrat boşuyorlar hem de zenginin parası züğürdün çenesini yorar misali çenelerini yoruyorlar. Hiç vazifeleri değil halbuki. Unutmasınlar ki her çalışanın bir hikayesi vardır. Hepsinin hikayesi birbirine benzese de farklıdır. Yaşayan bilir, eşekten düşen bilir. 

Eş Seçiminde Dindarlık Kriteri

Bir arkadaşım var. Bir cemaatin içinde büyüdü. O cemaat için maddi ve manevi gücünü ortaya koymaktan uzak durmadı. O cemaatin ileri gelenlerinden oldu.

Bu arkadaşın cemaatçiliği çoğu cemaat mensubundan farklı. Okuyan, sorgulayan, soran, eleştiri getiren, içine sinmeyen bir hususu en yetkili ağza dile getirmekten geri durmayan biri. Cemaatlerde gelenek haline gelen itaat ve biat kültüründen uzak bir duruşu var.

Bir ara laf arasında şöyle dedi: Cemaatte olan arkadaşları yine cemaate mensup kızlarla evlendirme adeti vardı. Her birimiz için sen şununla, bu onunla evlenecek şeklinde aday bile belirleniyordu.

Askere gitmeden önce benim için de evleneceğim kız belirlenmişti. Biri uyardı. Sakın ha dedi. Bu uyarıyla birlikte cemaatten olan kızla evlenmekten vazgeçtim. Anneme, "Bizim aile kalabalık. Gelen ve gidenimiz eksik olmaz. Bizim aile yapımıza uygun birini bulalım. Yarın aksilik yaşamayalım. Varsın ilkokul mezunu olsun. Ama anne babamızı sevip sayan, bakıp gözeten biri olsun dedim. Öyle de oldu. Mutlu bir evliliğimiz var. Eşim, anne babamı kendi anne babası bildi hep. Hizmette kusur etmedi. Cemaatin belirlediği cemaat kızıyla evlenen arkadaşların çoğu huzursuz ve mutsuz. Çünkü bizim cemaate mensup kızların çoğu feminist çıktı. Eşinin anne ve babasını sayıp gözetmede anlaşamıyorlar" türünden bir konuşmaya yer verdi.

Normal şartlarda aynı cemaatten evlenenlerin daha uyumlu olacağı, birbirini anlayacağı ve mutlu bir evliliklerinin olacağı düşünülür. Çünkü aynı eğitimi almışlar aynı havayı teneffüs etmişler aynı duyarlılıklara sahip kişiler. Gel gör ki böyle olmuyor. İş dönüp dolaşıp senin annen senin annen, benim annem benim anneme dönüyor. Herkes kendi anne ve babasına bakacak görüşü ağır basıyor. Gidip gelme, görüp gözetmede denge gözetilmiyor. Genelde kız tarafının ailesine gidip gelme oluyor, oğlan tarafının ailesi ihmal ediliyor. Oğlan da iki arada bir derede kalıyor. Bu da ister istemez mutlu evliliğin önündeki en büyük handikap.

Bu arkadaşın verdiği örnek lokal mi yoksa genelde mi böyle bilmiyorum. Ama gördüğüm kadarıyla kız tarafı “Kızımız evden gitti” dense de oğlan tarafı için “Oğlan elden gitti” gibi fiili bir durum söz konusu oluyor.

Yine gördüğüm kadarıyla dindar olmak yeterli gelmiyor.

Buradan, eş seçiminde, Ebu Hüreyre’den rivayet edilen, Buhari, Müslim, Ebu Davut, Mesai ve İbni Mace’de geçen, “Kadın şu dört şey için nikahlanır. Bunlar: Malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı. Sen dindar olanı seç. Aksi halde sıkıntıya düşersin” hadisine gelmek istiyorum.
Bu hadise göre erkek dindar olanı seçmiş. Kadın da öyle. Ama gel gör ki dindarlığın geçim ve mutlulukta tek başına yeterli olmadığı anlaşılıyor.

Oldum olası bu hadiste tercih sebebi olan dindarlığı, ahlaklı olanı şeklinde tercüme ettim. Çünkü ahlak, dindarlığa beş çeker. Kadın olsun, erkek olsun, huy güzelliği daha öncelikli olmalıdır. Kendine Müslüman dindar birinin dindarlığı varsın kendinin olsun. Öyle anlaşılıyor ki çoğu dindar, dindar görünümlü birer dini dar. 

Sözü uzatmadan eğitimci yazar Selçuk Karaman’a, bir okuyucusunun gönderdiği mesajı da buraya almak isterim:

"Hocam kitabınızı okudum. Okudum bir daha okudum ve okudukça ağladım. Evlilik ile yazınız beni derinden etkiledi. Kitabınızın ne kadar doğru olduğunu anlatmak ve bu kitabın herkesçe okunması gerektiğini anlatmak için bu maili gönderiyorum.

Emekli hakimim. İki oğlum var. Büyük oğlumun evliliğine itirazım olmadı. Sizin ifadenizle sol beynimizle baktık sanırım. Uzun boylu,. güzel ve kapalı. Tam bizim ailemize göre idi.

Küçük oğlumun evliliğine itiraz ettim. Hem güzel değildi. Hem de başı açıktı. Oğlan hiç geri adım atmadı.

Evlenince biz 4-5 sene küçük oğlumla konuşmadık. Torun olunca yavaş yavaş konuştuk ama mecburiyettendi.

Yıllar geçti eşim vefat etti. Bu acı bana ağır geldi hocam.

1 yıl sonra ben de hastalandım. Yatağa düştüm. Büyük oğlumun eşi bana bakmayacağını söylemiş oğluma.

Beni bakım evine götürün dedim.

Küçük oğlumun eşi bize geldi. 'Sen benim de babamsın. Eğer seni bakım evine gönderirsek ben kahrolurum. Göndermem' dedi. O an o kadar utandım ki özür lafı ağzımdan çıkmadan bana sarıldı ve birlikte ağladık.

Hocam 10 yıldır Allah razı olsun açık olan gelinim bana mükemmel bakıyor. Kapalı olan aramadı bile.

Kitabınızda 'Sol beyin evlilikleri samimiyetsiz evliliklerdir kısa sürer. Sağ beyin evlilikleri samimidir ve ebedi dünyada da devam eden evliliklerdir' demişsiniz. Ne kadar haklı bir kitap.
Kurda kuşa sizin kitabınızı öneriyorum. İnanın kitabınızı 5 kez okudum hala tadını alamadım. Allah razı olsun sizden."

Not: Selçuk Karaman sol ve sağ beyin üzerine kendini yetiştirmiş. Bu konuda uzman biri. Yazdığı eserinin adı da ”Sol Beyin Ateisttir/Sağ Beyin Dindardır”.

Bir Sorumsuzluk Örneği *

Yakınımın evinin önünde belediye yol ve tretuvar çalışması yaptı.

Çalışma birkaç ay sürdü. Bu çalışma dolayısıyla yakınımın evine gitmek için arabayı bir önceki sokakta bırakmak zorunda kaldım.

Belediye asfalttan eser kalmayan yolu iyice kazıdı. Yol kenarlarına küçücük kaldırım yaptı. Sonra güzel bir sıcak asfalt döktü.

Öyle güzel asfalt döşenmişti ki bakmaya doyamazsın. Bir asfalt ve kaldırım sokağı güzelleştirdi. Mahallede toz, toprak ve çamurdan eser kalmadı.

Asfalt döşendikten sonra yakınımın evine iki, üç defa daha gittim.

Son gidişimde o güzelim asfaltın içine edildiğini gördüm. Sanırım karşı evden biri su ya da doğal gaz almış olmalı. Suyu almak için de özene bezene, evladiyelik yapılan asfaltı kazdırmış. Suyu aldıktan sonra asfalt boyu iyice doldurulmadığı için çirkin bir görüntü ortaya çıkmış. Arabayla geçmek için iyice yavaşlamak gerekiyor. Görmeden hızlı girsen arabayı hoplatırsın.

Şimdi yakınımın evine gittikçe akşam karanlığında o çukura girip girip çıkıyorum. Haliyle bu güzelim asfaltın içine eden mahalle sakinini hayırla anmadan geçemiyorum.

Belediye bu kazılan asfaltı yama yapar. Ama ne zaman yapar? Yapılan bu yama da bilirim asfalt hizasında olmayacak. Ya çukur olacak ta da asfalttan yüksek olacak. Buraya geldikçe araba yine hoplayacak. Hoş, hiçbiri olmasa da bu yama hep dikkat çekecek ve gözü tırmalayacak.

Mübarek! Elbette şu ya da doğal gaza ihtiyacın varsa alacaksın. Ama bunu zamanında yapacaksın. Bunun için de elinde fırsat vardı. Belediye bugünden yarına bir çırpıda bu asfaltı yapmadı. Aylarca sürdü bu çalışma. Bu zaman diliminde ben de bu vesileyle şu ihtiyacımı gidereyim diyebilirdin.

Görünen o ki bu mahalle sakini ağustos böceği gibi beklemiş. Belediye bin bir emekle asfaltı döktükten sonra ihtiyacı aklına gelmiş ve güzelim asfaltı bozarak imzasını atmış.

Belediyenin yerinde olsaydım, bu sıfır asfaltı kazdırmazdım. Yol çalışması yapmadan önce veya yol çalışması yapılacağında mahalle sakinlerine duyuru yapardım:

Sayın mahalle sakinleri! Sokağınıza asfalt döşenecek. Su ve doğal gaz alacaksanız, bu ihtiyacınızı şu tarihe kadar yapınız. Bu tarihten sonra asfaltın bozulmasına şu kadar yıl izin verilmeyecektir. Bu zaman zarfında yol kazılırsa ve asfalt bozulursa, sokağa dökülen asfaltın bedeli o mahalle sakininden alınır derdim.

Bu benim gördüğüm sadece bir sokağa dökülen asfaltın bozulması örneği değil. Bu şekil ne asfaltlar bozuluyor. Sıfır asfalt yamalı bohça haline geliyor.

Bu yamalı görüntü, plansızlığımızın bir göstergesi. Belediyede de plan olacak, vatandaşta da.

*21.03.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

12 Mart 2025 Çarşamba

Yaşayan Ölüler

Sosyal medyada önüme bir paylaşım düştü. Çok manidar bulduğum bu paylaşıma yer vereyim:

"Yatırıldığı akıl hastanesinde ölü olduğuna inanan, bu nedenle de yemek yemeyen ve hiçbir yaşamsal faaliyete katılmayan bir akıl hastası, tüm uzman psikiyatristlerce girişilen her çabaya rağmen ölü olmadığı konusunda bir türlü ikna edilememiş.

Hastanın bu kararından vazgeçmeyeceğini anlayan ve tedavisini üstlenen psikiyatristlerden biri, sonunda hastaya ölülerin kanayıp kanamayacağına dair bir soru yöneltir. Hasta "tabii ki kanamaz, çünkü ölülerin tüm hayat fonksiyonları durmuştur" der.

Bunun üzerine psikiyatrist küçük bir iğne alıp hastanın parmağına batırır. Bir müddet şaşkınlıkla parmağına bakan ve kanadığını gören hastanın tepkisi ilginçtir.

"Lanet olsun! Ölüler de kanarmış."

İbni Sina’nın dediği gibi: Hiç kimse görmek istemeyen biri kadar kör olamaz."

Bu paylaşıma anekdot mu denir, fıkra mı denir bilmem. Her ne dersek diyelim. Çok anlamlı ve manidar bir paylaşım. Çünkü hayatın içinden bir paylaşım.

Her ne kadar "Gerçeklerin er veya geç ortaya çıkma gibi bir huyu vardır" dense de Doğu toplumlarında gerçeklerin ortaya çıkma gibi bir huyu yoktur. Çünkü bu topraklarda algılar olguların önüne geçmiş ve her şey algılar üzerinden yürütülür. Yürütülen bu algılarla mutlaka sonuç alınır.

Tekrar paylaşıma dönersek, yaşadığı halde öldüğüne inandırılmış bir hasta ile karşı karşıyayız. Her yol denenmiş. Parmağından kan gelmesine rağmen hasta yine yaşadığına ikna edilememiş.

Bu yaşayan ölü için yapılacak tek şey silahı çıkarıp bu hastayı öldürmektir. Çünkü bu problemin başka çözümü yoktur. Böylece hem hasta kurtulacak hem de toplum ve ülke kurtulacaktır.

Tüm derdimiz bu kendini ölmüş kabul eden kişiden ibaret değil. Toplumda bu şekil yaşayan o kadar ölü var ki tüm psikiyatristler bir araya gelse, tıbbın büyün tekniklerini kullansalar, hastayı ikna için her makul izah getirseler, bu hastayı ölü olmadığına ikna etmek mümkün değildir. Çünkü yaşamanın kolaylığını bulmuş.

Aklını kiraya veriyor ama aklını kiraya verdiğinden haberi yok. Söylesen de zaten kabul etmez.

Kendisi hiçbir özgün düşünceye sahip olmayacak. Çünkü başkası adına yaptığı tamtamcılığı kendi düşüncesi sanıyor.

Hep başkasının trollüğünü ve şakşakçılığını yapacak. Çünkü bu yol ile kendisine böyle bir kimlik inşa etmiş oluyor.

Bu durumda uzun kış uykusuna yatmış, bir türlü uyandırılamayan, ölüden farkı olmayan bu tiplerin ne başı ağrır ne de huzursuz olur.

Ruhu ölmüş böyle bir insan daha ne ister? Çünkü ondan mutlusu yoktur.

Zaten mutluluk için yaşamıyor muyuz?

Ha bizim bu dertsiz mutluluğumuz başkasına zarar veriyormuş. Ne gam ne keder. Kendine Müslüman olmak kadar güzel bir şey olamaz.

Böyle bir hayat varken dertlenmek, düşünmek, görmek, sorgulamak, tenkit etmek neyimize değil mi? Nasılsa birileri bizim adımıza her şeyi güzel yapıyor.

Yaşayan bu ölülerin cesetleri kokuşmaya sebebiyet veriyormuş. Problemleri daha da büyütüyormuş. Hayatı insanlara zehir ediyormuş. Ne gam ne keder. Çünkü ölülerin burnu koku almaz. Gözleri görmez. Akıl ve izan yoksunudurlar.