23 Ekim 2016 Pazar
Kıssadan hisse...Arpa ve saman*
Eski Ramazanlardan birinde iki arkadaş adet olduğu üzere Anadolu köylerine ramazan hocalığı yapmaya çıktılar. Rahat birer köy bulmak için yollarına devam ederken bir akşam vakti yolları üzerindeki bir köyde misafir oldular.
Ev sahibi köylü irfan sahibi, umur görmüş biriydi iki arkadaş akşam namazı yaklaştığı için, hazırlanmak istediler. Biri abdest almak için dışarı çıktı. Ev sahibi köylü içeride kalana sordu. Arkadaşının tahsili, terbiyesi yeterli midir. Kur'an'ı iyi okur mu, tefsir ve hadis öğrenmiş midir? Odada kalan cevap verdi. Yok canım, ne tahsil ve terbiyesi, ne ilmi? Eşeğin biridir, bir şeyden anlamaz biraz şarlatandır, ona güveniyor.
Bu arada dışarı çıkan içeri girdi ve içerideki dışarı çıktı Köylü içeri girene de arkadaşı için aynı soruyu sordu O da arkadaşı için şöyle dedi. Sığırın biridir İlim ve edepten hiç nasip almamıştır İstanbul'da boşuna kaldırım çiğnemiştir.
İki arkadaşın hazırlanması bitince birlikte akşam namazı kıldılar. Namazdan sonra ev sahibi akşam yemeği getirdi ve iki arkadaşı sofraya buyur etti. Sofrada ağzı kapalı üç tabak yemek vardı. Ev sahibi bunlardan ikisini birer tane önlerine, diğerini de kendi önüne koydu. "Haydi buyurun" deyince herkes önündeki tabağı açtı. İki arkadaştan birinin tabağında arpa diğerinin tabağında saman vardı. Ev sahibi köylünün tabağında ise nefis bir tas kebabı bulunuyordu iki arkadaş şaşırdılar, kızarıp bozardılar. Ev sahibi onların bir şey söylemesine fırsat bırakmadan durumu aydınlatmaya başladı. Önce önünde arpa olana dönüp şöyle dedi. Arkadaşın senin için eşeğin biridir dedi. Bunun için sana arpa koydurdum. Çünkü bir kimseyi en iyi arkadaşı tanır. Kişiyi arkadaşından sorarlar. Sonra önünde saman olana döndü. Senin için de arkadaşın "sığırdır" dedi. En iyi sığır yiyeceği saman olduğu için senin tabağına da saman koydurdum.
Buyurun, afiyet olsun, dedi.
*Hikayeden çıkardığım sonuç; bir evde misafir olduğumda lavaboya çıkmamak. 23/10/2014
"...Nerede o eski öğretmenler..."
Eğitimde sorunumuzun olduğu herkesin malumu. Bunda hemfikiriz. Bir yerde sorun varsa sorunu çözmekten ziyade bir yılan başı ararız. Bulduk mu vururuz abalıya. Keyfimize diyecek olmaz o zaman. Bu şekilde sorunu çözmüş gibi oluruz.
Gözlemlerime göre bakanlık, yetkililer, veli, öğrenci ve halk nezdinde sorun olarak öğretmen görünmektedir. Herkesin ortak algısı, eskiye oranla maddi ve manevi imkanlar var. Okumaya önem veriyor herkes. Kimse eğitimde tasarruf yoluna gitmiyor. Bunca imkanın sağlandığı eğitimde beklenen başarı bir türlü gelmiyor. Eskiden kıt imkanlarla başarı geliyordu da şimdi gelmiyorsa o zaman geriye kim kalıyor? O zaman öğretmenler yetersiz... şeklinde ardı arkası kesilmeyen eleştiriler gelmeye devam ediyor.
Gerçekten eğitimimizin sos vermesinin sebebi nedir? Sorumlu tek başına öğretmen midir? Öğretmen sorumlulardan sadece bir tanesidir zannımca.
Nerede o öğretmenler sahi!.. diye başlarız söze. Ardından bugünkü öğretmenlere döndürürüz keserin ucunu. Evet eskiye oranla öğretmenlerde mesleğiyle ilgili bir itibar kaybı söz konusu. Bunun sebepleri üzerine yoğunlaşmakta fayda vardır. İtibar kaybında öğretmenlerin de payı vardır. Bu itibar kaybının tek nedeni başlı başına öğretmenin kendisi değildir: Yazılı ve görsel medyanın, Bakanlığın, vatandaşın, milli eğitim yöneticilerinin, veli ve öğrencilerinin de payı vardır. Öğretmenler üzerine oluşmuş epey bir algı/tespit vardır. Bu algı ve tespitlerin bir kısmı doğru olmakla beraber bir kısmı da dezenformasyondan ibarettir. Eğitimdeki tüm suçu öğretmene yıkmak gerçekle bağdaşmaz. Eğer tüm suçu öğretmene yıkarak eğitim düzelecekse buyurun hep birlikte öğretmenin üzerine yıkalım bu başarısızlığı.
Eğitim ve öğretimdeki başarısızlığı eleştirmek ve suçlu aramaktan ziyade ilk önce 80'lerden sonra toplumun tüm kesiminde gözle görülür bir şekilde hayat standardı, yaşayış, hayata bakış ve değer yargılarında tümden değişmeler meydana gelmiştir. Bu değişimi hesaba katmadan elde edeceğimiz sonuç sağlıklı olmaz. Toplumun tüm kesiminde isteyerek veya istemeyerek meydana gelen bu değişiklik ister istemez öğretmenlerde de bir değişikliğin olmasına zemin hazırlamıştır. 80'lerden önce hemen herkeste bir ideal vardı bir defa. Her sorumlu makamdaki kişinin birinci önceliği vatana hizmet idi. 80 sonrası bu mantalite dumura uğradı: Artık herkes ilk önce can demeye başladı. Yaptığım hizmetten ilk önce vatandan ziyade kendim faydalanmalıyım. Daha konforlu yaşamalıyım düşüncesi hakim oldu.
Şimdi eğitimdeki başarısızlığın nedenleri üzerinde durmak istiyorum:
1. Her kesimde olduğu gibi öğretmenlerde daha konforlu yaşayayım düşüncesiyle ek işe yöneldi. Çoğu etüt merkezlerinde, kurslarda çalışmaya ve özel ders vermeye başladılar. Devlet okulunda vermekle yükümlü olduğu dersten daha fazlasını kurumu dışında vermek suretiyle eforunu çalıştığı yerin dışında tüketmeye başladı. Tabir yerinde ise öğretmenler "Tam Gün Yasası" çıkmadan önceki doktorların durumunu yaşıyor. Branşı özel ders vermeye, etüt merkezlerinde çalışmaya müsait değilse gayri resmi emlakçilik, oto galericilik yapmaya başladı. Kimi de eşinin veya ailesinin işinde çalışmak suretiyle kendisine bir meşgale bulmuştur. Bazısı da hiç yapamazsa besicilik yapma yoluna gitmektedir. Kimi ziraatla uğraşmakta, kimi de pazarlamacılık yapmaya başladı. Hatta eşi adına açtığı iş yeri işletenler bile var. İstisnalar kaideyi bozmaz ama bir koltukta iki karpuz taşınmıyor maalesef. İkinci işine ağırlık veren birinci asil işini ihmal edebiliyor. Ek işinde yorulan devlet işinde dinlenme yoluna gidiyor. Öğretmenliğin dışındaki ek işler öğretmenin dersine hazırlıksız gitmesine sebebiyet verir oldu.
2. Öğretmenin okulunda tüm gün bulunmaması yine öğretmenin itibarını halk nezdinde düşürmektedir. Çünkü kimi okullar ikili öğretim yapıyor. Böylece öğretmenin yarım günü boşa çıkmaktadır. Ya da çalıştığı okulda ve eğitim bölgesinde yeterince girebileceği ders yükü olmadığından haftanın her günü okula gidememektedir. Kendisini boşlukta bulan öğretmen ya ikinci bir iş yoluna gidiyor, ya da ev-çarşı arasında mekik dokumak suretiyle sürekli halkın arasında gezince insanlar bu öğretmenler de hep boş duruyor denmesine sebebiyet verilmektedir.
3. Öğretmenin 15 günü ocakta, 2 ayı da yazın olmak suretiyle yaptığı 2.5 aylık tatil herkesin gündeminde. Ağzını açan "Öğretmenler 3-4 ay tatil yapıyor" demeye başlıyor. Okulların kapanacağı son haftalarda çocuğunun okula gelmemesini veliler ve esnaf öğretmeni de tatil yapıyor algısına itmektedir. Vatandaş uzun tatil imkanı veren Bakanlığa serzenişte bulunacağı yerde öğretmene kızıyor. Devlet çalışma şartlarını düzenledi, tatili kısalttı da öğretmen mi karşı çıktı anlamakta zorlanıyorum gerçekten.
4. Hiç olmadığı kadar öğretmenlik şeffaf hale geldi: Öğretmen kimsenin çalışma şartlarını ve aldığı maaşını, kazancını ve yan ödemesini bilmediği halde her kesim öğretmenin maaşının ne kadar olduğunu, ek dersini ne zaman alacağını, eylül ayında aldığı 'Eğitim ve öğretim ödeneğini' ve hangi ayda maaşına zam geldiğini, ne zamandan itibaren enflasyon farkı alacağını bilir oldu. Öğretmenlikteki gizemlilik kalktı. Herkes öğretmenin ne yapamayacağını, ne yapması gerektiğini bilir ve öğretmene öğretir noktasına geldi. Çünkü eğitimin görünen yüzünde hep öğretmen vardır.
5. Eski öğretmenini özlemle yad edip "Nerede o eski öğretmenler" diyen veli, "Nerede o eski öğrenciler" demeyi ihmal ediyor. Dün çocuğunu "Eti senin kemiği benim" diyen veli bugün: "Çocuğuma yan bakan karşısında beni bulur noktasına geldiğini unuttu maalesef. Dün eğitimdeki başarısızlığı kendi çocuğunda bulan veli bugün suçu öğretmene atma yoluna gidiyor: "Aslında çocuğum çok zeki, ama okulda ve öğretmende iş yok" diyerek egosunu tatmin etme yoluna gidiyor.
6. Herkes her türlü sorumluluğu öğretmene yüklüyor... Çocuk ders çalışmayacak, okulda ve sınıfta dersin işlenmesini engelleyecek...ne yapıp edip öğretmen iyi ders işleyecek, sınıfı susturacak. Susturma esnasında çocuğa hiçbir şey yapamayacak. Öğretmen hiçbir ceza vermeden tüm maharetini gösterecek. Yani ağzıyla kuş tutacak. Çocuğa bilgi öğretecek, çocuğu uçuracak yani. Asla sınıfta bırakamayacak. Hiç yetkisi olmayan etkisiz eleman olacak ama başarı sağlayacak.
7. Öğretmenlikteki gizemlilik ortadan kalktı...Eskiden öğretmenin sayısı az idi, maaşı az da olsa değerliydi. Şimdi her evde neredeyse bir öğretmen var. Eskiden öğretmen bilginin tek kaynağı idi. Saman kağıdından yapılma deftere ne yazdırırsa bilgiye susamış, hevesliler tarafından ezberlenip yutulurdu neredeyse. Yani bilgiyi öğrenci ilk defa öğretmeninden duyar ve öğrenirdi. Şimdi öğrenci bilgiyi daha okula gelmeden evinden, özel dersten, etüt merkezinden, sanal alemden, yardımcı kaynaktan... öğrenerek geliyor. Ya da öğrenci dersi tam dinlemiyor, nasılsa ben bu bilgileri falan yerden öğrenirim diye düşünüyor. Öğretmenlerin yapması gereken resmi yazılar daha öğretmenlere ve okul idaresine gelmeden sanal alemden, yazılı ve görsel medyadan sağır sultan duyuyor...öğretmen para toplayamaz, yardımcı kaynak aldıramaz, çocukların kulağını çekemez...vs.
8. Bir okulda öğretmen bir hata yapsa veli, vatandaş okulu basar. Görsel ve yazılı medya okulu ve öğretmeni haber konusu yapar. Cumhuriyet savcılığı harekete geçer...Hep birlikte bu öğretmene had bildirilmeye çalışılır. Kimse çalışma şartlarını, ortamı hesaba katmaz. Veli evinde iki çocuğuna sahip çıkamaz, durdurmakta zorlanır. Gerekirse çoluğunu, çocuğunu kırar geçirir. Ama okulda öğretmen eli kol bağlı olacak. Elindeki sihirli değnekle her şeye hakim olacak.
9. Öğretmenin okulda yaptığı bir hareket aynı günde öğrenci sayısınca bir çok eve yayılır. Veli okulu ve öğretmeni çocuğunun ağzıyla tanır ve ona göre yargılar.
10. Öğretmen yardımcı kaynak aldırsa da suçludur, aldırmasa da. Aldırsa aldırıyor denir, aldırmasa "Bu adam niye aldırmıyor" denir.
11. Çocuğu başarılı olan veli kerameti çocuğunda bulur, başarılı olmayan ise tüm suçu öğretmene atar.
12.Mevzuatta, eğitim sisteminde yapılan değişikliklerden en büyük darbeyi öğretmenler yer. Vatandaştan gelebilecek her türlü eleştirilere öğretmenler muhatap olur. Bir sistem daha oturmadan diğer sisteme geçilmektedir.
13. Öğretmen önüne gelen hiçbir öğrenciyi eleme yoluna tabi tutmadan mezun etmek zorundadır. Okulun altını üstüne getiren ile örnek öğrenci aynı okul ve aynı sınıf ortamında mezun edilecektir. Ben okumayacağım diye bar bar bağıranları bile "Sen okuyacaksın yavrum" demek zorundadır. Çürükleri ayıklamadan aldığı gibi mezun etmelidir.
14. Okullardaki sık sık öğretmen ve idareci değişimi de yine eğitim ve öğretimdeki başarısızlığı getiren etkenlerden biridir. Eskiden yaz döneminde bir defa yapılan yer değişimi neredeyse tüm yıla yayılmıştır. Bir seyir oyunu olan futbolda bile oyuncu maçlar başlamadan aylar öncesinden satın alınır, takıma monte etmeye çalışılır, uyum süreci atlatılmaya çalışılır. Okullarda ise dönem içerisinde sürekli değişikliğe gidilmektedir. Öğretmenin bir okula uyum süreci nedense dikkate alınmaz.
15. Öğretmen alımında sürekli olan belirlenmiş bir atama kriteri yoktur. Bakanlığın plansızlığını nedense hep okullar çeker. Bakanlığın yıllara göre branş bazında bir öğretmen planlaması yoktur. Üniversiteler durmadan mezun vermektedir. Dışarıda atanmayı bekleyen binlerce alternatifi var öğretmenin. Bir defa alternatifi olan bir mesleğin asla itibarı olmaz. Şimdilerde her branştan fazla mezun atanmayı beklerken Bakanlık dünkü öğretmen ihtiyacını alan değişikliği, ücretli öğretmen, sözleşmeli öğretmen, alanı dışından atamak suretiyle gidermeye çalıştı. Haftalık ders saatlerinde yapılan sık değişiklik bazı branşlarda fazlalığa sebebiyet verirken bazılarında da ihtiyacın doğmasına sebep oldu. Çocuğu iyi bir bölümü kazanamayan vatandaş: "Okusun, hiçbir şey olamasa öğretmen bari olur" düşüncesiyle hareket eder oldu.
16. Bir çok öğretmen okumuyor, 4-5 yılda fakülteden öğrendiğine hiç ilave yapmadan emekli oluncaya kadar öğretme yoluna gidiyor.
17. Bakanlık, MEM yetkilileri ve vatandaş okullarda her türlü etkinlik olsun, okullar sadece akademik başarıya odaklanmamalı, çocuklar sosyalleşmeyi okullarda öğrenmelidir, okullarda durmadan aktivite yapılmalıdır düşüncesine sahip. Okul bitince de "Sayın müdürüm, değerli öğretmenim! Nerede senin akademik başarın" diyerek hesap sorma yoluna gidiyor. İyi de siz hesap sorabilirken öğretmen size ve çocuğunuza: "Niye şu soruları çözmedi, niye çalışmadı, niye zayıf aldı" diyerek hesap soramıyor.
18. Sayıları bir milyonu bulan öğretmen camiası toplumun bir aynasını temsil eder. Bu büyük camia içerisinde her türlü insanlar görev yapabilir. Bu büyük camia içerisinde öğretmenlik yapmaması gereken, ehil olmayan kişiler de barınmaktadır tıpkı toplumun diğer iş bölümlerinde de olduğu gibi. Diğer meslek gruplarında biri bir hata yaptığı zaman Türkiye gündemine, basın ve medyaya fazla konu olmaz. Ama bir öğretmen kazara bir çocuk dövse, çocuğun sülalesi, devlet, basın kapının ağzına birikir öğretmeni linç etmek için. Öğretmeni biri bir sapıklık yapar, o okuldaki diğer öğrenciler etkilenir mi demeden basında haber konusu yapılmaktadır. Son zamanlarda sapık ararsanız, PKK'lı ve FETÖ örgütüne mensup birilerini ararsanız bol miktarda öğretmenler arasında bulabilirsiniz. Neredeyse darbeye katılan polis ve asker unutuldu, öğretmenler hala gündemdeki yerini korumaktadır. hangi taşı kaldırsanız maalesef öğretmen çıkıyor altından. Suç makinesi mübarekler! Bu meselenin de iyice irdelenmesi gerekiyor.
19. Öğretmenin yetkililer tarafından kamuoyu önünde eleştirilmesi öğretmenlerde de motive eksikliğine zemin hazırlamaktadır.
20. Okullarda görev yapan müdür ve yardımcısının belli bir kriter konmaksızın sürekli değişikliğe tabi tutulması... Öğretmenliğinin çoğunu müdürlük yaprak geçiren, bu arada asıl mesleği öğretmenliği unutan kişilerin öğretmenliğe döndürülmesi, hiç kriter konmadan ve idarecilik tecrübesi olmayan kişilerin yönetici yapılması da öğretmenin itibar kaybına sebebiyet veren etkenlerdendir.
Öğretmenin itibar kaybetmesinin öğretmenden ve öğretmenin dışından kaynaklanan bazı nedenlerini ifade etmeye çalıştım. Daha başka nedenler de vardır mutlaka. Öğretmen itibar kazanmadan eğitim ve öğretime katkısı olamaz. Biz eğitim ve öğretimden başarı bekliyorsak öğretmenleri tu kaka yaparak bir yere varamayız. Bu günün öğretmeni dünün öğretmenine göre daha bilgili, dünün öğretmenine göre daha az okuyor. Dünün öğretmenine göre ideali kalmamış. Toplumda bilerek veya bilmeyerek oluşturulan algı onları da okul ortamından soğutmuş, uzatmalara oynamaya itmiştir. Öğretmenin her şeyden önce tıpkı öğrenci gibi motiveye ihtiyacı vardır. Nasıl ki "Tam Gün Yasası" çıkmadan önce özel muayeneden beri gelmeyen, hastanede hastalarını adam akıllı muayene etmeyen, kimsenin beğenmediği doktorlardan bugün hastanelerde fazlasıyla faydalanılıyorsa öğretmenlerden de çok iyi fayda mülahaza edilebilir. Yeter ki objektif kriterler ortaya konsun, öğretmen alımından, öğretmen nakline varıncaya kadar bir dizi değişmez kurallar konsun. Öğretmenin eğitimi başarıya götürmek için veli ve öğrenci üzerinde yaptırımı olsun, eleme sistemi uygulansın, hangi öğretmenin ne kadar süreyle nerede çalışabileceğinin kriterleri belirlensin, hangi yere, ne zaman geleceği takvime bağlansın, öğretmenin öğrencisine neyi verebildiği, neyi veremediği objektif kriterlere göre belirlensin. Öğretmene hesap sorulabildiği gibi diğer paydaşlarına da hesap sorulabilsin. Çalışan, görevini hakkıyla yapan ödüllendirilsin, Görevini savsaklayan kişi ile yol ayrımına gidilsin.
Öğretmen camiası neyi, nerede, niçin eksik yaptık bunun öz eleştirisini yapsın. Öğretmen kendi kendini değerlendirmeye tabi tutarken veli eksikliğim nedir diyebilsin, Bakanlık nerede hata yaptım, öğrenci bu başarısızlıkta benim payım nedir diyebilsin...Herkes kendini eleştirsin. İnanın, başarı kendiliğinden gelir. Yeter ki derdimiz eğitim olsun, herkes kendi işini ve üzerine düşeni yapsın, üzüm yemek olsun.
Niyetimiz üzüm yemek değil de bağcıyı dövmekse vurun abalıya...işte öğretmen burada. 22/10/2016
22 Ekim 2016 Cumartesi
"Kalan sağlar bizimdir" denilen kesim*
Çalışanların içerisinde hemen hemen herkes kendi yaptığı
işin en zor olduğunu söyler. Kendisinden başka çalışanları ise "Ne iş
yapıyorlar ki" diye değerlendirir. Hangi iş kolu daha zor bilmem. Ama
sorumluluğunu üstlenmiş bir insana her iş zordur. Mes'uliyet duygusunu
taşımayanlar için ise her iş kolaydır.
Gözlemlediğime göre mesleklerin içerisinde işi en zor
olanlardan biri de doktorların yaptığı
iştir. Çünkü sabahtan akşama işleri hep hasta iledir. Yaptıkları her muayene
mutlaka risk taşır. Bir de gece nöbet usulü çalışmaları vardır ki vücutlarının
dayanması mümkün değildir. İşi icabı hasta karşısında hep ciddi ve asık suratlı
olmak zorundadır. Çünkü karşısında hasta vardır. Gülmek ve espri yapmak mizaçları
varsa bile dudaklarını ısırmak zorundadırlar, gülemezler. Zaten potansiyel
dövülecek gruplardan birini oluşturuyorlar.
Doktorların içerisinde de çalışma şartları iyi ve rahat
olanlar vardır. Ama içlerinde tıp fakültesi son sınıf olan intern (ön hekim)
doktorlar ve uzmanlığı kazanıp herhangi bir tıp fakültesinde asistan (araştırma
görevlisi) olan doktorlar vardır. Bu iki çalışanın çalışma şartları insanın
dudaklarını uçuklatır cinsten. Nöbetçi değillerse mesaiye tabiler. Ya bir de
nöbetçi iseler sabah 08.00-17.00 çalıştıktan sonra gece sabaha kadar nöbetçi,
ardından yeni bir güne başlayıp yine akşam mesai bitimine kadar yani 31-32 saat
çalışıyorlar. Buna vücut nasıl dayanır, nasıl hastaya bakacaklar, varın
gerisini siz düşünün. Nöbetleri esnasında az bir ara bulup kestirebilirlerse
öyle zannediyorum dünya onlarındır. İçinizden çalışıyorlarsa paralarını
alıyorlar diyebilirsiniz. İnanın para ile yapılacak bir iş değildir bu. Üstelik
yaptıkları iş insan sağlığı. Dalgınlığa gelmez. En ufak bir hata insanın
ölümüne sebebiyet verebilir. Üstelik intern iken çalışma ve tuttukları nöbetten
dolayı aldıkları para bugün üniversiteye yeni başlamış bir öğrencinin aldığı
burs/krediden daha düşüktür, hastanenin bütün hamaliye işlerini de yapmalarına
rağmen.
Bildiğim kadarıyla bir polis, hastanede çalışan bir ebe,
teknisyen, tekniker, hemşire, veznede duran bir görevli 24 saat çalıştığı zaman
iki gün istirahatli oluyor. Öyle zannediyorum diğer iş kollarının bir çoğunda
da nöbet usulü varsa bu şekilde istirahat yapabiliyorlar. İş intern ve
araştırma görevlisi olan doktora gelince maalesef vurun abalıya oluyor. Üstelik
hem intern hem de asistan doktor aynı zamanda öğrencidir. Sunum yapmaları, ders
görmeleri gerekiyor. Ayrıca fırsat bulurlarsa ders çalışıp sınava da girmeleri
gerekiyor. Her alanda bol miktarda eleman iş başı yaptırılırken buralara niçin
yeterince eleman verilmez anlamakta zorlanıyorum.
Biliyorsunuz tıpta okumak isteyen bir öğrenci 18
yaşında öğrenciliğe başlıyor. En erken 24-25 yaşında okulu bitiriyor. Eğer
herhangi bir alanda uzmanlık yapmak isterse en az 4-5 sene daha okuması
gerekiyor. En erken 30 yaşında öğrenciliği bitiyor. Burada okuyan çocukların
tıbbı kazanmak için lise hayatı yine aynı şekilde daha fazla efor sarf
ederek geçmektedir. Bu demektir ki tıp okumak isteyen biri en azından 30 yaşına
kadar Cahit Sıtkı TARANCI'nın deyimiyle ömürlerinin yarısını okumakla
geçirmek zorundadır. Ömürlerinin en hareketli yıllarını toplumdan soyutlanarak
geçiriyorlar. Sonra diyoruz ki doktorlar insanlara tepeden bakıyor, gördükleri
zaman görmezden geliyor, ilgilenmiyorlar, ağzının içinden konuşuyor diye.
Adamların tepeden bakmaya zamanları mı var. Ayakta uyuyorlar dense yeridir. Bu
çalışma tempolarına rağmen ayakta durduklarına şükretmek lazım. Doktorları
değerlendirirken mutlaka çalışma şartlarını da hesaba katmak lazım.
Tıp fakültesi son sınıf intern öğrencilerin ve uzmanlık
yapmak isteyen araştırma görevlisi doktorların çalışma şartlarını yetkililerin
gözden geçirmesinde fayda vardır. Olumlu yönde değişikliklerin yapılması
elzemdir ve acildir. Şakaya gelmez. Yazık bu çocuklara gerçekten.
Canlarımızı emanet edeceğimiz kişilerdir bunlar. Eğer sağ kalırlarsa bizim doktorlarımız olacak... 22/10/2016
*02/11/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Canlarımızı emanet edeceğimiz kişilerdir bunlar. Eğer sağ kalırlarsa bizim doktorlarımız olacak... 22/10/2016
*02/11/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
21 Ekim 2016 Cuma
Bankamatiklerin dünü bugünü
Güney Doğu'nun bir vilayetinde bir ilçede görev yaparken o zamanlarda maaş, ek ders gibi her türlü kazanımlarımızı okulun mutemedi marifetiyle alırdık. Tatil ve hafta sonlarına geldiği zaman ilk iş gününü beklerdik paramızı almak için.
İlk iş günü sabahında mutemet malmüdürlüğü, ardından bankaya gider, parayı çekmeye giderdi. Biz hacı bekler gibi onu beklerdik, birbirimize sorardık, parayı aldınız mı diye. geldiğini duyunca memur odasına doğru gider, sıra beklemeye koyulurduk. Kaç tane ödeme yapacaksa mutlaka küsuratlar düşülerek ödeme yapılırdı bize. Ayrıca mutemet ücreti de öderdik. Her eğitim ve öğretim yılında kimi mutemet tayin edeceğimize dair dilekçe alınırdı müdürlük tarafından. memurlar arasında maaş ve ek dersleri ben yapacağım mücadelesi olurdu hep.
Bize ödeme yaparken zorlanırdı mutemet. Yüzünden düşen bin parçaydı. Cebinden verir gibi olurdu. İki öğretmeni de beğenmezdi. Bunlara verdiğim para zoruma gidiyor dermiş bize anlatılana göre.
Yaz dönemlerinde maaşı almak da meseleydi. Çalıştığımız yerde yazı geçiren biri adına dilekçe verirdik maaşımızı alıp göndermesi için. O arkadaş alır, postane marifetiyle gönderirdi gittiğimiz ilin postanesine.
Birgün duyuru sirküsünde bir yazı gözüme çarptı: Maaşı bankadan veya mutemet aracılığıyla almak isteyenler ilgili sütunu işaretleyerek imzalasınlar diye. 60 kadar öğretmenin içerisinde bir ben "Bankadan bankamatik marifetiyle alınsın" seçeneğini işaretlemişim. Yanıma geldi bazı öğretmenler gülerek: Yine cinsliliğini göstermişsin. Sadece sen istemişsin bankayı, bunun sebebi nedir" dediler. Onlara: Arkadaşlar, mutemet bize maaşımızı verirken sanki bize ulufe dağıtıyor gibi davranıyor, küsuratları da bozuk yok düşüncesiyle gönlümüzü almadan cebe indiriyor. Haydi bozuk yok diyelim kesinti yaptı. Bazı zamanlar aynı anda maaş+ek ders+ vergi iadesi gibi ödemeleri aynı anda alıyoruz. Bize ödeme yaparken hepsini toplayıp vermiyor. Öyle verse her ayrı kalemdeki küsuratı kesemeyecek. Üstelik cebinden verir gibi suratını asması da işin cabası. Halbuki bankanın önündeki bankamatiğe gidip paranızı çekmek isterken bakiyenizin üzerinde bir miktar da yazsanız: "İstediğiniz bakiye uygun değildir, tekrar denemek ister misiniz" diye yazıyor. Üstelik kızmıyor, darılmıyor, küsuratı da kesmiyor. Yazın da gidip memlekette maaşımın posta ile gönderilmesini de beklemeyeceğim deyince "Ya hu sen gerçekten doğru söylüyorsun, müdüre gidip sirküyü yeniletelim" dediler. El hasılı yenilenen sirkü ile birlikte maaşımızı bankadan almaya başladık. Zaman zaman para çekerken limit üstü miktar yazıp: "Bakiyeniz uygun değil, tekrar denemek ister misiniz" yazısını görüp: Hocam, dediğin gibi yaptı banka. Hiç kızmadı derdi arkadaşlar. Gülüşürdük.
***
Konu madem bankamatikten açıldı, yine devam edelim. Bilin ki bazı bankamatikler kızıp sinirlenebiliyor da. Bakalım hak verecek misiniz? Yine aynı görev yerinde hafta sonu 5-6 arkadaş ailecek pikniğe gittik. Piknik yerinde bayanlar ayrı, erkekler ayrı oturduk. Çocuklar ise oradan oraya koştu durdu.
Nevalemizi yedik, muhabbete daldık. İçimizdeki tiryakiler sigarasını yaktı. Sigara içmeyen biri de heveslenip: "Verin bir tane de bana. Ben yakayım, anasına satayım" dedi. Sigarayı yaktı. Tam çekerken karşı taraftan eşlerimiz arasında eşi ev hanımı olmayan, kendisi gibi öğretmen olan hanımı kızgın ve sinirli bir şekilde seslendi: ...Bey! At elinden o sigarayı. Bak! Çocuk düştü, ağlıyor, kalk onu kaldır, getir" demez mi? Neye uğradığımızı şaşırdık. Kocası, tıpkı hanımının dediği gibi daha yeni yaktığı sigarasını attı, hiç sesini çıkarmadan birinin kaldırmasını bekleyen çocuğunu kaldırmaya gitti. Ardından biz baka kaldık. Ne oluyor diye birbirimize bakarken içimizden biri: "Anlaşılmayacak bir şey yok arkadaşlar! Eşinin bankamatiği onda olduğu müddetçe kadın bağıracak, eşi de içine atacak, tıpış tıpış dediğini yapacak. kadını konuşturan da parası zaten." dedi. Bizse yorum yok dedik.
Sigara içmesi doğru değil ama kadının bu şekilde düzeltmeye çalışması ya da böyle davranması hoş değildi. Başkasının yanında kocasını ezmemeliydi. Herkes böyle değildir biliyorum. Nasıl ki bizim mutemet başkasının da olsa cebine para girince tavrı değişiyorsa bu çalışan kadının da eline para geçiyor olması başkalaştırıyor kendisini. Herhalde orada kimse kocasını ayıplamamıştır. 20/10/2016
İlk iş günü sabahında mutemet malmüdürlüğü, ardından bankaya gider, parayı çekmeye giderdi. Biz hacı bekler gibi onu beklerdik, birbirimize sorardık, parayı aldınız mı diye. geldiğini duyunca memur odasına doğru gider, sıra beklemeye koyulurduk. Kaç tane ödeme yapacaksa mutlaka küsuratlar düşülerek ödeme yapılırdı bize. Ayrıca mutemet ücreti de öderdik. Her eğitim ve öğretim yılında kimi mutemet tayin edeceğimize dair dilekçe alınırdı müdürlük tarafından. memurlar arasında maaş ve ek dersleri ben yapacağım mücadelesi olurdu hep.
Bize ödeme yaparken zorlanırdı mutemet. Yüzünden düşen bin parçaydı. Cebinden verir gibi olurdu. İki öğretmeni de beğenmezdi. Bunlara verdiğim para zoruma gidiyor dermiş bize anlatılana göre.
Yaz dönemlerinde maaşı almak da meseleydi. Çalıştığımız yerde yazı geçiren biri adına dilekçe verirdik maaşımızı alıp göndermesi için. O arkadaş alır, postane marifetiyle gönderirdi gittiğimiz ilin postanesine.
Birgün duyuru sirküsünde bir yazı gözüme çarptı: Maaşı bankadan veya mutemet aracılığıyla almak isteyenler ilgili sütunu işaretleyerek imzalasınlar diye. 60 kadar öğretmenin içerisinde bir ben "Bankadan bankamatik marifetiyle alınsın" seçeneğini işaretlemişim. Yanıma geldi bazı öğretmenler gülerek: Yine cinsliliğini göstermişsin. Sadece sen istemişsin bankayı, bunun sebebi nedir" dediler. Onlara: Arkadaşlar, mutemet bize maaşımızı verirken sanki bize ulufe dağıtıyor gibi davranıyor, küsuratları da bozuk yok düşüncesiyle gönlümüzü almadan cebe indiriyor. Haydi bozuk yok diyelim kesinti yaptı. Bazı zamanlar aynı anda maaş+ek ders+ vergi iadesi gibi ödemeleri aynı anda alıyoruz. Bize ödeme yaparken hepsini toplayıp vermiyor. Öyle verse her ayrı kalemdeki küsuratı kesemeyecek. Üstelik cebinden verir gibi suratını asması da işin cabası. Halbuki bankanın önündeki bankamatiğe gidip paranızı çekmek isterken bakiyenizin üzerinde bir miktar da yazsanız: "İstediğiniz bakiye uygun değildir, tekrar denemek ister misiniz" diye yazıyor. Üstelik kızmıyor, darılmıyor, küsuratı da kesmiyor. Yazın da gidip memlekette maaşımın posta ile gönderilmesini de beklemeyeceğim deyince "Ya hu sen gerçekten doğru söylüyorsun, müdüre gidip sirküyü yeniletelim" dediler. El hasılı yenilenen sirkü ile birlikte maaşımızı bankadan almaya başladık. Zaman zaman para çekerken limit üstü miktar yazıp: "Bakiyeniz uygun değil, tekrar denemek ister misiniz" yazısını görüp: Hocam, dediğin gibi yaptı banka. Hiç kızmadı derdi arkadaşlar. Gülüşürdük.
***
Konu madem bankamatikten açıldı, yine devam edelim. Bilin ki bazı bankamatikler kızıp sinirlenebiliyor da. Bakalım hak verecek misiniz? Yine aynı görev yerinde hafta sonu 5-6 arkadaş ailecek pikniğe gittik. Piknik yerinde bayanlar ayrı, erkekler ayrı oturduk. Çocuklar ise oradan oraya koştu durdu.
Nevalemizi yedik, muhabbete daldık. İçimizdeki tiryakiler sigarasını yaktı. Sigara içmeyen biri de heveslenip: "Verin bir tane de bana. Ben yakayım, anasına satayım" dedi. Sigarayı yaktı. Tam çekerken karşı taraftan eşlerimiz arasında eşi ev hanımı olmayan, kendisi gibi öğretmen olan hanımı kızgın ve sinirli bir şekilde seslendi: ...Bey! At elinden o sigarayı. Bak! Çocuk düştü, ağlıyor, kalk onu kaldır, getir" demez mi? Neye uğradığımızı şaşırdık. Kocası, tıpkı hanımının dediği gibi daha yeni yaktığı sigarasını attı, hiç sesini çıkarmadan birinin kaldırmasını bekleyen çocuğunu kaldırmaya gitti. Ardından biz baka kaldık. Ne oluyor diye birbirimize bakarken içimizden biri: "Anlaşılmayacak bir şey yok arkadaşlar! Eşinin bankamatiği onda olduğu müddetçe kadın bağıracak, eşi de içine atacak, tıpış tıpış dediğini yapacak. kadını konuşturan da parası zaten." dedi. Bizse yorum yok dedik.
Sigara içmesi doğru değil ama kadının bu şekilde düzeltmeye çalışması ya da böyle davranması hoş değildi. Başkasının yanında kocasını ezmemeliydi. Herkes böyle değildir biliyorum. Nasıl ki bizim mutemet başkasının da olsa cebine para girince tavrı değişiyorsa bu çalışan kadının da eline para geçiyor olması başkalaştırıyor kendisini. Herhalde orada kimse kocasını ayıplamamıştır. 20/10/2016
20 Ekim 2016 Perşembe
"Beyefendi bizi görmeyecek misiniz?"*
Türkiye'de problem çok. Çöz çöz bitmez. Zaten de çözülmez.
Bunca gündemin arasında belki de bir çoğunuzun mesele olarak görmediği sosyal bir konuya eğilmek istiyorum bugün. Nerede bir iş yaptırsanız hesapta
olmayan küçük bir meseledir aslında karşınıza çıkan. Küçük olmasına küçük ama sıfırı
tükettiğin zaman çıkıyor. Üstelik önceden konuşulmamıştır.
Gelinlik beğenmek için bir mağazaya giriyorsun. Beğenilen
gelinlik giydirilip çıkarılır ölçü almak için. Ödemeyi yaparsın tam çıkacağında
giydirip çıkartma işinde yardımcı olan hemen yanına damlıyor: "Efendim
bahşiş" diye... Damat tıraşı, gelinin baş yapma meselesinde konuşulan
paranın ötesinde yine karşına bahşiş çıkıyor.
Düğün yapıyorsun, yemek vermek için salon tutuyorsun,
fiyatı konuşup ödeme yapıyorsun. Beklemediğim bir sorun olur mu diye endişeli
bir bekleyiş içine giriyorsun. Davetli misafirlerin bu mutlu gününde bir bir
gelip ikramını yapıp gönderiyorsun. Şükür bu hayırlı işten de yüzümüzün akıyla
çıktık diyorsun. Misafirler gittikten sonra sen de toparlanıp gitmeye kalktığın
zaman karşına dikilir bir görevli ya da çalışan: "Beyefendi çok
güzel geçti , hiçbir sorun yok, yalnız elemanlarımız iyi çalıştılar, fakat
terlediler, sizden bir el emeği beklerler" deyince istesen de istemesen de
elini cebine atıyorsun.
Eş-dostla bir lokantaya gidiyorsun. Yeme-içmeden sonra
çalışandan hesap istersin, bir tabağın içinde kabarık bir fiyat geliyor. Fiyat midene otursa da belli etmiyorsun. Ödeme için parayı uzatıyorsun. Eleman para üstünü getirince tabak boş
gidecek değil ya, gelen para üstünü de tabağa bırakıyorsun. Bereket burada pek
para istenmiyor. Bu da adet olan bir bahşiş artık.
Kuaföre gidip tıraş oluyorsun. Koltuktan kalkarken çırağın
aşırı ilgi ve alakası rahatsız ediyor. Temizlenen omuzlarını tekrar temizleme
yoluna gidiyor, giyeceğin ceketi giymen için eliyle tutmaya kalkıyor.
"Hadi yap artık ağalığını" der gibi kolay kolay bırakıvermiyor
peşini.
Evden eve, ev eşyanı taşıtmak için firma ile görüşüyorsun.
Kaçıncı kattan hangi kata gidecek, mesafe, bölge neresi gibi ahiret soruları
inceden inceye sorulur. Fiyat belirlenir, anlaştığın günde taşınma işin
yapılır. Hanginiz yetkili? Taşıma bedelini vereyim diyorsun. "Hangimize
verirsen ver, fark etmez. Yalnız arkadaşlar yoruldu, harçlık bekler"
talebiyle karşılaşıyorsun. Onların bir yüzü kara, senin iki yüzün kara oluyor bu esnada.
Kurbanlığını belirliyor, kaporanı veriyorsun, kesim günü
kesim yerine geliyorsun, işim bir an evvel bitsin, hele bize de sıra geldi diye
beklerken kurbanlığı getiren seslenir hemen: “Bakma parası, çoban parası,
getirme parası” diye.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Mutlaka başınıza gelmiştir
böylesi ya da benzeri. Eğer karşılaşmadıysanız yakındır mutlaka. Hazırlıklı olmanızda fayda vardır. Sonradan şaşırmayasınız.
Benim garibime giden konuşulmayan bir meselede beklenti
içerisine girmektir. Firmalar zaten sattığı ürünün, yaptığı hizmetin bedelini
fazlasıyla almaktadır. Çalıştırdıkları elemanlarına da mutlaka ücret
ödüyorlardır. İstenen bahşişlerden çoğu zaman firma sahiplerinin haberi var.
Küçük ama mide bulandıran bu meseleyi çözmek için firma sahipleri gerekeni
yapmalıdırlar. Bildikleri bir meseleyi bilmiyormuş gibi bir davranış içerisine
girmesinler. Eğer bahşiş meselesi devam edecekse nasıl ki firma sahipleri
sattıkları mal ve verdikleri hizmet için söyledikleri fiyatın içerisine kirasını, nakliyesini, kârını, vergisini, elektriğini,
suyunu ve malın geliş fiyatını dahil ediyorlarsa lütfen bu kabarık fiyatın içerisine, elemanlarına vermeleri
gereken bahşişi de eklesinler. Sonradan ayrıca pamuk eller cebe
olmasın.
"Ülkenin yığınla derdi varken şu dert edindiğin meseleye bak. Onca derdin
içerisinde bahşişin lafı mı olur" dediğinizi duyar gibi oldum. Haklısınız.
Bütün derdimiz bu olsun, ne diyelim. Dert küçük gibi ama mide
bulandırıyor...Haberiniz olsun!
Sahi, hani benim bahşişim. Beni ne zaman göreceksiniz? Ne bahşişi derseniz, mübarekler bir sayfa yazı yazdım... Neyse alacağınız olsun! 20/10/2016
* 22.10.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Sahi, hani benim bahşişim. Beni ne zaman göreceksiniz? Ne bahşişi derseniz, mübarekler bir sayfa yazı yazdım... Neyse alacağınız olsun! 20/10/2016
* 22.10.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
19 Ekim 2016 Çarşamba
Kim yapar bu müdürün yaptığını... -1-
8-10 yıl önce bir seminerde görmüştüm. Hal-hatır ve selamlaşmadan öte bir teşriki mesaim olmamıştı kendisiyle. Uzaktan görüntüsü itibariyle kibirli bir görüntüsü göze çarpıyordu.
Kısa bir süre önce bir vesileyle biraz daha yakından tanıma fırsatı buldum. Pek konuşan biri değil. İnsanları dinleyen bir yapısı var. Sessiz-sakin, kendi halinde biri. Az konuşsa da...öz konuşmasıyla dopdolu biri olduğu gözüme çarptı hemen. Her ne kadar sır küpü gibi dursa da konuşmasından incindiği anlaşılıyor. Şu aşamadan sonra dünyayı ayağının altına sersen, en iyi makamlara getirsen düzelir mi? Nasıl kırılan ayna eski haline gelmezse, kırılan kalbi de tamir etmek mümkün değil maalesef.
***
Gurbette başlamış öğretmenliğe. Babasının ısrarıyla memleketindeki en gözde bir okula Din Kültürü öğretmeni olarak atanır. Bir idealle geldiği okulunda çalışanları çoğu kendisini pek kabullenmek istemez. Çünkü okul kozmopolit bir okul. Elit insanların çocuklarının okuduğu bir yer.Soğuk karşılanır. Bunu da içine atar. Çünkü pek konuşan biri değil. Belli etmez. Çünkü branşı itibariyle kendisine mürteci gözüyle bakılmaktadır. Bu duruma çok içerlese de belli etmez. Bir gün okul müdürü odasına çağırır: "Şu kağıda bir dilekçe yaz gel. Birlikte çalışalım, yardımcım ol" der. "Ben istemiyorum. Zaten bana öğretmen olarak bile hazmedemiyorlar. Yardımcı da olursam kıyameti koparırlar" dediyse de müdürü onu yardımcılığa ikna eder.
İstemeyerek başladığı yöneticilik görevinde idareciliğin tüm kademelerinde çalışır: Müdür yardımcısı, müdür başyardımcısı, müdür vekili ve okul müdürü. Toplam 6 yıl öğretmenlikten sonra dile kolay 30 yıl idarecilik yapar. Yaptıkları, mücadelesi, çilesi, cefası...hayatım roman dese, içini yazıya dökse sanırım ciltler dolusu roman serisi çıkar:
Birçok okulda mescit yok iken açtığı mescit dolayısıyla ulusal gazetelerde hedef haline gelir. Ardı arkası kesilmeden hakkında inceleme ve soruşturma başlatılır. Yine de namaz kılmak isteyenler için mescidi kapatmaz.
Bünyesinde bulunan yurt için turşu alınması gerekir. Bir piyasa araştırması yapar. Turşu pahalı, yanına varılmaz. Sebze haline giderek tanıdığı esnaflardan turşuluk alır kasa kasa. Bulduğu bidonlara turşuyu kurar kendisi.(Büyük bir ihtimalle eşine yaptırmıştır.) Okulun deposuna koyar. Turşuyu bedavaya getirdim, devletime bir maddi külfet getirmedim, öğrencilerim de turşudan mahrum kalmayacak diye içten içe sevinirken okulu denetimden geçer. Müfettiş turşu bidonlarını görür: "Bu turşu bidonlarında niçin mühür yok" sorgusuna muhatap olur. Durumu anlatmaya çalıştıysa da bulduğu eksiklikten dolayı mal bulmuş mağribi gibi müdürü sıkıştırmaya çalışır. Müdür üşenmeden eline mührü alır, seçim sandığı mühürler gibi hepsini mühürler. Denetimi bitirip gitmek üzere olan müfettiş yemek esnasında: "Masada turşu niye yok, bu yemek turşusuz yenmez, turşu getir" der. "Turşular şu anda mühürlü çıkaramam" cevabını verir hiç istifini bozmadan. "Ben istiyorum, getir" dediyse de yerinden kımıldamaz. Emri dinlenmeyen müfettiş, müdürü de yanına alır, depoya gider. Müdürün açmadığı bidondaki mührü bozar. Tabağa turşu koyar kendi eliyle. Yemekten sonra ayrılacak olan müfettiş: "Sen de çok alındın ve kızdın be müdürüm, biz böyleyiz. Kural der tuttururuz. Sen en iyisini yapmışsın" diyerek müdürün gönlünü alır, gider.
Pansiyona baktığı esnada bir öğrenci okulundaki bir öğretmene bir terbiyesizlik yapar. Ertesi günü öğrenciyi odasına alır, evire çevire döver. Öğrencinin yaptığı vukuattan dolayı okuldan atılması için okul müdürü kendisine baskı yapmak ister. "Öğrenci bu yaptığından dolayı cezasını çekmiştir. Disiplin işlemiyle okuldan uzaklaştırılması haksızlık olur, ikinci bir ceza olur. Ben bunu yapamam" der. Müdürünün ısrarı sonucunda "Eğer bu çocuk gönderilecekse ben de istifamı veriyorum" diyerek tavrını ortaya koyar. Öğrenci okul boyunca ve mezun olduktan sonra yediği dayaktan dolayı hep kin gütmüş, hal ve tavırlarıyla kinini de belli etmiş olmasına rağmen öğrenciye herhangi bir işlem yapmaz. Öğrenci iyi bir bölüm kazanarak okulunu bitirmiş bitirmesine... ama yediği dayaktan dolayı kindarlığını sürdürmüş hep. Yıllar sonra -o zamanlarda yardımcı olan- bu yöneticinin kendisi için neyi göğüslediği anlatılınca öğrenci ta İstanbul'dan dayak yediği müdürünü ziyarete gelir. Elini öper. Hakkını helal etmesini ister. Kaç tane öğrenciye burs vermeyi taahhüt ederek ayrılır yanından.
36 yıllık meslek hayatında doğruluk ve dürüstlükten ayrılmamış bu müdür, kantincinin getirdiği çayın parasını vermek için kantine uğrar, kantincinin müdürden almıyoruz demesine rağmen bunu kabul etmez. Şehrin en uğrak yerinde sürekli misafir ve milli eğitim eşrafını ağırlayan bu müdür, kantincinin açık çekine rağmen odasına gelen çayın parasını da ödemeye devam eder.
Bir gün okula geldiğinde hizmetlisini, morali bozuk görür: "Neyin var oğlum senin" der. "Hastayım müdürüm, bana kanser teşhisi koydular. Ankara'ya gitmem gerektiği söylendi. Hastalığıma mı yanayım, orada vereceğim özel muayene ücretini mi düşüneyim, giden yol parasına mı" şeklinde dert yanar. Bulunduğu ildeki tıp fakültesinde bir hocayı arar, "Hasta gönderiyorum bir ilgilen" der. Hizmeti hocanın yanına varır, muayene, ameliyat aşamasından sonra hastalıktan kurtulur. Hoca hastasına: Müdür neyin olur" diye sorar. "Hiçbir şeyim olmaz, sadece müdürüm" cevabı verince doktor: Oğlum beni aradı, sıkı sıkıya tembih etti. Ben de oğlunu gönderiyor sandım" der. Bu duruma duygulanıp sevinen hizmetlisi: Efendim, oğlu değilim ama ben onu babam gibi bilirim, hatta babamdan da öte" demiş.
Okulun iç ve dışını boyatan müdür, firmaya da 3500 lira borçlanır. Müdürlükten elendikten sonra ayrılmadan önce: "Okula borç takıp gitmiş" denmesin diye firmaya giderek kendi kredi kartıyla borcu kapatır gider. Cahit Sıtkı'nın, ömrün yarısı dediği bir ömür kadar yönetilmesi zor bir okulda yöneticilik yapan bu zor günlerin adamı şimdilerde 1,5 yıldır öğretmenlik yapıyor. Kimseye karışmıyor, zil çalınca herkesten önce sınıfına koşuyor. Görevini yapıyor yapmasına...Ama birilerine incinmiş, birilerine kırılmış bir şekilde.
***
80'den sonra geldiği okulunda çok farklı zihniyetli yöneticilerle birlikte çalışıp kimseye yaranamayan, hep tu kaka yapılmaya çalışılan bu müdür, kendi zihniyetindeki yöneticilerin bulunduğu zaman diliminde de yaranamıyor maalesef. Almadığı ödül kalmamış, mezun ettiği öğrencileri fen liseleri ile yarışır duruma gelmiş, akademik başarısı ile Türkiye'de sayılı okullar arasına girmiş, okuluna kurum kültürünün yerleşmesi için elinden gelen çabayı gösteren bu kişi emekliliğinin baharında daha yüksek bir makama getirilerek unutulmaz bir jubile ile uğurlanacağı yerde devrimin kendi çocuklarını yediği 2 yıl önce bu müdür de tenzili bir rütbe olarak öğretmenliğe gönderilir.
Yanında bulunduğum teşehhüt miktarı zaman diliminde ağzından bu şekilde kesik kesik enstantaneler alabildim. Gördüğüm kadarıyla yaptığı iyiliği denize atan cinsinden biri. Reklamını yapmayan, kimseye yağ çekmeyen biri. Hakkını yemeyelim, bir kötü yönü var: Kendisini pazarlamasını bilmiyor. Neyse bu kadar kusur kadı kızında da olur.
Biraz yakından tanıyınca kibirden eserin olmadığına da şahit oldum. Allah sayılarını artırsın...Ne diyelim!
Böyle güzel işlere imza atanı anlatmaya çalışmak benim gibi kalemi kötü birine denk geldi. Ne yapayım? Adım Hıdır'dır. Bakmayın bana Ramazan dendiğine... Anlatamadıysam kalemimin kötülüğündendir... 19/10/2016
Kısa bir süre önce bir vesileyle biraz daha yakından tanıma fırsatı buldum. Pek konuşan biri değil. İnsanları dinleyen bir yapısı var. Sessiz-sakin, kendi halinde biri. Az konuşsa da...öz konuşmasıyla dopdolu biri olduğu gözüme çarptı hemen. Her ne kadar sır küpü gibi dursa da konuşmasından incindiği anlaşılıyor. Şu aşamadan sonra dünyayı ayağının altına sersen, en iyi makamlara getirsen düzelir mi? Nasıl kırılan ayna eski haline gelmezse, kırılan kalbi de tamir etmek mümkün değil maalesef.
***
Gurbette başlamış öğretmenliğe. Babasının ısrarıyla memleketindeki en gözde bir okula Din Kültürü öğretmeni olarak atanır. Bir idealle geldiği okulunda çalışanları çoğu kendisini pek kabullenmek istemez. Çünkü okul kozmopolit bir okul. Elit insanların çocuklarının okuduğu bir yer.Soğuk karşılanır. Bunu da içine atar. Çünkü pek konuşan biri değil. Belli etmez. Çünkü branşı itibariyle kendisine mürteci gözüyle bakılmaktadır. Bu duruma çok içerlese de belli etmez. Bir gün okul müdürü odasına çağırır: "Şu kağıda bir dilekçe yaz gel. Birlikte çalışalım, yardımcım ol" der. "Ben istemiyorum. Zaten bana öğretmen olarak bile hazmedemiyorlar. Yardımcı da olursam kıyameti koparırlar" dediyse de müdürü onu yardımcılığa ikna eder.
İstemeyerek başladığı yöneticilik görevinde idareciliğin tüm kademelerinde çalışır: Müdür yardımcısı, müdür başyardımcısı, müdür vekili ve okul müdürü. Toplam 6 yıl öğretmenlikten sonra dile kolay 30 yıl idarecilik yapar. Yaptıkları, mücadelesi, çilesi, cefası...hayatım roman dese, içini yazıya dökse sanırım ciltler dolusu roman serisi çıkar:
Birçok okulda mescit yok iken açtığı mescit dolayısıyla ulusal gazetelerde hedef haline gelir. Ardı arkası kesilmeden hakkında inceleme ve soruşturma başlatılır. Yine de namaz kılmak isteyenler için mescidi kapatmaz.
Bünyesinde bulunan yurt için turşu alınması gerekir. Bir piyasa araştırması yapar. Turşu pahalı, yanına varılmaz. Sebze haline giderek tanıdığı esnaflardan turşuluk alır kasa kasa. Bulduğu bidonlara turşuyu kurar kendisi.(Büyük bir ihtimalle eşine yaptırmıştır.) Okulun deposuna koyar. Turşuyu bedavaya getirdim, devletime bir maddi külfet getirmedim, öğrencilerim de turşudan mahrum kalmayacak diye içten içe sevinirken okulu denetimden geçer. Müfettiş turşu bidonlarını görür: "Bu turşu bidonlarında niçin mühür yok" sorgusuna muhatap olur. Durumu anlatmaya çalıştıysa da bulduğu eksiklikten dolayı mal bulmuş mağribi gibi müdürü sıkıştırmaya çalışır. Müdür üşenmeden eline mührü alır, seçim sandığı mühürler gibi hepsini mühürler. Denetimi bitirip gitmek üzere olan müfettiş yemek esnasında: "Masada turşu niye yok, bu yemek turşusuz yenmez, turşu getir" der. "Turşular şu anda mühürlü çıkaramam" cevabını verir hiç istifini bozmadan. "Ben istiyorum, getir" dediyse de yerinden kımıldamaz. Emri dinlenmeyen müfettiş, müdürü de yanına alır, depoya gider. Müdürün açmadığı bidondaki mührü bozar. Tabağa turşu koyar kendi eliyle. Yemekten sonra ayrılacak olan müfettiş: "Sen de çok alındın ve kızdın be müdürüm, biz böyleyiz. Kural der tuttururuz. Sen en iyisini yapmışsın" diyerek müdürün gönlünü alır, gider.
Pansiyona baktığı esnada bir öğrenci okulundaki bir öğretmene bir terbiyesizlik yapar. Ertesi günü öğrenciyi odasına alır, evire çevire döver. Öğrencinin yaptığı vukuattan dolayı okuldan atılması için okul müdürü kendisine baskı yapmak ister. "Öğrenci bu yaptığından dolayı cezasını çekmiştir. Disiplin işlemiyle okuldan uzaklaştırılması haksızlık olur, ikinci bir ceza olur. Ben bunu yapamam" der. Müdürünün ısrarı sonucunda "Eğer bu çocuk gönderilecekse ben de istifamı veriyorum" diyerek tavrını ortaya koyar. Öğrenci okul boyunca ve mezun olduktan sonra yediği dayaktan dolayı hep kin gütmüş, hal ve tavırlarıyla kinini de belli etmiş olmasına rağmen öğrenciye herhangi bir işlem yapmaz. Öğrenci iyi bir bölüm kazanarak okulunu bitirmiş bitirmesine... ama yediği dayaktan dolayı kindarlığını sürdürmüş hep. Yıllar sonra -o zamanlarda yardımcı olan- bu yöneticinin kendisi için neyi göğüslediği anlatılınca öğrenci ta İstanbul'dan dayak yediği müdürünü ziyarete gelir. Elini öper. Hakkını helal etmesini ister. Kaç tane öğrenciye burs vermeyi taahhüt ederek ayrılır yanından.
36 yıllık meslek hayatında doğruluk ve dürüstlükten ayrılmamış bu müdür, kantincinin getirdiği çayın parasını vermek için kantine uğrar, kantincinin müdürden almıyoruz demesine rağmen bunu kabul etmez. Şehrin en uğrak yerinde sürekli misafir ve milli eğitim eşrafını ağırlayan bu müdür, kantincinin açık çekine rağmen odasına gelen çayın parasını da ödemeye devam eder.
Bir gün okula geldiğinde hizmetlisini, morali bozuk görür: "Neyin var oğlum senin" der. "Hastayım müdürüm, bana kanser teşhisi koydular. Ankara'ya gitmem gerektiği söylendi. Hastalığıma mı yanayım, orada vereceğim özel muayene ücretini mi düşüneyim, giden yol parasına mı" şeklinde dert yanar. Bulunduğu ildeki tıp fakültesinde bir hocayı arar, "Hasta gönderiyorum bir ilgilen" der. Hizmeti hocanın yanına varır, muayene, ameliyat aşamasından sonra hastalıktan kurtulur. Hoca hastasına: Müdür neyin olur" diye sorar. "Hiçbir şeyim olmaz, sadece müdürüm" cevabı verince doktor: Oğlum beni aradı, sıkı sıkıya tembih etti. Ben de oğlunu gönderiyor sandım" der. Bu duruma duygulanıp sevinen hizmetlisi: Efendim, oğlu değilim ama ben onu babam gibi bilirim, hatta babamdan da öte" demiş.
Okulun iç ve dışını boyatan müdür, firmaya da 3500 lira borçlanır. Müdürlükten elendikten sonra ayrılmadan önce: "Okula borç takıp gitmiş" denmesin diye firmaya giderek kendi kredi kartıyla borcu kapatır gider. Cahit Sıtkı'nın, ömrün yarısı dediği bir ömür kadar yönetilmesi zor bir okulda yöneticilik yapan bu zor günlerin adamı şimdilerde 1,5 yıldır öğretmenlik yapıyor. Kimseye karışmıyor, zil çalınca herkesten önce sınıfına koşuyor. Görevini yapıyor yapmasına...Ama birilerine incinmiş, birilerine kırılmış bir şekilde.
***
80'den sonra geldiği okulunda çok farklı zihniyetli yöneticilerle birlikte çalışıp kimseye yaranamayan, hep tu kaka yapılmaya çalışılan bu müdür, kendi zihniyetindeki yöneticilerin bulunduğu zaman diliminde de yaranamıyor maalesef. Almadığı ödül kalmamış, mezun ettiği öğrencileri fen liseleri ile yarışır duruma gelmiş, akademik başarısı ile Türkiye'de sayılı okullar arasına girmiş, okuluna kurum kültürünün yerleşmesi için elinden gelen çabayı gösteren bu kişi emekliliğinin baharında daha yüksek bir makama getirilerek unutulmaz bir jubile ile uğurlanacağı yerde devrimin kendi çocuklarını yediği 2 yıl önce bu müdür de tenzili bir rütbe olarak öğretmenliğe gönderilir.
Yanında bulunduğum teşehhüt miktarı zaman diliminde ağzından bu şekilde kesik kesik enstantaneler alabildim. Gördüğüm kadarıyla yaptığı iyiliği denize atan cinsinden biri. Reklamını yapmayan, kimseye yağ çekmeyen biri. Hakkını yemeyelim, bir kötü yönü var: Kendisini pazarlamasını bilmiyor. Neyse bu kadar kusur kadı kızında da olur.
Biraz yakından tanıyınca kibirden eserin olmadığına da şahit oldum. Allah sayılarını artırsın...Ne diyelim!
Böyle güzel işlere imza atanı anlatmaya çalışmak benim gibi kalemi kötü birine denk geldi. Ne yapayım? Adım Hıdır'dır. Bakmayın bana Ramazan dendiğine... Anlatamadıysam kalemimin kötülüğündendir... 19/10/2016
Bir sorunumuz daha var: Asgari müştereklerde buluşma
Bu ülkede birlikte yaşama için o kadar çok ortak noktamız var ki, bu kadar zengin ortak alanımızın olduğu bir yerde birimizin ak dediğine, diğerimiz kara demeyi nasıl becerebiliyor? Bilen biri varsa beri gelsin ne olur! Bu ülkeye birileri öyle bir tohum atmış ki, mayamızı bozmuş; ayrık otları gibi otlar bitiyor durmadan.
Hastanelerimiz, mabetlerimiz, piknik alanlarımız, alışveriş merkezlerimiz, parklarımız, dağlarımız hep ortak. Kimimiz az, kimimiz çok; aynı ülkenin ekmeğini yiyor, suyunu içiyoruz. Aynı havayı teneffüs ediyoruz. Pratiğe geçiremediğimiz evrensel etik ve ahlaki değerlerimiz ortak. İyilik ve kötülük değerlerimiz de ortak. Say say bitmez bu ülkedeki ortak değerlerimiz.
Fikir ve düşüncelerde farklıyız, ülkeyi yönetme tarz ve metodumuz farklı. Zevklerimiz ve renklerimiz farklı. Hırslarımız farklı...Saymaya devam etsek bir müddet sonra dururuz. Çünkü arkası gelmez.
Birbirimizi beğenmiyoruz, birbirimizi alt etmeye çalışıyoruz, kendimizi bu ülkenin yegane unsuru olarak görüyoruz, kendimizi doğru yolda karşı tarafı ise bizi ve ülkeyi yanlış yola götürüyor sendromu yaşıyoruz milletçe. Bu illetten kurtulmadığımız gibi kendi kendimize senaryolar üretmeye devam ediyoruz. Gücü ele geçiren başkasına had bildirmeye kalkıyor. Çünkü biliyoruz ki güç elimdeyken yapmazsam daha sonra rakibim gücü ele geçirdiği zaman o bana dersimi verecek. O halde var gücümle benim gibi düşünmeyeni yok etmem lazım vesvese ve kuruntusundan kurtulmamız lazım her şeyden önce.
Aslında bu ülkede yaşayan herkes tencere-kapak gibidir. Hiç birimiz yek diğerine göre daha temiz değildir. Yaptıklarımız birbirimize yaklaştıracağı yerde uzaklaştırmaya devam ediyor. Birbirimizi olduğumuz gibi kabul etmediğimiz müddetçe de bu güvensiz ortam devam edecek eğer yaşayabileceğimiz bir ortam kalırsa tabii...
Gelin hep birlikte ortak noktalarımızı tespit edelim, birbirimize hoşgörülü davranalım, birbirimizin hassasiyetlerine saygı gösterelim. Birbirimizin derdiyle dertlenelim, aramızda iletişimi hiç eksik etmeyelim. Açık ve net olalım. Gizli ajandamız olmasın. Böyle olursa gerçekten huzurlu yaşarız. Bizden sonraki gelecek nesillere de huzur ortamını miras bırakmış oluruz. 19.10.2016
Hastanelerimiz, mabetlerimiz, piknik alanlarımız, alışveriş merkezlerimiz, parklarımız, dağlarımız hep ortak. Kimimiz az, kimimiz çok; aynı ülkenin ekmeğini yiyor, suyunu içiyoruz. Aynı havayı teneffüs ediyoruz. Pratiğe geçiremediğimiz evrensel etik ve ahlaki değerlerimiz ortak. İyilik ve kötülük değerlerimiz de ortak. Say say bitmez bu ülkedeki ortak değerlerimiz.
Fikir ve düşüncelerde farklıyız, ülkeyi yönetme tarz ve metodumuz farklı. Zevklerimiz ve renklerimiz farklı. Hırslarımız farklı...Saymaya devam etsek bir müddet sonra dururuz. Çünkü arkası gelmez.
Birbirimizi beğenmiyoruz, birbirimizi alt etmeye çalışıyoruz, kendimizi bu ülkenin yegane unsuru olarak görüyoruz, kendimizi doğru yolda karşı tarafı ise bizi ve ülkeyi yanlış yola götürüyor sendromu yaşıyoruz milletçe. Bu illetten kurtulmadığımız gibi kendi kendimize senaryolar üretmeye devam ediyoruz. Gücü ele geçiren başkasına had bildirmeye kalkıyor. Çünkü biliyoruz ki güç elimdeyken yapmazsam daha sonra rakibim gücü ele geçirdiği zaman o bana dersimi verecek. O halde var gücümle benim gibi düşünmeyeni yok etmem lazım vesvese ve kuruntusundan kurtulmamız lazım her şeyden önce.
Aslında bu ülkede yaşayan herkes tencere-kapak gibidir. Hiç birimiz yek diğerine göre daha temiz değildir. Yaptıklarımız birbirimize yaklaştıracağı yerde uzaklaştırmaya devam ediyor. Birbirimizi olduğumuz gibi kabul etmediğimiz müddetçe de bu güvensiz ortam devam edecek eğer yaşayabileceğimiz bir ortam kalırsa tabii...
Gelin hep birlikte ortak noktalarımızı tespit edelim, birbirimize hoşgörülü davranalım, birbirimizin hassasiyetlerine saygı gösterelim. Birbirimizin derdiyle dertlenelim, aramızda iletişimi hiç eksik etmeyelim. Açık ve net olalım. Gizli ajandamız olmasın. Böyle olursa gerçekten huzurlu yaşarız. Bizden sonraki gelecek nesillere de huzur ortamını miras bırakmış oluruz. 19.10.2016
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)