26 Mart 2019 Salı

Siyasetimiz Ümit Vermiyor

Siyasetin içinde değilim ama içinde olmasam da çok da uzağında olmadım.  Çünkü siyasete karşı merakım var. Türkiye gündemini özellikle siyasetimizi, hangi siyasinin ne dediğini uzaktan da olsa takip ettim. Kendi çapımda her vatandaş gibi siyasi değerlendirmeler yapmaya çalıştım. 

Siyasetten ne zamana kadar uzak durmadım? 31 Mart mahalli seçimlerine kadar. Bu seçim sürecinde ne mi4tinge gittim ne TV açık oturumlarını izledim ne hangi adayın diğeri hakkında ne dediğini merak ettim ne aday ve parti liderlerinin konuşmalarını dinledim ne hangi şehri kim kazanır diye kafa yordum ne de partilerin seçim vaatleri beni heyecanlandırdı. Bu seçim sürecinde tam apolitik oldum desem yeridir. Bir şey kaybettim mi? Hayır. Pişman mıyım? Değilim. Mutlu muyum? Hem de nasıl! Apolitik olduğuma hiç bu kadar sevinmemiştim. Üstelik keyfime de diyecek yok.

Bir zamanlar politik davranırken niçin apolitik oldum? Bir zamanlar siyaseti takip ederken her seçimin ülkeyi daha iyiye götüreceğini, ülkeyi düzlüğe çıkaracağını düşündüm. Geldiğim nokta da siyasetten soğudum. Daha doğrusu benim için bir şey ifade etmiyor. Çünkü gördüğüm kadarıyla siyasette bir tükenmişlik var. Ülkede izlenen siyaset, siyasilerin kendilerini tekrarlamaktan öteye geçmiyor. Her biri kendi yerini sağlama almaktan öte bir şey düşünmüyor. Tüm yaptıkları kendi geleceklerini garantiye almak, inisiyatifi elden bırakmamak, gündemden düşmemek, liderliklerini tartışılmaz kılmak. 

Siyasilerimizde sorun mu var, beceremiyorlar mı? Allah var, görevlerini iyi yapıyorlar, güzel konuşuyorlar, ağızlarından bal damlıyor, gece-gündüz durmadan çalışıyorlar, hepsi ülkeyi çok sever görünüyorlar. Ama bu görüntülerinin arkasında benim gördüğüm her şeyden önce kendilerini, koltuklarını daha çok seviyorlar. Bunun için halkı kutuplaştırmaktan, ötekileştirmekten öte bir şey yapmıyorlar. Aday gösterirken bile bu işi en iyi kim yapardan ziyade kendilerine karşı çıkmayacak muti adayları belirliyorlar. Ülke borçluymuş, halk ekonomik dar boğazdaymış, vatandaşın alım gücü azalmış, işsizlik artmış, belediyeler borç batağındaymış gibi bir dertleri yok. Bakmayın bunlardan konuştuklarına. Bu işin edebiyatını yapıyorlar. Hepsinin tuzu kuru. Siz hiç ekonomik sıkıntı çeken bir siyasi gördünüz mü? Yine siz yaptıklarından ve yapmadıklarından dolayı bedel ödemiş, mağdur olmuş bir siyasi gördünüz mü?

Açıkçası ülkemde izlenen politika içime sinmiyor. Böyle bir siyaset bana ümit vermiyor. Politikacılar bana güven vermiyor. Bu atmosferde vereceğim oyun da bir anlamı yok görünüyor.



25 Mart 2019 Pazartesi

Diyanet Ne Yapmak İstiyor? *


Diyanet İşleri tarafından merkezi olarak hazırlanan Cuma hutbelerinde görmek istediğim,
İslam ve Müslümanları ilgilendiren her türlü konunun minberde ele alınmasıdır. Gönül ister ki her hafta ele alınan konu Müslümanlara yol çizsin, olaylara ne şekil bakmamız gerektiği konusunda İslam’ın görüşüne yer verilsin. Okunan hutbe bir hafta boyunca halk arasında gündem oluştursun.

İslam’ın işlenmesi gereken o kadar konusu, Müslümanları ilgilendiren o kadar mesele varken nedense hutbelerimiz belli konular üzerine yoğunlaşmış, birbirinin tekrarı durumundadır. Ne demek istediğimi bazı tarihlerde okunan hutbelerden birer kesit sunarak açıklamak istiyorum.

 Kur’an ve sünneti birbirinden ayırarak din istismarına kapı aralayanlara, şöhret ve çıkar devşirmeye çalışanlara karşı uyanık olalım. Sünneti bugünlere taşıyan hadis külliyatımızın güvenilir olmadığını iddia eden bir zihniyete asla itibar etmeyelim. Sahih sünneti Peygamberimize ait olmayan sözler ve hurafelerle istismar edenlere karşı da uyanık olalım.” (22/03/2019 tarihli “Kur’an ve Sünnet Bir Bütündür” başlıklı hutbeden)
Dinimizi doğru öğrenme ve yaşama konusunda bu iki kaynaktan taviz vermemektir. Kur’ân ve sünnetin arasına mesafe koymaya, bu en mukaddes değerlerimizi istismar ederek güç ve çıkar devşirmeye çalışanlara karşı uyanık olmaktır.”(02/02/2018 tarihli “Kur’an ve Sünnet” başlıklı hutbeden)
Hiçbir kimse ya da zümrenin, kendisini sünnetin tek hamisi olarak görmeye hakkı yoktur. Aynı şekilde sünneti itibarsızlaştırmaya ve devre dışı bırakmaya yönelik anlayış ve gayretler de beyhude birer çabadan ibarettir. Unutulmamalıdır ki Allah Resûlü (s.a.s)’in sünnet-i seniyyesi üzerinden ötekileştirici, ayrıştırıcı bir takım söylemler; kardeşliğimizi, muhabbetimizi, birlik ve beraberliğimizi zedeleyecektir.” (3.11.2017 tarihli “Sünnet:Nebevi kılavuz” başlıklı hutbeden)
Resul-i Ekrem’in şerefli sözleri olmadan Kur’an anlaşılamaz ve yaşanamaz. Bizi bu konuda ikaz eden yine bizzat Efendimiz’dir. O şöyle buyurur: “Sakın sizden birinizi, emrettiğim veya yasakladığım bir konu kendisine iletildiğinde, köşesine yaslanmış olarak cahilce, ‘Biz Allah’ın Kitabı’nda ne bulursak ona uyarız; hadis tanımayız!’ derken bulmayayım!” (12 Şubat 2016 tarihli “Peygambere İman Tevhidin Bir Gereğidir” başlıklı hutbeden)

Fark ettiyseniz 12/02/2016, 03/11/2017, 02/02/2018, 22/03/2019 tarihli hutbeler, sünnet yani sünnetin önemi üzerine. Kur’an ve sünnet dinin iki temel kaynağıdır. Elbet konu edilecek ve sünnetin önemine işaret edilecek. Çünkü sünnet Kur’an’ın açıklamasıdır aynı zamanda. Fakat Diyanet, sünnet üzerinde hutbe okutmayı sistematiğe bağladı. Diyanet, konu sıkıntısı mı çekiyor? Bazı konulara karşı bir rezervi mi var? Sık sık aynı konuları işlemek suretiyle “ettekrâru ahsen, velev kâne yüz sensen (180 kere de olsa tekrar güzeldir) diyerek bazı konuların önemine işaret etmek mi istiyor? Yoksa bazılarına cevap mı veriyor? Bahsettiğim haftalardaki hutbe konularının içeriğine bakarsak Diyanet, sünnet konusunu işleyerek birilerine cevap veriyor ve Müslümanları da bunlara karşı uyarıyor.

Hutbe konusu belirleme, hazırlama ve okutma yetkisi Diyanet’in uhdesinde. Hangi konuları seçeceğine kendisi karar verir. Sünnet konusunun işlenmesi konusunda da ihtiyaç hissetmiş olmalı ki üç yılda sünnet üzerine dört hutbe okuttu. İyi mi yapıyor, kötü mü yapıyor bilmiyorum ama bildiğim bu halkın sünnetle ve sahih hadisle bir meselesi yoktur. Halkın bu konuda bildiği birkaç akademisyenin ve birkaç okumuş insanın sadece Kur’an merkezli konuşmalarıdır. Lokal bir alanda cereyan eden bir meseleyi Diyanetin Cuma hutbeleri vasıtasıyla tüm camilere yaymasının tehlikeli sonuçlar verebileceğini düşünüyorum. Diyanetin sünnet üzerine tekraren okuttuğu bu hutbelerden halkın bir kısmı “Sünnette sorun olmalı ki hutbe konusu ediliyor” zehabına kapılabilir. Bence DİB, bu konuyu toplumun tüm katmanlarına yayacağına bu konuda farklı düşünen bir avuç insanı tek tek ziyaret ederek veya onları bir arada toplayarak işin vahametini anlatsa daha iyi bir iş çıkarmış olur. Onları ikna edemese bile en azından bu konuda basın ve ekranlarda hassas olmalarını isteyebilir. Bu alanda sorun varsa hadis alanında uzmanlaşmış kişilerden bir komisyon kurarak bu konuyu ilmi çerçevede masaya yatırmada öncülük yapabilir.

* 27.03.2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




24 Mart 2019 Pazar

Mülakatın Mucidinin Sevincine Diyecek Yoktur! *


Kamuya eleman alımında, idareci ve öğretmen seçiminde yazılı sınavlara ilaveten kriter olarak belirlenen sözlü mülakatın mucidi kimdir bilmiyorum. Ama iyi bir iş çıkardığı belli. İcadıyla ne kadar gurur duysa azdır. Çünkü ortaya koyduğu kriter kamuya eleman ve öğretmen alımında, yönetici seçiminde KPSS ve diğer yazılıların önünde belki de tek kriter bugün.

Sözlü mülakatlara şartları tutup istekli olarak müracaat edenlerin arasından en az üç katı aday davet ediliyor.  Sırası gelen aday komisyonun huzuruna girerek üç beş dakika duruyor, kendisine daha önce hazırlanmış sorulardan kura ile kapalı bir zarf çektiriliyor. Adayın sorulan soruları bilip bilmemesi önemli değil. Tüm soruları bilse bile geçer puan alamayacağı gibi hiçbir soruya cevap vermediği halde yüksek puan alabiliyor. Çünkü bu sınavın kriteri komisyonun gözüne, gönlüne  ve daha önceden oluşturulan listeye girmektir.

Mülakat sonuçları açıklanınca mülakata giren üç katı adaydan iki katı elenir, bir katı sevindirilir. Durum üç aşağı, beş yukarı böyledir. Sonuç, bir mülakat sonucundan hoşnutsuzların oranı memnun olanlara oranla iki kat daha fazladır. Kaç yıldır uygulanan bu mülakat sistemi sadece hoşnutsuzların oranını artırmaktadır. Hoşnutsuz olanların sayısındaki artış ne anlama gelir?
*İnsanlar geleceğe dair endişe taşır, umutları yok olur, ümidini keser.
*Kimseye güvenleri kalmaz.
*Ehliyet ve liyakatin geçer akçe olmadığına inanmaya başlar.
*Kendisini mağdur olarak görür. Hakkının yenildiğini düşünür.
*Toplumsal barış zedelenir.
*Hakkını yiyenlere düşman kesilir. Eline imkan geçtiği zaman kendisine yapılanın aynısını veya daha beterini o da yapar.
*Herkes referans arayışına girer.

Niçin böyle olur? Çünkü mülakat dendi mi bizim insanımızın aklına torpil ve adam kayırmacılık gelir. İltimasın olduğu yerde toplumsal barış zedelenir. Devletle toplumun arasını açar. Hal böyle iken sorumlu kişilerin mülakat sistemini hala devam ettirmesini anlamak mümkün değil. Aslında bu uygulamaya devam etmek demek iktidarın kendi topuğuna kurşun sıkması demektir. Çünkü demokrasinin gereği bu ülkede belli periyotlarla halkın karşısına sandık konur. Mülakat sonuçlarından mağdur olduğunu söyleyenler her sene kartopu gibi artmaktadır. Merak ediyorum, bu mağdurlar kime oy verir? Mağduriyetinin müsebbibi olarak iktidarı görecek ve oyunu muhtemelen muhalefete verecektir. Bir puan fazla oy alacağım diye uğraşan ve didinen bir iktidar, mülakat zedelerden oy kaybına uğrayacağını niçin düşünmez? Üstelik oy vermede alternatiflere yönelecek olanlar sadece mülakata giren reşit kişilerden ibaret değil. Her bir mağdurun annesi ve babası var. Pekala, oğlumun hakkı yendi, kızım mağdur edildi deyip faturayı iktidara kesebilir.

Burada her mülakattan elenen haksızlığa uğradı demek istemiyorum. Mülakat, mantığı itibariyle dedikoduları beraberinde getirir. Allah aşkına devlet çalışacak kişiyi seçmede mülakattan başka bir yol bulamadı mı? Bu kadar aciz mi? Eğer devlet terör bağlantısı olanları eleme düşüncesiyle mülakatlara can simidi gibi sarılıyor ve aklına başka bir şey gelmiyorsa herkesin söylediğini ben buradan söyleyeyim. Devlette görev almaya talip olacakları, öğretmen olacakları, idareci olmayı düşünenleri yazılı sınava müracaatlarıyla birlikte güvenlik soruşturmasından geçirmesi, güvenlik soruşturmasından geçemeyenlerin sınava müracaat etmesi yasaklanabilir. Böyle kişiler e devlet'ten kendini sorgular. Orada "Şu gerekçeyle bu sınava giremezsiniz" uyarısını görebilir.

Uzatmayayım, kimsenin memnun olmadığı bu mülakat kriterinin tek memnun olanı öyle zannediyorum mülakat önerisini getirendir. Bunun patenti bana ait, oh ne güzel! Devletle milletin arasını açtım diye sevinir, durur.

*20/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



23 Mart 2019 Cumartesi

Hayata Kimlerin Penceresinden Bakıyoruz? ***


Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki önümüze ne koyuyorlarsa onunla hemhal oluyor, onu konuşuyoruz. Çünkü gündemi biz belirlemiyoruz. Neyi konuşmamız gerekiyorsa o dayatılıyor bize. Hasılı, başkasının belirlediği gündemleri yaşıyoruz. Dayatılan gündemin bizi alakadar etmesi önemli değil. Yazılı ve görsel medyada konuşulanı dinleye dinleye kendimizi ister istemez gündemin içinde buluyoruz veya yuvarlıyorlar bizi. Yersen...

Bizim bu durumumuz tabir veya teşbih yerinde olursa çoban nezaretinde güdülen dört ayaklı canlılara benzer. Bu dört ayaklı, koyun keçi gibi küçükbaş veya sığır cinsinden büyükbaş olabilir. Sürüde yer alan hayvanın boynunda ip olmasa da güdülmesi çobana aittir. Çobanın elindeki sopanın anlamı şudur: Sürünün içinde olan hayvan istediği merada otlanamaz, ben bu ottan bıktım, falan ottan yiyeceğim ya da ben bugün otlanmaya gitmeyeceğim şeklinde bir seçeneği yoktur, ahır veya ağılda önüne ne konursa yaşamak için onu yemek zorundadır. Yani hayvan kendi başına hareket edemez. Kazara ben başıma buyruk takılacağım diyen hayvan en hafifinden yiyeceği sopaya hazır olması gerekiyor. Sırtından sopa eksik olmadığı gibi sürüden ayrılanı kurt kapar korkusu hayvana yeter de artar bile.

Akıllı, özgür, sorumlu ve düşünebilme yeteneğine sahip biz insanın durumu farklı mı? Bugünkü görüntümüzle hayvanlara göre özgürlük alanımız biraz geniş olsa da pek farkımız yok. Bizim önümüze ne konuyor, ne dayatılıyorsa onu yaşıyoruz. Gündemi siyaset belirliyor, basın bu gündemi piyasaya sürüyor. Biz de sürülenin ya karşısında ya da tarafında yerimizi alıyoruz. Siyaset, gündemden bıkıp önümüze başka gündem sürünceye kadar bize dayatılan gündemle oturup kalkıyoruz. Her gündem de siyahla beyaz gibidir. Kimimiz beyazın, kimimiz siyahın safında yer alırız. Yahu benim derdim başka deme şansın yok. Önüne konanı yiyeceksin. 

Çoğu yapay olan gündemlerden kasıt bir kamuoyu oluşturmaktır, gündemi dayatanlar bizi bize bırakmazlar. Gündeme dair ne şekilde düşünmemiz ve tavır almamız gerektiğini de bir güzel işlerler. Onlar kimi düşman ilan etmişse biz onu düşman belleriz. Onlar bizi kiminle korkutursa ondan korkarız, onlar kimi dost edinmişse onu dost ediniriz.

Bakmayın siz akıllı ve irade sahibi, düşünen bir varlık olduğumuza. Bize dayatılan pencereden hayata bakmaya başlıyoruz. Tıpkı merada yayılan hayvanları gütme inisiyatifi tartışmasız çobanda olduğu gibi bizim güdülmemiz de bize gündemleri belirleyenlerin elindedir. Tek farkı birinin önünde güdülen dört ayaklı, öbürünün önündeki iki ayaklıdır. 

Bizi güden çobanı ister beğenelim, ister beğenmeyelim, hayattan ister zevk alalım, ister almayalım hali pürmelalimiz budur. 

***16/05/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.






22 Mart 2019 Cuma

Siyaseten Yanlış mı Yapıyoruz Acaba?


Biz bu ülkenin  beka sorunu var, terör örgütü ülkeyi bölüp parçalamaya çalışıyor, legal hüviyeti olan parti, dünyanın terör örgütü kabul ettiği PKK ile bağını koparmıyor, üstelik PKK'yı terör örgütü olarak görmüyor, sırtını terör örgütüne yaslıyor, gücünü kanlı terör örgütünden alıyor. Bunlar terörist deyip yöneticilerinin çoğunu yargılayıp hapse atsak da HDP barajın üstünde bir oy almaya devam ediyor. 

HDP, barajı aşmak ve Mecliste temsil edilmekle kalmıyor. Yeni Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte partilerin seçimlere ittifak yaparak girdiği bir ortamda HDP'ye oy veren seçmen kilit rolü oynuyor. Kritik öneme haiz bazı seçim bölgelerinde bu partinin seçmeni hangi tarafa meylederse o ittifak seçimi kazanacak görünüyor. Güneydoğu bölgesinde birçok il ve ilçede terör örgütüyle iltisaklı olduğu gerekçesiyle HDP'li belediye başkanları görevden el çektirilip yerine kayyum atansa bile bu parti, Güneydoğu bölgesinde liderliği kimseye kaptırmıyor. İşin garibi bu partinin sadece bir bölgede lokal başarısından öte birçok büyükşehirlerde kaç vekil çıkaracak şekilde oy alabiliyor. 

Biz, bu parti barajı aşmasın, fazla vekil çıkarmasın, çok tehlikeli bir parti deyip her türlü uyarıyı yapsak da sanki tüm uyarılar bu partiye yarıyor gibi. Neden böyle? Bir yerde bir hesap hatası mı yapılıyor, uygulanan strateji ve izlenen siyasette bir sıkıntı mı var acaba? Çünkü ne yapılırsa yapılsın bu parti, gücünü kaybetmiyor. Gücünü kaybetmekle kalmıyor. Yeni mevziler kazanmaya devam ediyor.

HDP'yi terörist  ilan etmek, HDP'ye oy verenler terörist değil demek işe yaramıyor. Hazırında seçmenini etrafında kenetliyor. Hatta düşünce olarak kendisine sıcak bakmayan bazı kesimlerin de oyunu alıyor. O zaman bir yerde hesap hatası yapılıyor. Böyle giderse bu hesap hatası bu ülkeye çok pahalıya mal olacağa benziyor.

Gördüğüm HDP'ye oy verenler bu partiye tek nedenle oy vermiyor. Kimi Kürtlerin hamisi diye veriyor, kimisi bu partiye verilecek her oy iktidarın aleyhine olduğu için veriyor, kimi bu partinin düşüncesine katılmamakla beraber kendi insanı olduğu için veriyor, kimi kendisini dışlanmış hissettiği için veriyor, kimi kendisini tehdit altında hissettiği için baskıyla veriyor. Hangi sebeple verirse versin, HDP bu ülkede taban bulmaya başladı. Bugünkü izlenen siyasetle bir kesimin bu partiye oy vermesi engellenemeyecek görünüyor. Saha çalışması yapanlar HDP ile seçmeninin arasındaki ince çizgiyi tespit edip ona göre bir strateji belirlemesi gerekiyor. 


21 Mart 2019 Perşembe

Nevruz


Günler, aylar, mevsimler, yıllar Allah'ın bize bahşettiği günlerdir. Yazı var, kışı var, güzü var, baharı var. Her bir mevsimin ayrı bir yeri var. Soğuğu, sıcağı, serinliği hep bizim için. Birbiri ardı sıra birbirini takip ediyor durmadan. Günler ayları, aylar mevsimleri, mevsimler yılları kovalıyor. Hep kış olsa hayat çekilmez, hep sıcak olsa hayat yine çekilmez olur. Gönlümüz hep bahardan yanadır. Ama bazı ürünlerin yetişmesi için soğuğu da göreceğiz, sıcağı da. 

Küçücük ülkemizde dört mevsimi yaşıyoruz. Bundan dolayıdır ki her türlü ürün yetişiyor bu ülkede. Burkina Faso'ya gidip gelen bir arkadaşım, bu ülkede buğdayın yetişmediğinden bahsetti. Çünkü hava sıcaklığı 18 derecenin altına  hiç düşmüyormuş. Bunu duyunca bize dört mevsimi yaşatan, her türlü ürünü almamızı sağlayan Rabbimize binlerce şükretsek azdır. Yoksa kim istemez baharın gelmesini, kim sevmez baharı, kim istemez toprağın yeşermesini. Her birimizin gözdesidir bahar. Dört gözle bekleriz baharı. Çiçeklerin açmasını, ağaçların tomurcuklanmasını görünce içimiz açılır. Sanki bir cennet havası çıkar ortaya. 

Hayat sadece bahardan ibaret olsa belki de baharın kıymetini bilemeyiz. Yazın yanarız. Allah ardından güzü gönderip serinletir bizi. Ardından kışı görür, üşürüz. Baharın özlemini duyarız. Zaman bu şekilde alıp gidiyor.

Her ne kadar bu sene doğru dürüst kış görmesek de fazlaca üşümesek de yine bekliyor insan baharı. Beklemekle kalmayıp üstelik bayram olarak kutluyoruz baharın gelişini. İşte geldi yine yeni bir bahar. Bu bayramı sadece biz değil Afganlar, Türkler, Arnavutlar, Azeriler, Farslar, Gürcüler, Karakalpaklar, Kazaklar, Kırgızlar, Kürtler, Uygurlar, Özbekler, Tacikler, Türkmenler ve Zazalar da kutluyor.  Kimi 21'inde, kimi 22 veya 23'ünde kutlar bu bayramı. 

Bu bayramın adı Nevruz'dur. Bayram yapacak kadar var. Çünkü bugün baharın müjdecisidir, kış uykusuna yatmış doğanın yeniden dirilişidir, yeni yıldır, yeni gündür, baharın bayramıdır. 

Allah'ın günleri, ayları arasında bir fark, bir üstünlük olmasa da baharın ayrı bir yeri var. Sadece mevsimsel özelliğinden değil. Bahar aynı zamanda bir umuttur, hayata olumlu bakışı simgeler. Adaletsizliğin, hukuksuzluğun, akan kanın son bulacağı umudunu taşır bünyesinde. Hayatımızdaki olumsuzlukların bahar gibi olmasını isteriz.

2019 baharının müjdecisi Nevruz'un hayatımızda yeni bir sayfa açmasını, insanların kardeşçe geçinmesini, akan kanların durmasını, mağdurların mağduriyetlerinin sona ermeye başladığı bir gün olmasını temenni ediyorum. Allah mutluluğumuzu daim eylesin, huzurumuzu bozmasın. 





Camiam Eleştiriye Gelmiyor

Doğru dürüst dinimi yaşayan biri olmasam da dindar-mütedeyyin camiaya ait hissederim kendimi. Bu camianın içinde büyüdüm. Bir bilgi birikimim varsa bu camianın içerisinde bulunmak suretiyle elde ettim. Yaptığım iyi, doğru, güzel şeyler varsa bu camianın bana kazandırdığıdır. Hata ve yanlışlarım ise kendimden kaynaklanan birer nakısamdır.

İçinde bulunduğum veya kendimi ait hissettiğim camiam her ne kadar bugün devlet yönetiminde ise de bu camianın dününe baktığımız zaman devleti yöneten elit tabaka tarafından horlanmış, dışlanmış, hayat hakkı tanınmamış bir kesim olduğu görülecektir. Önceleri fikirleriyle alay edilmiş, biraz sesi yükselmeye başlayınca gerici, yobaz olarak görülmüş, hakarete uğramıştır. Fikrini açıklayınca 163. veya 312.maddeden ceza almış mağdurlarımızın sayısı az değildir. Mütedeyyin insanların çatısı altında toplandığı, oyunu verdiği parti belli periyotlarla kapatılmış, yerine yenisi açılmış, peşinden onlar da kapatılmıştır. Gerekçe de irticaın odağı olmaktı hep. Okumak isteyenlerin önleri katsayı engeliyle kesilmiş, dinin emri olan başörtüsü taktığı gerekçesiyle okulundan ve kamu görevinden atılan insanlarımızın sayısı da az değildir. Hasılı rejimin gözünde vebalı insanlardık.

Camiamın fazla bir istediği yoktu. Dini yaşantısından dolayı çocuklarımızın eğitimi engellenmesin. İnsanlar rahat bir şekilde dini vecibesini yerine getirsin; ülkede inanç, fikir, kanaat ve ifade hürriyeti olsun. Fikirlerin önündeki engeller kalksın. Ülkede adalet olsun, haksızlıklar olmasın vs idi.

Sonunda devir değişti. Allah bize eziyet edenlerin elinden iktidar gücünü aldı, bize verdi. Bayrağı biz devralmıştık. Artık denenme sırası bizdeydi. 

Bayrağı devraldıktan sonra Allah var, iyi çalıştık. Ülke yıllardır görmediği hizmeti gördü. Vatandaş devletle barıştı. Bize soğuk bakan çoğunluk bile bize sempati duymaya başladı. Hizmet geldikçe vatandaş da kredisini eksik etmedi, sevdi bizi. Sevgi ve sempatide bir azalma olsa da vatandaş kredisini tamamen çekmedi. Ama böyle giderse bu sevgi azala azala biteceğe benziyor.

Niçin böyle olduk? Nedenleri çoktur. Burada niyetim sevginin azalma nedenlerini saymak değil. Ama şunları söylemeden edemeyeceğim: Sanki biz savrulduk, yozlaştık, şımardık; para, güç ve koltukla imtihanı kaybettik. Eskisi gibi hatalarımızla yüzleşmiyor, kendimizi yenilemiyoruz. Eleştirinin hiçbir türüne gelmiyoruz. Tamam bizi kötülemek için yapılan eleştirilere hep birlikte karşı koyalım. Ama biz yapıcı eleştirilere de kapımızı kapattık. İçten gelen eleştiri ve önerilere de tahammülümüz yok. Halbuki dost acı söyler, yüze söyler sözünü unuttuk. Kim konuşur, yazarsa en hafifinden şimdi zamanı mı diyoruz. Keşke bu kadarla kalsa, ya nankörlükle itham ediyoruz ya ihanet etmekle suçluyoruz. Kapı dışarı ediyoruz. İşinden ediyoruz. Gözünle dizine dursun diyoruz.

Hasılı bize dün yapılanın aynısını bugün biz yapıyoruz. Dün bizi konuşturmuyorlar, bu ülkede fikir hürriyeti yok diyen biz, bugün eleştirileri ifade ve kanaat hürriyeti çerçevesinde görmüyoruz. Gerçekten biz niye böyle olduk? Niçin sorgulamıyoruz kendimizi? Aslında bir güzel sorgulasak  ve gereğini yapsak uzaklaşmaya yüz tutmuş gönülleri yeniden kazanabiliriz.

Merak ettiğim, dün elimizde imkan olmadığı için mi dürüsttük biz? Makam ve şöhret bizi eritmeye mi başladı? Allah imtihanı yüzünün akıyla geçenlerden eylesin.