—Ramazanla aran nasıl?
—Ramazan'ın ramazanla arası hiç olmadığı kadar iyidir. Ne açlık var ne de susuzluk.
—Ramazanla aran nasıl?
—Ramazan'ın ramazanla arası hiç olmadığı kadar iyidir. Ne açlık var ne de susuzluk.
Bir
imamın ikinci defa cuma hutbesi dinledim ve ardında cuma namazı kıldım. İlkinde
okuduğu hutbeyi öylesine dinlemiş olmalıyım ki pek dikkatimi çekmemişti. İkincisinde
tam karşısında saf tutmuşum. O, hutbe irat ederken ben de can kulağıyla hem dinledim
hem okuyuşuna hem de jest ve mimiklerini izledim. İzledikçe imama olan
hayranlığım arttı. Hutbeyi irat ederken harf ve kelimeleri yutmadan tane tane
telaffuz etmesi, yeri geldiği zaman bazı kelimelerde vurgu yapması, vurgu
yaparken söylediği kelime ve cümleye uygun bir şekilde sağ elini sağa, sola,
aşağı ve yukarıya doğru oynatması, elindeki metnin cümlesine bakar bakmaz
cemaate göz gezdirerek cümleyi devam ettirmesi takdire şayandı. Biraz ders alırsa
bu genç imamın iyi bir hatip olacağına dair kanaatim pekişti.
Her
ne kadar önemli olan içerik olsa da bu içeriği sunmak ve dinleyicilere
dinlettirmek de bir o kadar önemlidir. Çünkü satıcılık da ayrı bir sanattır.
Nice önemli konular, kötü satıcıların elinde heba olurken nice önemsiz konular
satıcı sayesinde etkili olabiliyor.
Arkasında
cuma kıldığım hatibin, hitabeti mükemmel miydi? Hangi birimiz mükemmeliz ki bu
imam da mükemmel olsun. Her hatipte, konuşanda ve çoğu din görevlilerinde olan
eksiklik bu görevlide de vardı. Kendim iyi bir hatip olmasam da bir izleyici ve
dinleyici olarak bu eksikliklere işaret etmek istiyorum.
Eksikliklere
işaret etmeden önce hutbe ve hatibin tanımına yer vermek istiyorum. Hutbe, "Bir topluluk karşısında yapılan etkileyici
konuşma" anlamına gelmektedir. Dinî literatürde, başta cuma ve bayram namazları olmak üzere
belirli ibadetlerin icrası esnasında gerçekleşen, genelde vaaz ve nasihati
içeren konuşmayı ifade eder. Konuşmayı yapan kimseye de hatip denir.
Hatibin irat ettiği Türkçe kısmında pek sorun
yoktu. Yukarıda da değindiğim gibi Türkçe metnine daha önce çalışmış, neredeyse
metni ezberleme noktasına gelmiş. Zaten bundandır ki teklemeden ve kekelemeden
sanki irticalen konuşuyormuş gibi yarı kağıttan yarı metinden, bir insicam
içerisinde okudu. Tespit ettiğim hatalar çoğu imamın yaptığı gibi Arapça
okuduğu kısımlardaydı.
Nedense çoğu imamımız Arapça metni görünce
hatipliği unutuyor sanki Kur’an okur moduna geçiyor. Sanırsın ki cemaate aşırı
şerif okuyor. Kur’an okurken uygulanması gereken tecvit kaideleri olan ihfa ve
idgamları usulüne uygun yapıyor. Uzatma işaretleri meddi tabii ve daha fazla
uzatılması gerekenleri dört elif miktarı çekiyor. Dat harfini çıkarırken harfin
mahrecinden hiç ödün vermiyor. Hele bir ayın çatlatışı var ki düşman çatlatan
cinsten. Yani hutbenin Arapça kısımlarını Kur’an okur gibi tecvit kurallarından
taviz vermeden okuyor. Halbuki metin Arapça da olsa irat ettiği metin bir hutbe
metnidir. Mahreçlerine dikkat etse bile ihfa ve idgama yer vermemeli diye
düşünüyorum. Hutbenin Türkçe kısmını nasıl hitap eder gibi okuyorsa Arapça
kısımlarını da hitap eder gibi irat etmeliydi.
İmamları özellikle ardında namaz kıldığım imamı,
okuduğu hutbe üzerinden yaptığım eleştirileri burada noktalıyorum. Son olarak
imamın bir iyi yönüne daha değinip yazımı nihayete erdirmek istiyorum. Hutbeyi
bitirirken bekledim ki bu hafta nereye yardım duyurusu yapacak ama yapmadı.
Yani yardım talebinde bulunmadı. Bu da imama verdiğim artı puan oldu.
*26/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrenciler, okudukları okul için
birbirlerine şöyle der ve gülerlerdi: “İlahiyata okumak için gelen öğrenci,
hazırlık sınıfına şeyhülislam olarak gelir, birinci sınıfta müftülüğe, ikinci
sınıfta vaizliğe, üçüncü sınıfta imam ve müezzinliğe düşer. Dördüncü sınıftan
mezun olurken normal bir vatandaş gibi mezun olur gider”. Şaka yollu söylenen
bu sözün araştırmaya dayalı bilimsel bir temeli olduğunu sanmıyorum ama her
şakada bir ciddiyet payı olduğunu da göz ardı etmemek lazım diye düşünüyorum.
İzninizle bu sözü irdelemek ve buradan bir başka yere gelmek istiyorum. Bu
söz, olur mu öyle şey deyip acayibimize gitse de gülüşmelere sebebiyet verse de
ben bu sözü, bir gelişim olarak görüyor ve faydalı buluyorum. Çünkü bu
anlatımda bir gelişme ve değişim söz konusudur. Ne alaka diyebilirsiniz.
Becerebilirsem, anlatayım.
İlahiyata gelen öğrenci, yaş itibariyle 18 yaşına girmiş ya da bitirmiş bir
şekilde gelir. Bu yaş delikanlılık yani kanının deli olduğu anlardır. Bu yaşlar
insanın hayata farklı baktığı, kendisini güçlü ve kuvvetli hissettiği, tek
başına dünyaya meydan okumaya hazırlandığı, dünyayı değiştirmeye ve dönüştürmeye
hazırlandığı yaşlardır. Bu yaşta hamaset vardır, slogan vardır, heyecan vardır.
Gençler, vurmaya ve kırmaya meyillidir. Korku yoktur, aileye, çevreye, devlete,
işleyen düzene ve olup bitenlere isyanları vardır. Büyükleri, hocaları
beğenmeme vardır. Bu imkanlar bende olacak, şöyle şöyle yaparım şeklinde
efelenme vardır. Ayakların yere basmadığı anlardır bu anlar. Tüm bu
psikolojinin altında “ben büyüdüm, bana güvenin, ben erkekliğe/kadınlığa adım
attım, beni kabul edin, küçümsemeyin.” düşüncesi yatar. Bu düşüncelerinde
gençlik samimidir, içtendir ve kendini buna inandırmıştır.
İlahiyata gelen öğrenci de tüm gençlerde olan psikoloji ile ilahiyata
gelir. Kendisini öyle yetiştirmeli ki diğer hocalar gibi olmasın. Onların
anlatmadığı dini halka ve öğrencilerine anlatsın. Öğretim görevlilerinin
anlattıklarına çoğu zaman karşı da gelir. Olmaz, yanlış düşünüyorsun, böyle
olmalı, der. Nerede bir miting var, sohbet var, aksiyon var, oraya koşar. Gel
zaman git zaman okul bitmeye yakın kafasındakilerinin çoğunun değişmeye
başladığını görür. Çünkü kitaplar okumuştur, arkadaşlarıyla bazı konularda
tartışmalara girmiştir. Kafasında hayata geçirilmeli dediği bazı fikirlerinin
yanlış olduğunu anlamıştır. Aslında tüm bu olup bitenler, olaylara daha
sağlıklı ve daha geniş bir perspektiften bakmaya başlamasının ve sorumluluk
üstlenmeye adım atmasının bir göstergesidir. İşte ben bunu sağlıklı görüyorum.
İnsandaki gelişim ve değişimdir bu ve böyle de olmalıdır.
Tüm bu açıklamalardan sonra halk arasında kırk yaş sendromu denilen yaşa
gelmek istiyorum. Bu yaşla birlikte saç ve sakalın ağarmaya başlaması, kişiye
“Ölüm yaklaştı, baksana saç ve sakalıma ak düştü. Ne çabuk geçti bu kırk yıl”
dedirtse de kırk yaş, kişinin hem biyolojik olarak hem de zihinsel olarak
değişmeye başladığı ve geliştiği yaştır. Bu yaş, kişinin hayata ve olaylara
daha soğukkanlı yaklaşmaya, olayların perde gerisini görmeye başladığı,
hamaseti bıraktığı kırk yıllık bir tecrübeyi ifade eder. Geçmişle yüzleştirir,
hatalarını gözden geçirtir ve kişiyi olgunlaştırır. Olaylara daha sağduyulu yaklaşmaya
başlar. Allah Teala’nın seçtiği insanlara 18 yaşında değil de 40 yaşında
peygamberlik vermesini de böyle görmek lazım. 40 yaşına kadar peygamberler
insan olarak hayatın her safhasında iyice pişiyor ve test ediliyor. 40 yaşına
gelince de peygamberlikle görevlendiriliyor. Bizde de seçme ve seçilme yaşı
18’e indirilmişken cumhurbaşkanlığı seçilmek için 40 yaş şartının bulunmasını
da bu olgunlaşma ve pişme ile alakalıdır diye düşünüyorum. Çünkü peygamberlikte
olduğu gibi cumhurbaşkanlığında da bir sorumluluk yani devleti yönetme söz
konusudur. 40 yaşına geldiği halde hala sloganla yaşayan ve hamaset yapan
insanlar varsa bunlar, gelişim ve değişimini hala tamamlayamamış olanlardır. Bu
da gelişim ve değişim yönünden çok sağlıklı değildir.
*24/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.