20 Ocak 2018 Cumartesi

“Zeytin Dalı Harekâtı" *

Türkiye, son günlerde ülkenin güneyinde yuvalanmış olan PKK/PYD/YPG/DAEŞ terör örgütlerine karşı bir operasyon yapılıp yapılmayacağına kilitlenmişti. Sayın Cumhurbaşkanı  “Bir gece ansızın gelebiliriz” dedi çoğu konuşmasında. Gece beklenmeden TSK, Cumartesi gündüz saatlerinde adına “Zeytin Dalı Harekâtı” vererek hava harekâtını başlattı. Amaç, bölgeye barış ve esenlik getirmek.

Türkiye, savaşın olmaması için elinden geleni yaptı. Sonunda girmek zorunda kaldı. Çünkü PKK, burnumuzun dibini ikinci Kandil yaptı. Savaş demek; kan ve gözyaşı demek, mal-maliyet ve can kaybı demek, göç ve dengelerin değişmesi demektir. Bu yüzden savaşı kimse istemez ve tasvip etmez. Zira savaş, sözün bittiği yer demektir. Türkiye, istemeyerek başlattığı bu savaşın adına “Zeytin Dalı Harekâtı” adını vererek amacının ne olduğunu da göstermiş oldu tüm dünyaya. Çünkü zeytin dalı uzatmak bizde barış isteğini gösteren bir davranış demektir.

Bu ülkenin bu savaştaki niyeti; ne Rusya gibi Akdeniz’e inmek, ne ABD gibi petrol kuyularının musluklarına sahip olmak, ne de PKK gibi uydu bir devlet kurmaktır. Bizim kendi ülkemiz bize yeter, kimsenin toprağında gözümüz yoktur. Zira sömürgeci değiliz. Tek isteğimiz ülkenin güneyinden gelen terörün kökünü kurutmaktır. Çünkü bu ülke terörden çok çekti. 40 yıldır terörle başa çıkmaya çalışıyor. Az şehit vermedi bu teröre. Irak ve Suriye toprakları üzerinde yuvalanmış bu terör odaklarına karşı Türkiye zaman zaman operasyonlar yapıyor. Çünkü tüm tehlikeler o taraftan geliyor. Yurt içinde sivrisinekle uğraşmaktan Türkiye, bataklığı kurutmaya vakit bulamamıştı. Nihayet güney sınırlarından gelen/gelebilecek tehlikelere karşı ülke, inisiyatif aldı.

Aslında Türkiye, PKK ile değil; ABD ile savaşıyor burada. Burada bir vekâlet savaşı var. ABD’nin Ortadoğu’daki menfaatleri bitmediği müddetçe Türkiye; kâh PKK, kâh PYD, kâh YPG, kâh DAEŞ ile vekâlet savaşları veriyor hep. 40 yıldır da bu ülke bu vekâlet savaşlarıyla terör adı altında uğraşıyor, yani oyalanıyor. Amerikalıların canı kıymetli olduğu için maşalarını sürüyor üzerimize sürekli. Üzücü olan, bizimle uğraşan maşalarla aynı inançtan oluşumuz. Sapı bizden yani. En azından biz öyle biliyoruz. ABD, içimizden ur bulamazsa bu bölgede tutunamaz. İçimizdeki bu beyinsizler ABD desteğiyle bir devlet kurduklarında huzur bulacaklar mı? Bu devlet kurulursa eğer, kimin devleti olacaklar? Allah, Müslümanlara akıl  versin.

Afrin bölgesi, zeytin ile kaplı. Başlattığımız harekâtın adı da ‘Zeytin Dalı’dır. Umarım şartların zorladığı bu harekât, bölgedeki zeytinler gibi bölgeye barış ve istikrar getirir. Canı gönülden istiyorum ki savaş uzamaz, kısa zamanda sona erer. Askerimiz inşallah nokta atışlar yapar, geçmişte olduğu gibi dağı-taşı bombalayarak geri gelmez, kayıp da vermez. Bölge PKK’dan iyice temizlenir. Bir daha bu bölge veya başka bir bölge, terörün üssü haline gelmez. İkinci operasyonlara ihtiyaç duymaz. Ülke ekonomik darboğaza girmez.

Ülkenin milli unsurları olarak gözümüz, gönlümüz Mehmetçiğin üzerindedir. Dualarımız onlarladır. Allah onların ve bu ülkenin yardımcısı olsun. ABD destekli terör yapan PKK/PYD/YPG’ye sempati duyan ve ‘Suriye’de bizim de bir devletimiz olsun’ diye göz kırpan içimizdeki unsurlara da Allah basiret ve feraset versin, birbirimize kenetlenmeyi nasip etsin. 20/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya

* 22/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Oluşumlarda ikinci lider niçin çıkmaz?

Bizdeki oluşumları lidere bağlı oluşumlar diye adlandırsak yanlış olmaz. Kolay kolay hiçbir hareket kurumsallaşmaz. O yüzden bizde hareketler lideriyle doğar, onunla gelişir, onunla mevta olur. Ölmese de can çekişir, marjinalleşir. 

Sebebi, bizde hareketlerin kurumsallaşmamasının önündeki en büyük engel, hareketi doğuran ve geliştiren liderlerdir. 

Etrafınıza bir bakın, Türkiye'nin yakın geçmişine bir göz atın. İster siyasi parti, ister STK, ister cemaat vb. olsun hiçbir oluşumda liderin yerine geçecek, onun makamını dolduracak, onun koltuğuna oturacak ikinci adam bulunmaz. Çünkü barındırılmaz ve yaşatılmaz.

Niçin mi? Harekette, bünyesinde liderlik potansiyeli taşıyan donanımlı insanlara yer verilmez. Kazara çıkarsa da yaşatılmaz. Hep bir gün yerime geçer endişesi taşınır. O yüzden hareketin başındaki liderler ilk önce kendi yerini sağlamlaştırır. Kendisini vazgeçilmez olarak lanse eder veya ettirir. Kendisinden sonra tufan olduğu imajını verir, sindirmeye çalışır, ötekileştirir, yalnızlaştırır. Fırsatını buldu mu etrafından uzaklaştırır. Çünkü bir gün ayağına dolanacağına kendini inandırır. Bunu yaparken de kendisini ölümüne savunan, kendisine bağlı kişilerden destek alır. Önce kapalı kapılar ardında nankör olduğu, ihanet edeceği, gözü yukarılarda olduğu, birilerine göz kırptığı, kendisine güvenilemeyeceği işlenir. Kol kırılır, yen içerisinde kalan bu şüphecilik, bir müddet sonra dışarıya sızmaya başlar. Aşırı fanatiklerine gün doğar. Düşman bellidir artık. Var güçleriyle lideri savunacağız, onun gözüne gireceğiz diye saldırırlar. "Lider olmasa bir hiçtir, karşısına bir çıksa da gününü görse, bugünkü edindiği itibar , lider sayesinde halbuki. Buna ancak nankörlük denir." gibi atışlar başlar. Her hareketi izlenir, her adımından lidere karşı bir tavır takınıyor anlamı çıkarırlar.

Türkiye'nin yakın geçmişi bunun örnekleriyle doludur. Menderes'i, Demirel'i, Ecevit'i, Baykal'ı, Özal'ı bunun örnekleridir. Zaten kendilerinden sonra hareketleri de bitmiştir. Bunların bir istisnası belki de Erbakan'dır. Erbakan, hareketinde birden fazla lider olabilecek potansiyel adaylara yer vermiştir. Hareketi de bu yüzden büyümüştür. Sonradan yolları ayrılsa da hareketi devam ettiren liderler ortaya çıkmış ve Türkiye'de söz sahibi olmuş ve olmaya devam ediyor.

Her ne kadar hareket devam etse de Doğu toplumlarının özelliğidir. Bu özellik, özellikle tarikat ve cemaatlerde, sağ partilerde ve STK'larda devam ediyor. Lidere bağlılık, içerisinde liderlik potansiyelini barındırmama  hız kesmeden devam ediyor. Liderin karşısına çıkan, kazanamazsa kopar gider. Bunun biraz istisnası sol partilerdir. Burada liderin karşısına rakip olunur, olağan veya olağanüstü kongreye gidilir, kıran kırana bir mücadele olur, kaybedilse de hareketin içinde bir nefer gibi çalışmasına devam eder. Sağ partilerde genelde tek aday çıkar, lider güven tazeler. Aday çıkmaz da, kazara çıkarsa partide yeri olmaz, kopar gider. 

Bu yüzden klasik sağda lidere rağmen lider çıkmaz. Hareketi küçülse de, büyüse de, yerinde saysa da ölünceye kadar hareketin başında olur. Kendisinden sonra hareket yok olmuş gibi olur. Şayet lider yaşıyor da hareketi birine bırakmışsa "Gördünüz mü, benden sonra kim geldiyse bu hareketi canlandıramadı. Bu iş ancak benimle yürürdü" dedirtir etrafındakilere. Zaten yerine geçen de onun gölgesinde kalır. Çünkü boynuzun kulağı geçmesi istenmez. Tek istenilen kendisine bağlı liderliktir.

Eğer bir hareket bu ülkeye lazımsa liderler enaniyeti bir tarafa bırakıp hareketini sadece kendine bağlı bir hareket olarak dizayn etmekten ziyade hareketi ileriye taşıyacak potansiyel lider adaylarına hareketinde yer vermeli, gerektiğinde hareketi ona bırakabilmeli. Bunun yolu da hareketin kurumsallaşmasından geçer. 20.01.2018 Ramazan Yüce, Konya

Hedef gösterme hastalığımız

Bu toplumun en belirgin özelliği, toptancı yaklaşımıdır. Ya süpürüp alır, ya da süpürüp atarız. Asla ortası olmaz. Ya nefret eder, ya da ölümüne severiz. Sevdiğimizin hatasını görmez, hayra yorarız. Nefret ettiğimizin durmadan hata ve kusurunu ararız. Köküne kadar fanatiğiz, bağnazız, ön yargılıyız.

Çoğumuzun demokrat görünümü bizi aldatmasın. Eline imkanı geçiren farklı bir fikre zerre kadar tahammül göstermez. Tüm çabamız yaptığımızı manipüle etmektir. Algılar oluşturmaktır. Algılar üzerine yaşarız. Durmadan düşmanla yaşarız. Düşmanımız yoksa düşman üretiriz. Yaşamamız, varlığımız düşmanımızın olmasına bağlıdır. Yaptığımızı, yapacağımızı anlatmak ve yaşamaktan ziyade düşman bellediklerimizi kötüleyerek kendi varlığımızı idame ettiririz. Bu yolla taraftar kazanırız. Taraftarlarımızı kendimize bağlamak için düşmanla korkuturuz onları. “Ey iman edenler! Siz kendinize bakınız. Şayet siz doğru yoldaysanız size zarar veremezler…” ayetini unutarak.

Futbol maçları gibidir bizim hayatımız. Nasıl ki futbolda iyi oynasın, kötü oynasın kendi takımımızı tutuyor, kanımız aksa takımımızın rengi akar diyorsak, kendi takımımızdan başka bir takım bilmezsek kendi fikrimiz ve zikrimizden başka bir fikri de kabul etmeyiz. 

Taraftarımızı  etrafımızda tutmak için rakip bildiklerimizi hedef gösteririz. Varsa yoksa rakibimizdir. Onunla yatar, onunla kalkarız. Yılanın başıdır zira rakip gördüklerimiz. Her kötülüğün müsebbibidir onlar. Bağlı ve sevenlerimizi kendi haline bırakmayız. Durmadan rakiplerin üzerine salarız. Bir hastalık, bir tutkudur bizde hedef göstermek. Hem de bu işi yapanlar cahil-okumamışlar değil, bizzat okumuş kişiler. Ya kariyer yapmıştır, ya da şöhret sahibidir.

Kamuoyu oluşturmaya çalışırız. Üstelik bunu basın, medya, TV ve sosyal medya üzerinden yapıyoruz. Bu işi yaparken hareketi, eylemi değil, kişileri hedef tahtasına koyarak yapıyoruz. Allah bize bir de öbür dünyada rakibimizi bize yargılama imkanı verse öbür dünyada da devam ettiririz bu husumetimizi. Orada da hayat hakkı tanımayız onlara.

İnsanlar niçin kendi fikirlerini yaymayı denemeyip rakiplerini hedef göstererek bağlılarını korkutmaya çalışırlar? Bunun kime ne faydası var, toplumu germekten, birbirine şüpheyle bakmadan başka. Kendine ve savunduğu fikre yürekten inanan kişi, rakibini kötülemez. Sadece kendi fikrini anlatır. Tarafların birbirini hedef göstermesi havada uçuştuğuna göre demek ki bunların kendi savunduğu fikirlerine güveni yok, ya da başka anlatacak sermayeleri yok.

Aslında kendi varlığını, başkasını kötüleme üzerine kuranların kişiliklerinde problem vardır. Bunu yaptıkça taraftarını tutmayı hedeflemekte. Onlar; yaşa, sağ ol, var ol, dedikçe doğru yoldayım diye kendini inandırıyor iyice. Ah bilse sadece çapsızlığını, kapasitesizliğini ortaya koyduğunu… 20/01/2018 Ramazan YÜCE, Konya