28 Aralık 2024 Cumartesi

Belediyeler Ayrı Birer Cumhuriyet midir?

Bu yazımda belediyeleri ele alacağım. Yazıda belediyelerin;
Sık sık başvurduğu ve yap boz, boz yap kaldırım ve tretuvar hizmetine değinmeyeceğim.
Kavşak düzenlemesini yaptıktan birkaç ay sonra aynı kavşağı tekrar düzenlediği üzerinde de durmayacağım.
Suya sessiz sedasız zam yapmasını, su zammını otomatiğe bağlamasını, yapılan zamlarla faturaya yansıyan su fiyatlarının elektrik bedelini sollayıp geçtiğinden bahsetmeyeceğim.
Sosyal belediyecilik adı altında sosyal kültürel etkinlik yapacağım diye olur olmaz etkinliklere yer verdiğine, milletin parasını çarçur ettiğine değinmeyeceğim.
Fahiş fiyata sanatçı getirip sahneye çıkarılan sanatçılara yüklü ödemeler yaptıklarını da ele almayacağım.
Vatandaşa uygun yemek vereceğim diye lokanta açıp zararına yemek vermesinden de geçtim.
Devlete olan SGK prim borçlarını zamanında yatırmayıp başka alanlara para aktarmaya kalkmalarını da konu edinmeyeceğim. Zaten ele alsam da anlaşılacak bir konu değil. Çünkü devletin kurumlarının devlete borç takmasını hiç anlamıyorum. Alacaklı da borcunu nasıl tahsil edeceğinin yolunu bilmiyormuş gibi ekranlarda borçlu belediyelerden bahsetmesini de hiç anlamıyorum. Çünkü bildiğim kadarıyla belediyeler aylık İller Bankasından para alıyor. Borcunu tahsil etmek isteyen devlet önce alacağını keser, kalan parayı belediyeye aktarır. Böylece borçlu belediye de kalmaz. Devlet de alacaklı olmaz. Kimse de bunu siyasi malzeme olarak kullanmaz.
Biz yine belediyelerin hangi hususları üzerine yazmayacağım konusuna dönelim.
Belediyelerin huzur hakkı adı altında şube müdürlerine, daire başkanlarına aylık para ve imkan vermesini de ele almayacağım.
Belediyelerin devletin farklı kurumlarına sponsor olarak onların otel ve yemek masraflarını çekmesi üzerinde de durmayacağım.
Çocukları namaza başlatmak, onlara bana alışkanlığı vermek üzere belli yaş grubunu teşvik etmek amacıyla bisiklet, laptop türü hediye vermesini de ele almayacağım.
Vakıf ve cemaatlerin düzenledikleri yarışmalarda sınavda sorumlu tuttukları kitabı belediyenin matbaasından veya belediye kaynağı ile basılması, yarışmada dereceye girenlerin hediyelerini temin etmesi üzerinde de durmayacağım.
Belediyelerin normalinden fazla işçi, memur, taşeron eleman çalıştırmasından da bahsetmeyeceğim.
Belediyelerde belediye el değiştirince veya aynı partinin farklı adayı başkan olunca belediye çalışanlarını aşağıdan yukarıya hallaç pamuğu gibi sallamasını da es geçeceğim.
İşçi memur duyurusu yapılmadan el altından işçi, memur, sözleşmeli eleman, açıktan atama yapmaları da konum değil.
Belediye ihalelerinin belirli ellere ihale edilmesini de ele almayacağım.
Kışın kar yağınca çoğu belediyenin sınıfta kaldığı üzerinde de durmayacağım.
O değil, bu değil, neyi ele alacaksın derseniz, sadede geleyim.
Belediyeler (belki de hepsi) EYT ile emekliliği hak eden işçi ve memuru emekliliğe zorluyor. 60 yaşına gelenlere emekli olun baskısı yapıyor. Niye böyle yapıyor? Eleman mı fazla da sayıyı azaltıp daha az elemanla yoluna devam edecek? Eğer böyleyse tasarruf yapacaklar derim. Hepsini tebrik ederim. Yalnız EYT'si gelenleri gönderelim de yerlerine yenisini alalım, böylece istihdam sağlamış oluruz, söz verdiklerimizin çocuklarını işe alırız diye bu yola giriyorlarsa bilsinler ki bu yaptıkları ihanetten başka bir şey değil. Devlete artı bir yüktür bu. Çünkü hem emekli olan emekli maaşı alacak, yerine alınana da maaş ödenecek.
Eğer böyleyse devletin SGK'sinin köküne kibrit suyu dökmüş olurlar. Çünkü 2024 sonu itibariyle bu ülkedeki emekli sayısı 18 milyona ulaştı. Sayı bu kadar çok olunca devlet emeklisine yeterince imkan sunamıyor. Durum bu iken bu sayıyı daha da çoğaltmak, ülkesini düşünen, ülkeye hizmeti düstur edinmiş siyaset erbabına bu yakışmaz. Kendi elimizle devletin altını oymak demektir bu. Seçim öncesi, bu sayede ne kadar kişiyi istihdam edersek kar mantığı, ülkeyi düşünmek değil, kendini düşünmektir. Bırakın çalışmak isteyen, işinde verimli olan emekli olmasın. Çünkü ne kadar geç emeklilik ülkenin hayrınadır. Yoksa siz bu ülkenin hayrını düşünmüyorsunuz da biz mi bu ana kadar bilmiyorduk? Yoksa siz belediyeler (istisnalar hariç) bu ülkede Türkiye Cumhuriyeti'nden ayrı bir cumhuriyetsiniz de bizim mi haberimiz yok?

Sadaka Rasülullah

Daha önce, hutbelerde okunan hadisten sonra "Sadaka rasülullah. Fîmâ kâl, ev kemâ kâl" (Rasülullah bu sözde doğru söyledi veya bunun gibi söyledi) kısmını ele almış, eğer birden fazla hadis okunmayacaksa "ev kemâ kâl" kısmının söylenmemesi gerektiğini, çünkü bu tür bir ilave, okunan hadise şüphe getireceğine dair bir endişemi dile getirmiştim.

24 Kasım 2018 tarihinde ele aldığım, (https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2018/08/fima-kal-ev-kema-kal.html) bu yazı çok okundu ve çok yorum aldı: Hak veren olduğu gibi niçin söylediğine dair açıklama yapıldı, eleştiren de oldu. Şu var ki yapılan yorumların çoğunu ikna edici bulmadım.

Yazım çok okunup yorum almasına ve hala okunmaya devam etmesine rağmen belki de dil alışkanlığından belki de zamanında öyle ezberlediklerinden ya da bir bildikleri olsa gerek, hatiplerimiz ilk hutbenin bitiminde yine "ev kemâ kâl" demeye devam etti. Her okunuşta da kulağımı tırmalamaya devam etti.

*

25.12.2024 günü cuma için yine mahallemdeki camiye gittim. Kış günleri cuma ve diğer vakit namazları caminin alt katında kılınıyor. Alt kat birden fazla oda görünümüyle, cami dışında başka bir amaç için düzenlenmiş.

İmamın namaz kıldırdığı bölüm dolu olduğu için yan taraftaki odaya geçtim.

İlk sünnetin ardından hutbe okuyanı görmesem de her zamanki hatibin sesinden farklı idi. Ya müezzin olmalı ya mahalle sakinlerinden biri ya da imam izinli olduğu için müftülüğün görevlendirdiği biri olmalı.

Hatip ilk hutbede hamdele, salvele ve şehadete yer verdikten sonra hutbe konusuna uygun ayeti okuyunca, hutbenin tövbe üzerine olacağını anladım. Ardından bir hadis okudu. Hadis de tövbe üzerine idi.

Türkçe metni okumaya başlamadan, okunan hadisten sonra hatibin hadisi nasıl bağlayacağına kulak kabarttım. Nedendir bilinmez bu hassasiyetim.

Hadisin ardından hatip, "Sadaka rasülullah" (Rasülullah doğru söyledi) diyerek hutbenin ilk kısmını bağladı. "ev kemâ kâl" demediği gibi "fîmâ kâl" kısmını bile okumadı ve en doğrusunu yaptı.

Pek görmeye alışık olmadığım bu hutbe iradını daha bir dikkatli dinledim. Dinledikçe, işinin uzmanı, ne yaptığını bilen ve okuduğu Arapça metnin ne anlama geldiğini bilen hatibin hutbesinden ve üslubundan memnun kaldım. Hah şöyle. Benim üzerinde bir zamanlar durduğum bu hassasiyeti, sayısı bir olsa da yerine getiren oldu. Helal olsun dedim. Ne diyeyim, sayıları çoğalsın.

Suriyeliler Giderse Sanayi Çöker mi? (2)

Bir önceki yazımda Suriyeliler giderse sanayimiz çöker mi üzerinde durmaya çalışmış, Suriyelilerle bu ülke insanının hem gider hem de konfor yönünden farklı olduğunu izah etmeye çalışmıştım. Suriyelilerin çalıştığı işlerde bizim insanımızın çalışmak istememesinde bir başka sebebin de geçmişten günümüze izlenen maarif politikası olduğunu söyleyerek yazıyı bitirmiş, bir sonraki yazımda da maarif politikamızı ele alacağımı söylemiştim.
2000 öncesi 28 Şubata gelinceye kadar bu ülkenin sanayi, işletme, fabrika, tekstil, inşaat sektöründe çalışan insanı vardı. Çünkü aileler, ilkokulu bitirdikten sonra okul ve okumada gözü olmayan çocuklarını uygun bir işe çırak vererek önce kalfa sonra usta olmasını sağlarlardı. Bu yol ile yetişen çocuklar askere kadar işini öğrenir, askerlik sonrası ya kendi işini açar ya da bir başkasının yanında ücretli çalışırdı.
Yine bu dönemde hem ara eleman ihtiyacını karşılayan hem de teknik eleman yetiştiren bir işlevi yerine getiren meslek liseleri vardı.
Hem usta çırak hem de meslek liseleri yoluyla insanımız hem meslek öğreniyor hem de meslek öğrendikten sonra işine uygun işte çalışıyordu. Bu yol ile tüm sektörlerin eleman ihtiyacı yoktu.
Ne zaman ki 28 Şubat ile birlikte ilköğretimi 8 yıl kesintisize çıkardık, meslek liselerine kat sayı uygulamasını getirdik. İşte o zaman sanayinin ara eleman ihtiyacına büyük zarar verdik. Usta çırak ilişkisi içerisinde giderilen ihtiyaç bıçak gibi kesildi. Bu yanlıştan nasıl dönülür hesabı yapılıp ara eleman ihtiyacı giderileceği yerde zorunlu eğitimi sekiz yıldan 12 yıla çıkararak ara eleman ihtiyacını üzerine kibtit suyu döktük. Her ne kadar bu süreçte kat sayı mağduriyetleri giderilse de meslek liseleri bir daha belini doğrultamadı. Her ne kadar ikinci kademeden sonra açık lise tercihi yaparak aile içinde az sayıda usta çırak ilişkisi sürdürülmeye çalışılsa da bu sayı hiç yeterli gelmedi.
Sanayici kan ağlarken liseyi bitiren üniversite okumaya yöneldi. Çünkü üniversiteleri de o kadar çoğalttık ki ana sınıfından başlayan, hiç kalmadan ve ara vermeden üniversiteyi bitirdi.
Çocuğumuz üniversiteli. Ama sahasında iş yok. Sanayide iş çok ama çalışacak eleman yok. Çünkü 24-25 yaşında üniversiteyi bitiren biri gidip sanayide çalışmaz. Çalışmak istese de sanayici onu işe almaz. Alsa da mühendisliği bitirse bile bizim sanayicinin vereceği ücret asgari ücreti pek geçmedi.
Sonunda sanayi, inşaat, tarım, hayvancılık, imalat, tekstil ve üretimdeki eleman ihtiyacı başta Suriyeli ve Afganlı olmak üzere yabancılara kaldı. Bunlar ne iş buldularsa az veya çok ya da zor demeden çalıştı. Bizim üniversiteli ise masa başı iş bekledi.
Devlet bu süreçte meslek liselerine teşvik için büyük yatırımlar yaptı. MESEM'lere ağırlık verdi. Üzerine MESEM okuyanlara 2024 rakamlarıyla en az 5.100 lira teşvik verdi. Sınıf yükseldikçe teşvik miktarı arttı. Şartları tutan esnaf ve işletme işyerinde MESEM öğrencisi çalıştırmaya başladı. Haftada bir gün okula gelen öğrenci diğer günler işyerinde meslek öğrenmeye başladı. Bu yolu seçen öğrenciler 11.sınıfın sonunda kalfa, 12.sınıfın sonunda usta oldu. Öğrenciler bu yol ile hem lise mezunu oldu hem meslek öğrendi hem de para kazandı.
Devletin MESEM'lere verdiği bu teşvik ne kadar devam eder bilmiyoruz ama Suriyeli ve Afganlılar gitse bile sanayici ve üretim yerlerinin ihtiyacı bu MESEM öğrencileri ile giderilir. Çünkü birçok sektörde verilen bu teşvik birçok sektörün çırak, kalfa ve usta ihtiyacını giderecek. Bu kurumlardan mezun olanlar ya kendi işini kuracak ya başkasının yanında çalışacak ya da işiyle ilgili olmasa da bu tür sektörlerin birinde çalışacak.
Hasılı devlet zamanında yanlış maarif uygulamasıyla sanayici ve imalat sektörünün eleman ihtiyacını yok etse de şimdilerde üzerine para vererek sektörlerin eleman ihtiyacını gideriyor. Durum bu iken Suriyeliler giderse sanayi çöker endişesine gerek yok. Yersiz bir endişe çünkü.

Suriyeliler Giderse Sanayi Çöker mi? (1)

Suriyeliler Suriye'deki son gelişmeler dolayısıyla ülkelerine geri dönerler mi, dönmezler mi? Dönerse ne kadarı döner ne kadarı kalır bilinmez. Şu var ki rejim değişikliği dolayısıyla geri dönüşte bir kıpırdama olduğu bir gerçek.
Bazıları Suriyeliler gitmeli artık derken bazıları da Suriyelilerin hepsi gitmemeli. Çünkü giderlerse sanayide, imalat ve tekstil alanında çalışan kalmaz. Bizim insanımıza iş var ama çalışmıyor. Suriyeliler giderse işveren işçi bulamaz diyor. Bunu sadece çarşı pazardaki insan söylemiyor, bazı işadamları da söylüyor, siyasetçisi de.
Gerçekten Suriyeliler giderse sanayi durur mu? Bizim insanımız sanayide çalışmaz mı?
Hiç kimse kusura bakmasın. Suriyeliler giderse sanayi çökmez, Afganlılar giderse tarım ve hayvancılık sektöründe çalışacak eleman bulamayız endişeleri yersiz bir endişedir. Çünkü Afgan ve Suriyelilerin şunun şurasında bizim ülkede 10-13 yıllık mazisi var. Bu yabancılar yokken bu ülkenin tekstil, üretim, imalat, inşaat ve sanayisinde kim çalışıyordu? Herhalde hepimiz kabul ederiz ki buralarda bu ülkenin insanı çalışıyordu. Suriyeli ve Afganlılar giderse bu ülke insanı buralarda yine çalışır.
Şu denirse, Suriyelinin çalıştığı fiyata bu ülke insanı çalışmaz dersek, burada oturup bir düşünmemiz lazım. Eğer kaçak çalıştıralım, asgari ücret veya altında ucuz fiyata çalıştıralım denirse, kimse kusura bakmasın, bu ülke insanı kaçak ve ucuz işçi olarak çalışmaz. Çalışırsa da pek az kişi çalışır. O da mecburiyetten.
Neden derseniz, bu ülke insanının şartları ile Afgan ve Suriyelinin şartları ve ihtiyaçları aynı değildir.
Bir defa Afgan'ı ve Suriyelisi sıfırı tüketerek bu ülkeye sığınmıştır. Ülkelerinde ölümü görüp bu ülkede sıtmaya razı olmuştur. Ev yok, bark yok, iş yok. Ayakta kalmak için ne bulurlarsa seçim hakkı olmaksızın çalışacaklar. Tıpkı işsizlikten dolayı Avrupa’ya çalışmaya giden her gurbetçinin orada ne iş buldularsa çalıştıkları gibi. Ayrıca ülkelerine göre bu ülke Avrupa ayarında bir ülke. İş bulunca çalışacaklar.
Aldıkları ucuz ücretle nasıl geçiniyorlar, bizimkiler de çalışıp geçinsin denirse, bu kıyas elma ile armudu toplamak gibidir. Bir defa Suriyeli ile Afganlı bizim yüzüne bakıp burun kıvırdığımız derme çatma evlerde yüksek kira vererek oturuyorlar. Aynı evde ana, baba, oğul, eş, kardeş vs. birlikte yaşıyorlar. Yani hepsi geniş aile. Ne iş buldularsa çalıştılar. Baba da çalıştı, oğul da. Bir eve birden fazla maaş girdi. Halbuki bizim insanımız böyle mi? Bizde her evlenen çocuk ayrı eve taşınıyor. Yani çekirdek aile. Bir başına bir evin kirasını verip ailesini geçindiriyor. Çünkü bizde onlar gibi geniş aile ile oturma yok.
Bir örnek vermek istersem, eski oturduğum tripleks evde 1400 lira kira veriyordum. Aynı site içinde Suriyeli iki aile vardı. Birinde iki evli kardeş birlikte oturdu. Diğerinde ise baba, üç oğlan olmak üzere hepsi evli idi. Eve üç bin lira kira veriyorlardı ama aynı evde dört aile oturuyordu. Hepsi de kabala iş alarak inşaat sektöründe çalışıyordu. Anlatmak istediğim ben bir aile olarak eve 1400 verdim. Onlar ise dört aile üç bine oturdu. Bu demektir ki bunların kirası 750 liraya geldi.
Bir örnek daha. Suriyeli bir öğrencim vardı. Dersine çalışıp geliyordu. Son iki üç hafta dersine bakmadan geldi. Niye böyle bıraktın dedim bir gün. Hocam, dersime çalışıp gelmem gerekiyordu. Yalnız evde ders çalışacak yer bulamadım dedi. Çok mu kalabalık dedim. Hem de nasıl dedi. Tamam kalabalık olabilirsiniz ama daha önce o kalabalıkta çalışıp geliyordun dedim. “Kaç haftadır eve teyzem ve halamlar da geldi. Onlar gelince bizim düzen bozuldu” dedi. Gitmeyecekler mi dedim. Kalacak yerleri yok. “Bizimle yaşayacaklar” dedi.
Ertesi hafta dersine çalışıp gelmiş bu öğrenci. Misafirler gitti mi yoksa dedim. “Hayır hocam, misafirler duruyor. Bu ödevimi de banyoda yaptım bu sefer” dedi.
Kısaca Suriyeliler çok çok kötü eski evlerde bir düzine belki de daha fazla kişi birlikte yaşarken bizde ise koca koca evlerde baba anne ayrı, oğul gelin ayrı sıfır evlerde yaşıyoruz. Haliyle bizim giderle Suriyelinin gideri aynı değil.
Bir diğer husus, Suriyeli ve Afganlı bu ülkeye girerken sıfırı tüketmiş gelmiş. Bu ülkede hayata sıfırdan başlıyor. Bizde ise hayat ne kadar zor olursa olsun daha sıfır tüketilmemiş.
Bizim insanımızın iş beğenmemesinde ve daha ucuz işte çalışmamasında başka bir sebep daha var. Belki de en önemlisi. Bu da maarif politikamız. Bunu da diğer yazımızda ele alalım.

27 Aralık 2024 Cuma

Almanya'da Asgari Geçim

Türkiye’de bazen yurtdışında geçim şöyle, yok böyle şeklinde tartışmalar yapılır. Kimine göre Avrupa’daki daha çok ekonomik sıkıntı çekiyor veya daha iyi şartlarda yaşıyor kimine göre ise Türkiye’de durum daha kötü veya daha iyi. Türkiye ve Avrupa kıyası yapanların çoğu uzaktan gazel okuyanlar. 

Aşağıdaki yazıyı yazan hem Almanya’da hem de Türkiye’de bizzat yaşayan biri. Sosyal medyada kıyas yaparak yazdığı yazısını bilgi ve takdirlerinize sunuyorum:

“Almanya'da 44 yıldır yaşayan, Türkiye'de de son 7 yıldır çok bulunan biri olarak iki tarafı da iyi gözlemlediğimi düşünüyorum.

Uzun bir hastalık sürecinin ardından malulen emekli oldum. 630 avro maaş bağladılar. Almanya'da normal emeklilerin çoğu 1000 avro civarında emekli maaşı alır. Biraz daha yüksek alanlar ya uzun süre çalışmış ya da yüksek pirim ödenen bir işte çalışmıştır.

Tıpkı Türkiye'de olduğu gibi Almanya'da da bir emeklinin ek gelir kaynağı olmadan geçinmesi mümkün değildir. Ya yan iş yapacak ya eşi çalışacak ya da belediyeden kira yardımı alacak.

Almanya'da sosyal devlet anlayışı gereği her insanın hayatta kalabilmesi için en az hangi parayı alması gerekiyorsa onu almasını sağlıyor. Devlet asgari yeme içme parası denen bir tutarı tespit ediyor. 2024 güncel olan tutar yalnız yaşayan bir kişi için ((Bürgergeld-Regelsatz) 563 avrodur. Bu para ile elektriğini, telefonunu, içiyorsa sigarasını ve yeme içmesini 1 ay boyunca karşılaması gerekiyor. Kira, su ve kalorifer giderini belediye karşılıyor. Mesela bir kişinin 1000 avro geliri varsa kirası da 600 avro ise müracaat etmesi halinde, belediye 163 avro yardım yapıyor. Yani her şartta 563 avro yeme içme parası kalıyor. Peki bu para ile bir insan gerçekten hayatta kalabilir mi? Harcamasına dikkat ederse geçinir.

Diyanetin Almanya için tespit ettiği fitre günlük 15 Euro. Elektriği, telefonu çıkınca Alman devletinin hesap ettiği hayatta kalma sınırına denk geliyor.

Almanya'da emekli maaşı erkekler için ortalama 1350 avro, kadınlar için 900 avrodur.

Peki Türkiye'de çok dillendirilen, Alman emeklilerinin tatil yapması nasıl oluyor? Onlar ya ortalamanın üzerinde maaş alanlar ya da turizm şirketlerinin sezon sonu yaptıkları indirimli kampanyalardan istifade edenler.

Biliyorsunuz şikayet konularından biri de aynı otelde Almanya'dan gelenlerin Türkiye'dekilere göre çok daha ucuza tatil yapabilmesidir.

Biraz da Almanya'da asgari ücretliden bahsedeyim. Almanya'da aylık değil de saatlik hesap ediliyor. Bu yıl ki asgari saat ücreti brüt 12,41 avro. (2025 için 12,82 avro) Bir kişi 2000 avro civarında brüt maaş alır. Ne kadar net maaş alacağı; evli, bekar ve çocuklu olmasına göre değişiyor. 1500 ila 2000 avro arası tutar. (Rakamları yuvarlak hesapladım.)

Almanya'da kiralara gelirsek, eyaletlere ve şehirlere göre değiştiğini belirteyim. Mesela küçük oğlum, Kiel'de elektrik hariç, sıcak su ve kalorifer dahil 1350 avro kira ödüyor. Yeğenim, Münih’te 1500 avro kira ödüyor.

Nasıl geçindiklerine gelelim. Oğlum kalifiye işçi olarak çalıştığı için 2500 avro net maaş alıyor. Yeğenim ise karı koca çalışıyorlar. Geliri düşük olanlar genelde yan iş yapıyorlar. 2 saatlik temizlik işi veya hafta sonları taksi sürme gibi.

Bizim son evimiz küçük kutu gibi. 40 m² Amerikan mutfaklı 1+1 sosyal ev, 500 avro. Almanya'da evler m² olarak genelde küçüktür. 50 m², 60 m² gibi. Türkiye'de ise tam tersi İnsanlar büyük evlerde oturuyor.

Devlet, TOKİ aracılığıyla 1 oda, 1+1, 2+1 sosyal evler yapıp düşük gelirlilere kiraya vermeli. Bu yolla asgari ücretlileri rahatlatabilir.” (Sami Ercan)

Zamsız Hayat

2024 Kasım ayı enflasyonunun açıklanmasıyla birlikte TÜİK enflasyonu, yıllık % 47,09 olarak gerçekleşti.
Devlet 2025 yılında alacağı vergilere % 43,94 zam oranı belirledi.
2025 yılında asgari ücretle çalışanlara verilen zam oranı, % 30 olarak tespit edildi. Bu oranın işverene maliyeti ise % 40 olacağı belirtiliyor.
Memurlar 2025'in ilk altı ayı için % 6 (altı aylık enflasyon farkı ile birlikte % 10,59), ikinci altı aylık ise % 5 zam alacak. Bu demektir ki memura 2025 yılında toplam % 11 zam yapılacak.
Ekim enflasyonunun açıklanmasıyla birlikte kiralara yapılacak zam oranı ise 63,47 olarak öne çıktı.
Rakamlara boğmak gibi bir niyetim yok. Yalnız hepimizin bildiği bu oranlara bakılırsa işçi, memur, asgari ücretli ve emekli az veya çok, yeter veya yetmez, yeni yıl ile birlikte zam alacak. Devlet de vergi oranlarını artırmak suretiyle daha fazla vergi toplayacak. Çalıştırdığı işçinin maliyeti kendisine yüzde 40'a mal olacak işveren de ürettiği ürünlerine önü açık olmak üzere en az yüzde 40 zam yapacak. Ekim ayı enflasyon oranına göre belirlenen yıllık kira artışı ise % 63 buçuk ile asgari ücret zam oranını ikiye katlayacak.
Böyle her yıl her vergiye, iğneden ipliğe her şeye zam yapılacaksa, vergi ve ürün maliyetlerine yapılan zam, sabit gelirliye yapılan zammı kat kat katlayacaksa, bu durumda başta asgari ücretli olmak üzere sabit gelirlinin aldığı maaş ve ücrete zam vermenin ne anlamı var. Hiç zam yapılmasa daha iyi. Çünkü sabit gelirliye kaşıkla zam veriliyorsa vergi veya ürünlere ise kepçe ile zam yapılmaktadır. Yani kaşıkla verilen kepçe ile alınmakta. Daha doğrusu son birkaç yıla gelinceye kadar kaşıkla verilen kepçe ile alınır şeklinde idi. Bu yıl ile birlikte kaşıkla verilen kazanla alınıyor dense yeridir.
Şu bir gerçek ki çalışan nüfusun yüzde 43'ü olan 7 milyon asgari ücretliye reva görülen yüzde 30'luk zamla birlikte asgari ücretlinin eline geçecek 22.104 lira ile asgari ücretlinin geçinebilmesi mümkün değildir. Aynı şekilde başta en düşük seviyede maaş alan emekliler olmak üzere çoğu emeklilerin eline geçen maaşla geçinebilmeleri de mümkün değildir.
Burada devlet vergisiz ayakta duramaz. Vergi olmalı denebilir. İşveren elindeki imkanları zorlayarak asgari ücreti maksimum seviyeye yükseltti. Başka türlü işsizlik artar, enflasyonla mücadele edilmez denebilir. El hak devlet vergi koyacak, işveren de işçiye verdiği maaş zammını çıkartmak için zam yapacak. Başka türlü olmaz denebilir. Elbette vergi koyan devlet haklı, yüksek zam veremeyen işveren de haklı. Az zam verildi diyen asgari ücretli de haklı. Gördüğünüz gibi kendi penceresinden herkes haklı. Şu bir gerçek ki bu kadar haklıdan bir hak ve haklı ortaya çıkmıyor. Çünkü ateş düştüğü yeri yakmaya devam edecek.
Anlamadığım, her yeni yılda başta vergiler olmak üzere her şeye ve herkese tepeden tırnağa zam yapılacaksa, yapılan zam oranları birbirine orantılı olmalı. Devlet % 44 vergi artırımı yaparken sabit gelirliye de yüzde 44 yapılmalı ki bunun bir anlamı olur. . Bu oran yüksek ise mademki her şeyin kriteri asgari ücretlinin oranı ise o halde vergiler dahil, ürünlere ve kiralara zam 2025 boyunca yüzde otuzu geçmemeli. Anlatmak istediğim yapılan zam ile verilen zam anlaşılır ve tutarlı bir oran olmalı.
Görünen o ki verilen ve konan zam kaşık-kepçe misali hep sabit gelirinin aleyhine işliyor.
Bence her yıl başında verilen zammın aleyhine devlet ve işveren vergi ve ürünlere katlamalı zam yapacaksa sabit gelirliye ve asgari ücretliye hiç zam yapılmasın. Densin ki işçi, memur, emekli ve asgari ücretlinin aldığı 2024 maaş ve ücreti 2025 yılında da aynı olacak. Yani asgari ücretli yine 17 bin lira almaya devam edecek. Diğer sabit gelirliler de zam almayacak. Devlet de vergi oranlarını artırmayacak, işveren de ürünlerini 2024’ün fiyatıyla satacak. İnanın, buna herkes razı olur. Böylece fiyat ve maaş istikrarı sağlanmış olur. Enflasyon azmaz. Hayat pahalılığı da olmaz. Zam yapılacaksa petrolün variline ve yurtdışı ithal ürünlere artış olduğunda zam yapılır. Başka da yapılmaz. Bu önerim hayata geçirilirse yani zamsız hayat hepimiz için gamsız hayat olur. Hazır döviz bir yıldır kış uykusuna yatmışken bu fiyat istikrarının önünde bir engel olacağını düşünmüyorum.
Yok, geleneğimiz de zam vardır. Mutlaka zam verilmeli ve zam yapılmalı denirse, verilen ve konan zam oranı dengeyi bozmayacak şekilde orantılı olmalı. Yok, bunun ceremesini asgari ücretli ve sabit gelirli çekecek denirse, bu hakkaniyete sığmaz. Bunun adı, altta kalanın canı çıksın olur. Teşbih yerinde olursa “Alavere, dalavere. Kürt Memet nöbete” olur.
Bir diğer önerim, asgari ücretliye işveren hiç ücret vermesin. Çalıştığına karşılık olarak işçinin aylık yeme, içme, kira, ulaşım ve barınmasını asgari karşılasın. İşçi buna dünden razı olur. Aynı şekilde devlet emeklisinin asgari geçimini sağlasın, maaş vermesin. Emekliler de bu duruma rıza gösterir.
Hiçbirini yapamıyorsak, işçi ve emekliye “Hak ettiğinizi tam veremiyoruz. Gücümüz buna yetti. Kusura bakmayın” denebilir. Ama sakın ola ki sakın, işçi ve memuru bugüne kadar enflasyona ezdirmedik, ezdirmeyeceğiz demeyin. Çünkü dalga geçilecek zaman değil.

24 Aralık 2024 Salı

İbretlik Bir Profil

Zaman zaman sosyal medya üzerinden kısa videolara göz atarım. İlgimi çekenleri dinler ve izlerim.
Bunu yaparken de şunu izleyeyim demem. Bazen müzik bazen futbol yorumu bazen fıkra bazen anekdotlar ekranıma misafir olur.
Dün yine bu tür kısa videolara göz atarken sanatçı Serdar Ortaç'a ait bir video düştü. Dinleyince ardı arkasına Serdar Ortaç'a ait müzik, konser, TV röportajları geldi ekranıma. Daha çok da hayatına dair videolar.
Açıkçası, Serdar Ortaç ne kadar ünlü bir sanatçımız olsa da bugüne kadar ne müziğini dinledim ne de konuşmasına şahit oldum. Ekranlarda gördüğüm kadarıyla sadece simasını biliyorum.
Dinledikçe; üslubuna, kelimeleri net bir şekilde çıkarmasına, Türkçeyi çok güzel ve içten konuşmasına, özeleştirini yapmasına, pişmanlığını ifade etmesine ve doğallığına hayran kalırken düştüğü durumunu ise ibretle dinledim.
Bir zamanların ekranlardan düşmeyen, adından sıkça söz ettiren, paraya para demeyen Serdar Ortaç ne hale gelmiş, nereden nereye dedim.
Çok para kazandığı zamanlarda, edindiği ne kadar dairesi, apartmanları varsa oturduğu ev dışında hepsini kaybetmiş. Daha da ödenecek borcu varmış. Oturduğu evi kaç para eder bilmem ama sattığı takdirde borçlarımı ödeyebilirim diyor. "Borçlarımı kapatabilirsem, ne müzik söyleyeceğim ne beste yazacağım ne de ekranlara çıkacağım. Köyüme döneceğim" diyor.
Özeleştirilerinden anladığım kadarıyla, Serdar Ortaç'ı borç batağına sürükleyen, tüm mal varlığını elinden alan, üzerine de sağlığını kaybetmesine neden olan, yargılanmasına sebep olan ve huzurunu kaçıran şey kumar belası. Bunu da bir videosunda şöyle ifade ediyor o güzel Türkçesiyle: "Hayatta yaptığım en büyük hatadır. Bir daha dünyaya gelsem, yapmayacağım tek şeydir kumar oynamak. Daha büyük bir hata olamaz yani".
Bir diğer videosunda ise şöyle diyor: "Hayattaki en kötü şeydir. Psikolojini bitirir. Maneviyatını bitirir. Para kaybedersin, paranı bitirir. Bir de yukarı uyumaya çıkarsın, uykunu bitirir. Ertesi günü kalkarsın, gününü bitirir. Bitirmediği şey yok kumarın. Bir şeyi açtığını görmedim".
Ekranı kaydırdıkça hep Serdar Ortaç’a ait bu tür kısa videolar gelmeye devam etti. Daha fazlasını izlemeye içim elvermedi. Çünkü sanatçının bu durumuna üzülmemek elde değil.
Ocakları söndürür, insanı sürüm sürüm süründürür dedikleri bu olsa gerek.
Serdar Ortaç düştüğü bu durumunu belki de ibretlik olsun diye ekran ekran anlatıyor. Düştüğü duruma üzülsek de bir amme hizmeti yapıyor. Çünkü vermek istediği mesaj, beni bu hale kumar getirdi. Sakın ola yaklaşmayın demeye getiriyor.
Hutbe ve vaazlarda veya devletin ilgili kurumlarının, kumarın kötülüğüne dair açıklamalarından ziyade, Serdar Ortaç’a ait bu kısa videolar, kumarın ne menem bir kötülük olduğu konusunda daha etkili olur. Bence eşekten düşen ve bu durumu hakkalyakin yaşayan biri olması yönüyle Sayın Ortaç’a ait videolar, kamu spotu olarak tüm ekranlarda belirli aralıklarla yayımlanmalıdır. Özellikle kumara yeltenen, kumara yeni başlayan, kumar oynayan ve bağımlısı olan insanımızı bu bataklıktan kurtarmak için bu tür kamu spotları elzemdir.