11 Haziran 2018 Pazartesi

Nice Yıllara Evlatlar!

Bundan 27 yıl önce ilahiyat son sınıfta öğrenciyim. Mezun olmama ramak kaldı, finaller haftasındayım. Günde iki finale girip çıkıyorum. 

Eşim, iki yıl önce doğan ilk çocuğumdan sonra ikizlerime hamile. Doğum eli kulağında. Finalleri bir atlatsaydım derken doğum bekler mi? Sabahında Türk Eğitim Tarihi dersinden sınava gitmeye hazırlanırken doğum sancısı başladı. 

Kimim kimsem yoktu Konya'da. Hastanede eşime refakat etmesi için pazartesi gününün alaca karanlığında halamın evine giderek ziline bastık. Okul arkadaşlarım sınava gitmeye hazırlanırken biz ise arabası olan bir komşuya rica ederek Konya Doğum Evinin yolunu tuttuk. 

Bir saat kadar bir beklemenin ardından doğum haberi geldi. Halam, "Hayırlı olsun, yaşı uzun olsun balım" dedi. Sağ ol hala, dedim. Beklemeye koyulduk. Epey bir süre geçtikten sonra "Hala, doğum haberi gelmedi" dedim. "Az önce doğdu ya" dedi halam. Biliyorum hala. Bir daha olacaktı" dedim. Nihayet ikinci doğum haberi de geldi. İkizlerimin sağlıklı olduğunu duyunca "Şükürler olsun! Hala, burası sana emanet. Ben sınava gidiyorum" dedim. Sınava 45 dakika kala fakülteye gittim, sınavımı oldum.

İkizlerim doğdu, içim içime sığmıyor, mutluluktan uçuyordum. Ama çok sevinemedim. İçimi bir üzüntü kapladı. Zira birkaç gün sonra eşim taburcu olacak ve benim sosyal güvencem yoktu. Cebimde sınıf arkadaşlarımın cebime sıkıştırdığı biraz para vardı. Ama hastane burası. Bana ne kadar masraf çıkacaktı bilmiyorum. Zira o güne kadar hastaneyle pek işim olmamıştı. Yıl 91. Çoğu kimsenin hastane masrafını ödeyemediği için hastanede rehin kaldığı yıllardı. 

Darda kalan için Allah bir sebep halk ederdi. Öyle de oldu gerçekten. Hastanede başhemşire olarak görev yapan hemşire hanımın eşi bir akrabam çıktı. Orada tanıştık. Halam durumumdan bahsetmiş kendisine. Başhemşire, 600-700 lira tutacak olan hastane masrafı için benim durumumla ilgili hastane yönetimiyle görüşmüş. Yönetim, öğrenci olduğumdan yetkisini kullanarak 100-150 lira ile taburcu olabileceğimizi söylemiş. Taburcu günü gelince 150 lira ödeyerek hastaneden ayrıldık.

İşte böyle bir günde doğmuştu benim ikizlerim. Bundan 27 yıl önce hastanede gözlerini açmışlardı. Bugün Kadir gecesi ve 28'e adım attıkları doğum günlerinde ikizlerim yine hastanede. Bu sefer ne eşim doğum sancısı yaşıyor, ne de onlar hasta. Dün kendilerine şifa olması için sebep olan doktoru, ebesi ve hemşiresi gibi bu gece onlar hastanede yatmakta olan hastaların şifa bulması için mesai harcıyor. Hem de doğum günlerinde. Üstelik unutmuşum hiç unutmadığım doğum günlerini. Hastanede hasta başında hastalarla ilgilenirken gruptan birbirlerini sanaldan doğum günlerini kutlarken haberim oldu.

Nice yıllara sağlıklı bir şekilde girmeniz ve hayatınız boyunca huzur bulmanız dileklerimle "nice yıllara" inşallah! İyi ki doğdunuz evlatlar!.. Ben sizden razıyım, Allah da sizden razı olsun, emeğinizi yağlı etsin.




Emanetin Neresindeyiz?


Bugün karşılaştığım ve kendisine değer verdiğim bir meslektaşımın “Hocam! Şu dilin kemiği yok da bir de ödünç alınan emanetlerin geri verilmesi üzerine bir yazı yazsan…” deyince sipariş üzerine yazı yazmıyor olmama rağmen konunun önemine binaen bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. Zira dikkatimizden kaçan, çoğu zaman önemsemediğimiz bir ahlak ilkemizdir emanet.

Sanırım emanetin ne olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Biz yine de emanetin tanımıyla başlayalım yazımıza. TDK’ye göre emanet: “Birine, geri alınmak üzere, geçici olarak bırakılan, teslim alan kişice korunması gereken eşya, kimse vb.demekmiş. Emanet edilen veya emanet alınan şeyin değeri büyük veya küçük olabilir. Bazı emanetlerin hiç maddi değeri olmayabilir. Hatta bazı emanetlerin maddi değerinden ziyade manevi değeri kişiye göre paha biçilmezdir.

İdari bir görev deruhte eden meslektaşım masasından alınan bant, delikli veya tel zımba vb eşyasının geri gelmediğinden muzdarip. Dertli mi dertli! Hatta geri getirilmesi için zaman zaman tüm meslektaşlarının kayıtlı olduğu gruba, “Bantımdan sonra tel zımbamı da götürüp getirmeyerek öksüz bırakan arkadaşa teessüflerimi bildiririm.” şeklinde serzenişini ifade eden yazı da gönderiyor. Buna rağmen alınan emanet, bir türlü geri yerine konmuyor. Niye böyle oluyor ki? Niçin önemsemiyoruz emaneti? İhtiyacımızı giderdikten sonra geri sahibine vermek veya aldığımız yere koymak çok mu zor? Bunu zül mü addediyoruz? Emanet sahibi, verdiği emaneti aramak, duyuruya çıkma zorunda mı? Öyle zannediyorum, eşyayı kimin aldığını da biliyordur. Kimseyi kırmamak için kimin aldığını bilmezden gelerek genele duyuru yapıyor. Ki maddi bir değeri olmayan bant, daksil, zımba vb şeyler idarecinin eli ve koludur. Günde sayısız kere kullanması gerekir. Birçok duyarlılıklarımızı kaybettiğimiz gibi emanete karşı da duyarsız olmaya başladık maalesef.

En gereksiz olan bir eşyan bile olsa geri verilmek üzere biri tarafından geri alınmışsa, zamanında gelmezse, alan getirmezse, getirdiği zaman yıpranmış bir şekilde teslim edilmişse, ihtiyacın olduğu zaman yerinde bulamazsan veya habersiz alınmış geri getirilmemişse dert edinmemek elde değil.

Emanet alınan şeyi bir müddet bekledikten sonra ödünç alandan gidip isteyince bazıları, “kusura bakma, unuttum” diyeceği yerde “yedik mi” dercesine dik dik de bakabiliyor. Hiç unutmam öğretmenliğimin ilk yıllarında bir meslektaşım, not fişini yazmak için benden pilot kalemimi istemişti. Verdim, günlerce bekledim vermesi için. Maalesef benim kalem bir türlü gelmedi. İstesem mi istemesem mi derken cesarete gelip “Hocam! Kalemimle işiniz bitmişse geri alabilir miyim” dedim. “Verdim ben” dedi. “Hoppala, buyur buradan yak şimdi!” dedim kendi kendime. “Hocam, çantanıza bir bakar mısınız” dedim. Gözümün önünde çantasını açtı. Kapağını bile kapatmadan çantasına koyduğu kalemimi çıkardı ve “bu mu” dedi. Evet bu, dedim. “Al” dedi, uzattı.  “Kusura bakma, unuttum, teşekkür ederim” falan yok. İsteyip isteyeceğime de pişman olmuştum. Ama istemiş bulundum. Zira isteyenin bir, vermeyenin iki yüzü karadır. Normalde kalemin de bir değeri yok ama kalem bir öğretmenin olmazsa olmaz malzemesidir, askerin silahı neyse kalem de bir öğretmen için odur.

Bu anlattığımdan başka idarecilik yaparken “Hocam, kaleminiz var mı, şurayı bir imzalayayım” diye alınan ve geri verilmeyen nice kalemlerim gitmiştir. Çünkü imzalayan ya cebine koymuş, ya imzaladığı yerde bırakıp gitmiş, ya da bir başkasına vermiştir. Bir evrak imzalayacağın zaman verdiğin kalemden haberin oluyor. Çünkü bir o cebine, bir bu cebine…masanın gözüne bakıyorsun. Nafile! Aradığın kalemi bir türlü bulamıyorsun. Ardından homurdanıyor, kızıyor, buğzediyor, kendini geriyorsun. Giden kalemin üzerine bir bardak soğuk su düşüyor senin payına. Sonra yolun bir kırtasiyeye düşüyor, yeni bir kalem almak için. “Bir daha kimseye kalemimi vermeyeceğim” diyorsun. Ama kaşla göz arasında bir bakmışsın ki o kalemin de gitmiştir.

Basit ama mide bulandıran bu konuda biraz duyarlılık göstersek fena olmaz değil mi?


10 Haziran 2018 Pazar

Öğretmen, Öğrencisinin Vücutça Büyümüş Şekli

Yalova Esenköy HİE'nde tüm illerden ortaöğretim müdürlerinin kursiyer olarak katıldığı isteğe bağlı bir seminerdeyim. Okulunda geciken öğretmene ve öğrenciye niçin geciktiklerini sorgulayan müdürlerin çoğunun, planlanan saatte seminer salonuna gelmediklerini ve gecikmeli olarak içeriye geldikten sonra kürsüde konuşmacı sunumunu yaparken yanındakiyle koyu bir muhabbete daldıklarına çokça şahit oldum. Hatta bir defasında Ortaöğretim Genel Müdürlüğünde Şube Müdürü olarak görev yapan konuşmacı, "Arkadaşlar, öğretmeniniz toplantıya sizden sonra gelse, geldikten sonra da sizi dinlemeyip yanındakiyle konuşmaya devam etse bu durumda ne yaparsınız" demişti. Üzülmüştüm bu lafları işittiğime.
*
Okul müdürü sene sonu toplantısını yapıyor, gündemle ilgili konuşuyor. Salonda bulunan öğretmenler konuşan bizden biri, dinleyelim demiyor. Habire yanındakiyle sohbet edeceğim diye uğraşıyor. Okul müdürü, nezaketinden kimseye bir şey söylemiyor. Gürültüye rağmen hafif duraklıyor, insanların gözünün içine bakıyor...Nafile. Koltuğa oturmuş öğretmenimiz keyif çatmaya devam ediyor. Konuştuğu sanki aylarca görüşmediği veya az sonra ayrılıp bir daha görüşmeyeceği biri. Hiç istifini bozmadan kelam etmeye ve gülmeye devam ediyor. Haydi müdür saatlerce konuşsa, ara vermese de öğretmenimiz sıkılsa diyeceğim. Toru toplamı 45 dakika süren bir toplantının başı da bu şekil, ortası da, sonu da.

İki tanesini anlattığım örneğin yüzlercesiyle karşılaştım öğretmenlik hayatımda; kimi zaman öğretmen, kimi zaman da müdür pozisyonundayken. Böylesi durumlarda her defasında meslektaşlarım adına mesleğimden utandım. Diyelim ki konuşmacı, hepimizin bildiği rutin konuşmasını yapıyor. Farz edelim ki bu işleri müdürden daha iyi biliyoruz. Konuşan müdür de olsa, şube müdürü de olsa bizden biri. Bir meslek erbabı kendi meslektaşına eziyet eder mi? Onu dinlemeyerek o kimsenin onurunu incittiğimizin farkında mıyız? Biz birbirimizin konuşmasına tahammül göstermez, biz bize saygı duymazsak kim bize saygı duyar? Niçin bir empati yapmıyoruz? Düşünün ki kürsüde konuşan kendimiziz. Salondakiler bizi dinlemeden yanındakiyle konuşuyor. Ne hissederiz bu durumda? Sınıfta ders işlerken bizi dinlemeyen öğrenciye tepkimiz nasıl olur? Konuşun çocuklar, ne de güzel konuşuyorsunuz mu diyoruz. Yeri geldiği zaman yeni nesil söz dinlemiyor, bizi iplemiyor, çok şımartıldı, hiçbir şey yapamıyoruz, öğretmenliğin itibarı kalmadı diyoruz. Biz dinlemeden kendimizi dinletmeyi, saygı göstermeden bize saygı duyulmasını nasıl sağlayacağız? Unutmayalım ki bir meslek grubunda itibar kaybı varsa bunda payın büyüğü o meslek grubunun kendisindedir. Hiç sağa sola kızmaya, gönül koymaya kalkmayalım.  Merak ediyorum Allah bize konuşmamız için bir dil, dinlememiz için iki kulağı niçin verdi? Bir konuşun, iki dinleyin diye değil mi? Ya hayır konuşsak, ya da sussak nasıl olur?
Bir tespit yapayım diye verdiğim bu örnekler yine beni bir başka tespite götürüyor: Öğretmen, öğrencinin vücutça büyümüş şekli. Yeter ki sıraya oturmaya görsün. Durum değişmiyor. Daha sorumluluğunu tam üstlenmemiş, doğru ve yanlışı tam ayırt edemeyen öğrencinin konuşmasını bir yere kadar dinleye dinleye "sıkılmıştır" diyebilir ve yanlış da olsa makul görebiliriz. Ya ev-bark sahibi olmuş, sorumluluk sahibi büyüklerin konuşmasına ne diyelim? Sanırım bunun makul tarafı olmadığı gibi izahı da yok...