Ana içeriğe atla

Dayakla yoğrulmuş bir nesiliz biz...



Yıl 1981. Orta 3.sınıf öğrencisiyim. Yurtta kalıyorum. Mevsim Sonbahar. Okula gitmek için hazırlık yapıyordum ki, hemşerim ve okul arkadaşım yanıma geldi. Bu gün sana dersten önce Beşyol çay ocağında bir çay içireyim dedi.

Hemşerimin çay ikramını kaçırmamalıyım. Belki ömürde bir denk gelir böylesi. Çünkü cebindeki parayı sigaraya verir, genelde cebinde parası olmazdı. Çay ocağı da okula 300 metrelik bir mesafedeydi. Birlikte girdik.

Bizimki hemen sigarasını yaktı. Söylenen çayı beklerken okulumuz müdür baş yardımcısı bir kaç  yardımcısıyla birlikte kapıyı açtı. Sabah sabah tümü öğrenci olan öğrencilerin  öğrenci kimliklerini topladı gitti. Çayı da içemeden kalktık derse girdik.
***
İlk derste nöbetçi öğrenci, müdür başyardımcısı odasına çağırdı. Küçük odanın önü çay ocağında kimliği alınanlarla doluydu. Son sınıf öğrencilerinden başlanarak sırayla içeri çağrılıyordu. İçeriden çıkanlardan birine “ İçeride ne yapıyorlar” diye malumun ilamı bir soru sordum. “Dövüyorlar” dedi. “Dövüyorlar biliyorum da, kim dövüyor” dedim. Cevap: “ Herkesin kendi müdür yardımcısı” olunca sevindim. Çünkü 3.sınıflara bakan muavin merhametliydi. Aynı zamanda çok saftı. Dövmezdi ya da dövemezdi. Dövse ne dövecekti.

Kurbanlık koyun gibi dışarıda beklerken sevinçliydim. Çünkü muavin yönünden şanslıydım. İsmimin çağrılmasıyla birlikte girdim içeri. O küçücük odaya okulun tüm yöneticileri müdür dahil oturmuşlar. Geleni gideni sorguya çekip cezasını verip gönderiyorlardı. Tek suçum kahveye çay içmek için girmekti. Ahiret soruları gelmeye başladı:
-Kahveye niçin gittin?
-Çay içmeye.
-Okulun kantininde çay yok mu?
-Var.
-Peki niçin gittin o zaman?
-Yurttan erken çıkardılar. Hava soğuktu. Çay ocağına girdim ısınmak için.
-Bugün hava soğuk mu?
-Değil efendim. ( Aksine her gün soğuk olan hava o gün güneşliydi.)
-Sigara içiyor musun?
-Hayır efendim. Ben içmem.
(M. Başyardımcımız): -Ben bunu içerken gördüm. ( İşin garibi üniversiteye başladığımda içmeye başlamıştım. Yiyeceğim dayağa eyvallah. Ama iftiraya asla...)
-Bu, yurtta kalıyor.
-Bu, hafız.
-Bu, sınıf başkanı.
O zamana kadar yardımcının biri bıraktı diğeri sormuştu. Son noktayı müdür koydu:
- Bunu başkanlıktan alacaksın.
Her bir soruya cevap verdim hem de hazır ol vaziyetinde. Başım öne eğik duruyorum. Sorular bitti. Bir sessizlik.
-Çat sesiyle birlikte kendimi yerde buldum. Tokat öyle böyle değil. Tam bir Osmanlı tokadıydı. Adam orta 1.sınıfta Beden Eğitimi dersinde bize top yüzü ve dışarı yüzü göstermeden bir dönem boyunca sınıfta “Ecdadımız Osmanlı  sıraya nasıl otururdu” dersini bugünler için anlatmıştı demek ki.  Güvendiğim, dövemez dediğim muavinim beni yere yapıştırmıştı. “Kalk eşek herif” sözüyle tekrar kalktım. Bir daha, bir daha. Maşaallah. Benim saf dediğim galeyana gelmişti. Şükür durdu şiddet sonunda. Bana çık dendi. Çıkarken kapıda duran müdür başyardımcım elime kimliğimi verdi. Vurulan Osmanlı tokadını yeterli görmemiş olmalı ki, iki tokat da o vurdu.
Dövmeyip de ne yapacaklardı. Suçluydum çünkü. Nasıl olur da kahvehaneye çay içmeye giderdim. Herkes haddini bilmeliydi. Sonunda haddini bilmeyen Anadolu’nun köyünden gelmiş bana, haddim bildirildi. Çıktıktan sonra bir başka kurban girdi içeri. O gün, tüm yöneticilerimiz işi gücü bırakıp suç aleti çay, suç mahalli kahvehane olan suçluları cezalandırdılar. Mutluluklarına diyecek yoktu. Vicdanları da rahat olmalı ki sonradan gönül falan almadılar. Yapılan muameleyi kime söyleyip şikayet edecektim ki. Babama söylesem anama söyler. İki tokat da anam atardı. Dayağa değil de beleş çayı içememiştim ona yanarım. Hele ikram, hiç çayını içemediğim dostumdan olunca derdim bir kat daha arttı. Bunu da içime gömdüm. Onlara kızgın mıyım asla. Kötü niyetli değillerdi. Ne gördülerse onu uyguladılar bizde.

Birkaç gün sonra ders bitimi sınıf defterini teslim etmek için bana Osmanlı tokatlarını bir bir saydıran, her vurdukça ters istikamete yatırtan muavinimin yanına gittim. Defteri verdim.
-Hocam, ben başkanlığı bırakıyorum.
-Niçin?
-Hocam beni zorla sınıf başkanı seçtiler. Ben gönüllü yapmıyorum zaten.
-Devam et, oğlum. Bırakma.
-Hocam ben bırakmak istiyorum. Zaten siz de kabul etmelisiniz.
-Niye ki?
-Zaten müdür geçen gün size, bunu başkanlıktan alacaksınız dedi ya.
-Oğlum, sen boş ver müdürü. Ara sıra kahvehaneye ben de gidiyorum. Ben orada müdür döv dediği için dövdüm. Kusura bakma. Başkanlığına da devam et.
Yediğim dayağı unutmuştum. Hocam gönlümü almıştı sağ olsun. Yukarıda gönlümü almadılar demiştim. Dayak atan gönlümü aldı bu vesileyle. Teşvik ve tahrikçilerden ne o gün ne de bugün hiç ses seda çıkmadı. Canları sağ olsun.
***
Bitti mi demeyin. Daha bitmedi. Yıl 1986. Lise son sınıfın son haftası sınıf öğretmenimiz dersi değerlendirmek için “Anılarınızı anlatın, haydi” dedi. Ben de kalkıp yediğim bu dayağı anı olarak anlattım. Yıllar sonra çekilen sıkıntıları anlatmak zevkli oluyormuş. Ben anlattıkça Öğretmenimiz ve tüm sınıf kahkahaya boğuldu.
***
Mezun oldum. Yaz döneminde millet ÖSS'ye hazırlanırken ben de diğer hafızlar gibi yurtta hıfzımı tekrarladım. Hafızlığımı sağladığım hocam okuldaki muavinim idi.
***
Ders bitimi hocamla beraber bir kaç hafız yurdun önünde oturuyorduk. Baktım ki hocam ciddi bir şekilde -zaten hep ciddiydi- benim olduğunu bilmeden 4 yıl önceki benim dayakla ilgili olayı anlatıyor. Benim güldüğümü görünce:
-Sen niçin gülüyorsun?
-Hocam anlattığın kişi benim.
-Sen o zaman bu olayı sınıfta niye anlattın?
-Anı olarak anlattım.
-Bunun neresi anı?
-Hocam dayaktan iyi anı mı olur? Babalarımız askerde dayak yerler. Hayatları boyunca anı olarak anlatırlar.
-Sahi sen o zaman benden için “Dövmez mi dedin yoksa dövemez mi?”
-Hocam ne dediğimi bilmiyorum ama. Sanırım dövemez demişimdir dövmez anlamında.
Mesele “Dövmez-dövemez” kelimeleriydi. Derste bu anıyı anlattıktan sonra hocamız, muavinimizin yanına giderek (Sanırım o zaman muavin değildi.) “Öğrencinin biri senden için dövemez” dedi demiş. Hasılı bizim anı, dövmez-dövemeze dönüşmüş. Biraz tartışmışlar sanırım.
***
Yıl 2010. Bir ortaokulda yöneticiyim. Okul alış verişi için bir kırtasiyeye uğradım. Baktım bizim yöneticilerden iki tanesi emeklilik sonrası esnaf olmuşlar. 1981’deki dayağa rağmen zaman zaman alavere dolayısıyla geçmişi yad ettik. Alış veriş yapan okul sayısı çok olduğu için her bir okula da numara vermişler. Bana okulumun numarasını sordu bir hocam. Hocam bilmem numarayı. Söylerseniz bir daha numaramı söylerim alış veriş esnasında dedim. Numarayı söyledi. Bu esnada bana orta 3’de iki tokat atan hocam: “ Söyleme, söyleme. Söylesen de yine unutur bu, numarayı” deyince, “ Ne unutması hocam. Ben orta 3’de yediğim iki yıları bile unutmadım” diye cevap verdim. Dayak atan hocam ne mi dedi? “O yılları ve oraları karıştırma” dedi.
Bu vesileyle yaptıkları yanlış olsa da iyi niyetli olduklarına inanıyorum. Hepsini hayırla yad ediyorum. Vefat  edenlere rahmet, kalanlara hayırlı uzun ömürler diliyorum. 21/12/2015

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde