2 Aralık 2015 Çarşamba

Terletmeyen iş

Kahvehaneye geldi.Oturdu bir sandalyeye.Oynayacağı okey ekibini beklemeye koyuldu.Çıkardı cebinden parlementi,yaktı sigarasını.Çay da gelmişti bu arada.Anlaşılan müdavimi idi;istemeden çay geldiğine göre.
-İş lazım
-Ne işi?
-Karnımı doyuracak bir iş
-Arıyor musun?
-Yok ki
-Hiç aradın mı?
-Aramaya ne gerek var.Yeterince para vermiyorlar ki.Girdim,çıktım.
-Nasıl bir iş istiyorsun?
-Sırtımı terletmeyecek,mesaisi olmayan bir iş.
-Ha sen devlette çalışmak istiyorsun.
-Aklınla bin yaşa.
Sonra ekibi geldi.Okey oynamaya daldı.Çayın biri geldi,biri gitti.İçilen sigaranın ise hattı hesabı olmadı.Oyunu kaybederse ne kadar çay parası ödeyecek kim bilir?

Otopark sorunu


Eskiden özel aracı olmak lüks kabul edilirdi. Herkesin olmazdı. Taksisi olmak belirli bir refah seviyesinin üzerinde olmayı gerektiriyordu. Günümüzde özel aracı olmak lüks olmaktan çıktı. İhtiyaç listemizin en önünde yer almaya başladı. Parası olan da alıyor olmayan da.

Ülkemize her yıl giren araç sayısı arttı, artmaya da devam ediyor. Beraberinde park sorunu meydana gelmeye başladı. Özellikle çarşı merkezlerinde, hastane bölgesinde, iş yerlerinin bulunduğu yerlerde ve meskun mahaller de bile araç park sorunu bir yumak haline geldi. Beraberinde ücretli park sektörü de doğdu. Belediyelerimiz araç yoğunluğunun olduğu mahallerin yol kenarlarını ücretli hale getirdi. Ücretli parklar dolu. Yol kenarlarında durmak ve park etmek yasak levhasına rağmen hınca hınç park edilmiş araçlarla dolu. Yol kenarındaki araçların parka girmeleri, parktan çıkmaları, park etmeye çalışmaları ayrıca akan trafiği de engellemektedir. Korsan parklar, kaldırım üzerine park edilmiş araçlar, yolların sağlı-sollu park haline getirilmesi ayrı bir kesme keşlik haline geldi.Yol, cadde, sokak ve kaldırımlar araçla doldu, neredeyse yayaların yürüyeceği alan kalmadı. Görüntü kirliliği de ayrı bir dert. Ücretli parka park ücreti vermemek için korsan durma da yine ayrı bir sorun. Esnaf dükkanının önüne park etme ise her babayiğidin harcı değil. Biz adamın sadece dükkan sahibi olduğunu sanıyorduk. Meğersem dükkanın önündeki kaldırım ve yol da esnafa aitmiş. Kendi aracını park ediyor. Kazara bir başka yere gitmesi gerekiyorsa hemen elemanlarınca park yasağı anlamında yol kenarına başka malzemeler konuyor. Kazara koyduysan esnafla kavga etmeden ayrılman çok nadirattandır. Bugün çarşıya çıktığımda güpegündüz bir kavganın içerisinde buldum kendimi. Birkaç kişinin kafa gözü kırılmıştı. Biraz kulak kabartınca meselenin esnafın dükkanının önüne bir başka aracın park etmesiymiş. Neyi bekliyoruz gerçekten anlayamadım. Park sorunu yüzünden insanlar birbirini boğazlamasını mı? Bu gidişle sanırım böyle vukuatların olması da kaçınılmazdır.

“Efendim, iyi hoş da. Biliyorsun araç çoğaldı, parklar yeterli olmuyor. Yeterli olsa da bir kısım insanımız ücretinden dolayı aracını parka koymak istemiyor. Ne çözüm öneriyorsun?” Dediğini var sayarak çözüm sadedince basit bir önerim olacak. Dediğimin de mutlaka aksayan yönleri olabilir:
Belediyelere şehirlerinde yeterince park yapması için öncelikli zorunlu bir görev verilmelidir. Belediyeler 20-25 yılı hesaba katarak yeni park yerleri üretmelidir. Yeni park yerleri üretmek yüklü bir maliyet gerektirir, nasıl altından kalkılacak” diye düşünülebilir. Bence çözümü basit. Gelirler İdaresi Başkanlığı ocak ve temmuz  olmak üzere araç sahiplerinden yılda iki defa bandrol ücreti almaktadır. Bandrol ücretinin içerisine ayrıca park ücreti dahil edilebilir. Araç sahiplerinden alınan bu park ücreti otomatik olarak belediyelere kaynak olarak aktarılır. Aktarılan bu kaynakla ihtiyaç olan yerlere parklar aciliyetine göre planlanarak yapılır. Bandrol ücretiyle birlikte park ücretini yıllık peşin veren araç sahibi Türkiye’nin neresine giderse gitsin aracını ücretsiz olarak parklara koyabilmelidir. Yani otoparklar ücretsiz olmalıdır. Yeni parkların üretilmesiyle birlikte vatandaş gittiği her yerde güvenli bir şekilde aracını park sorunu yaşamadığı takdirde yılda iki defa verdiği park ücretinin karşılığını hizmet olarak göreceği için çok mesele edinmeyecektir. Bunun sonucunda yol kenarlarına,kaldırım üstüne araçların park edilmediği, kavgaların çıkmadığı görülecektir. Buna rağmen yol kenarlarına, kaldırım üzerine park edilmiş araçlar olduğu takdirde park cezası mutlaka uygulanmalı, cezası caydırıcı olmalı, takibi ve sürekliliği olmalıdır. Yılda iki kez bandrol ücretinin içerisinde park ücreti vermeyen araç sürücüsü gittiği her yerde park ücretinden pahalı bir şekilde yararlanmalıdır.

Benim çözüm önerim bu. İnşallah bu sorundan, görüntü kirliliğinden, trafiği felç etmesinden kısa zamanda bu ülke kurtulur temennisiyle. 24/10/2015

Kravatın Önemi

-Efendim kılık kıyafet serbestliği var.Sen hâlâ ne diye kravat takıyorsun. Hem de bu tatil gününde.
-Ben takarım kardeş, ne olur ne olmaz.
-Sebebi ne ki?
-Tavşan gibi şamar oğlanı olmak istemiyorum.
-Tavşana ne olmuş ki?
-Gravat takmadığından başına gelmedik kalmamış.
-Anlat hele şunu,baya merak ettim.
-Arslan içtimada her gün tavşanı dövermiş "Nerede senin kravatın"diye.Yardımcıları arslana "Efendim her gün aynı gerekçe ile tavşanı dövüyorsun.Gerekçeyi değiştirseniz " demişler. Arslan "Değiştirelim yarın sigara almaya gönderelim tavşanı"demiş. "İyi de efendim ne diye döveceksiniz tavşan sigarayı alır gelirse"..."Getirdiği sigara filtreli olursa niçin filtresiz almadın. Filtresiz olursa niçin filtreli almadın diye döverim". "Siz bilirsiniz efendim" demişler.


Ertesi günü tavşanı çağırırlar " Gel lan buraya diye al şu parayı git sigara al gel " diye. Parayı alan tavşan giderken geriye döner "Efendim sigara filtreli mi olacak yoksa filtresiz mi" diye soru sorar. Bu soru karşısında arslan tavşanı çağırır " Gel lan buraya nerede senin kravatın" diyerek pat çat döver.
-Ben gidiyorum
-Nereye ?
-Kravat bulmaya.
-Kravata gerek yok. Adam seni dövecekse mutlaka döver.
-Olsun. En azından kravat yüzünden dayak yemeyeyim. 25/10/2015

Diplomamı Kaybettim

Milli Eğitim Bakanlığına bağlı tüm okulların ortak çilesi,diplomamı kaybettim diyenlerin okulları aşındırmasıdır. Hiç bir gün geçmiyor ki bu tür istekle gelen olmasın. Okulların beklenmeyen misafirleridir bunlar.Hatta diploma kayıp belgesi verilen bir daha, bir daha kaybediyor.Kaybetmenin bir maliyeti var mı?Maalesef yok.Kaybeden için sıfır maliyet.Hazırlayan için külfet üstüne külfet.İsteyene istediği kadar vermek okulların kaderidir.
İnsan değerli ve önem verdiği bir şeyi kaybedemez mi?Kaybetmek doğaldır.Fakat hiçbir kaybımız diploma kaybı kadar değildir.Peki insanlar niçin bu kadar fazla kaybetmektedirler?Ya da hepsi gerçekten kaybediyor mu?Ne yazık ki kaybedenlerin çoğu diplomasını kaybetmiyor?Örnek mi istersiniz,buyurun:
a-      Bir mezun öğrencim” diplomamı kaybettim” diye geldi.”Nereye lazım” dedim.”Ehliyet alacağım da”.Gerçekten kaybettin mi” dedim.”Hocam,ne yalan söyleyeyim.Evimiz uzakta.Sürücü kursu yetkilisi,’eve kadar niye gideceksin,hemen okuluna  git,diplomamı kaybettim,de.Hemen hazırlarlar.’dedi.Bu yüzden geldim.”
b-     “Diplomamı kaybettim” diyen birine “ehliyetin var mı” dedim.”var” dedi.”Sürücü kursunda kalmasın”dedim.”Olabilir,bir arayayım”dedi.Yanımda aradı.Kurs yetkilisi,”bizdedir”dedi.
c-      “Ben diplomayı hiç kullanmıyorum,evde duruyor.Lazım oldukça okula gidip hazır zaten bir çıktı istiyorum,veriyorlar.
d-     “Nerede kaybettin” dediğimde,”en son sürücü kursuna vermiştim,bulamadılar.”
e-     “Evi taşımıştım,bulamıyorum.”
f-       “Diploma halen memur olarak çalıştığım falan yerde,oraya kim gidecek şimdi…vs.
Örneklerinden bazılarını yazdım,bunları çoğaltabiliriz.Tüm sürücü kursları bu şekilde yönlendiriyor anlaşılmasın.İstisnalar kaideyi bozmaz.Amacım genellemek değil.Ama realite bu.Bir başka husus,vatandaş yıllar yılı diplomasını kullanmamış,lazım olduğu zaman nerede olabilir diye düşünmeden soluğu okullarda alıyor.Beklemeye de tahammülü yok.Hemen hazırlanıp verilecek.Çünkü ya ehliyet almaya müracaatın son günüdür,ya askere gitmek için muayene olması gerekiyordur,ya bir saat sonra il dışına gidecektir.Vatandaş işinin hemen olmasını bekliyor. Mübarekler istediğiniz ;manavda,bakkalda satın alınacak bir şey değil ki.Sonra bir çokları hangi yıl mezun olmuş,numarası ne imiş maalesef bilmiyor.Vatandaşın yaşından hesap yaparak mezun olduğu yılı buluyoruz.Sonra arşive gidip diploma defterininden bilgilerine ulaşıyoruz.
Diplomalar niye bu kadar çok kaybediliyor,ya da kaybettim şeklindeki beyanla  yöneticilerimiz yanıltılıyor?Bunu insaf sahibi herkesin düşünmesini istiyorum.Siz hiç ehliyetini,evlilik cüzdanını,nüfus cüzdanını vb değerli kimliklerini kaybettiklerini  gördünüz mü? Eğer çaldırmadıysa görüyoruz ama gerçekten çok azdır.Çünkü kaybedilen her şeyin bir bedeli vardır.Adını zikrettiğim şeyleri yeniden çıkartmak için gittiğiniz zaman hem “şu kadar yatırtacaksınız”,belki de”şuraya ilan vereceksiniz”,”şu evrakı getireceksiniz”,şu kadar fotoğraf”,”muhtardan bilmem ne yazısı getireceksiniz”.şeklinde mevzuat ve prosedür karşınıza çıkar.Hazırlanması için de mutlaka size biraz beklemeniz ya da ertesi gün gelmeniz istenecektir.Vatandaş ne denirse yapar,bir daha da kıymetini bilir,kolay kolay kaybetmez.E-devlet şifresini almak 1.00 TL ise unutup tekrar almanın maliyeti yanılmıyorsam 3.00 TL’dir.
Milli Eğitim sistemindeki mevzuata  gelince,” İlkokul, ortaokul, ilköğretim okulunu 2012 yılından önce bitiren ve zamanında okuldan diplomasını alamayan veya kaybedenler, okul müdürlüğüne bir dilekçe ile başvururlar. Okul müdürlüğünce, kayıtlara göre dilekçe sahibinin aldığı belge ve diploma ile başka bir okula yazılmadığı belirlendikten sonra, dilekçenin altına veya arkasına, onaylı Diploma Kayıt Örneği EK-14 verilir. Durum, o döneme ait diploma defterine veya öğrenci kütük defterine işlenir. Aldığı belgeyi kaybedene, aynı yöntemle yeniden belge verilir.” Mevzuatın son cümlesine dikkatinizi çekerim: “Aldığı belgeyi kaybedene, aynı yöntemle yeniden belge verilir.”
İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinin diploma kaybedenlere ait yukarıda yazdığım madde 74.maddesidir.Görüldüğü gibi hiçbir maliyeti yok.Vatandaş niye kaybetmesin.”Dilinin altındaki baklayı çıkar kardeş”diyorsan ben de sadede gelmek isterim o zaman:Şunu baştan söyleyeyim.Yazıdan kastım vatandaşa zorluk çıkarmak değildir.Sadece değeri ve kıymeti bilinsin diye ortaya az veya çok bir maliyetin konmasıdır.Çünkü verilen belgenin karşılığında ödememiz gereken ve cüzdanımıza dokunan şeyi kolay kolay unutmayız ve değerini biliriz,tedbirimizi de alırız..
Okullar değil mi? İşi gücü para düşünmek akla gelebilir.Eğer böyle düşünülürse yatırılacak meblağ okul hesabına değil de bankaya devletin belirlediği ve geliri devlete gidecek şekilde  hesaba yatsın.Ya da mahalli,ulusal medya aracılığıyla duyurduğuna ve yayınlandığına dair yazı ile okullara müracaat edilsin.


Kucak Kucak!


Hz Muhammed'e düşmanlıkta ileri giden biridir Ebu Lehep. Peygamberin öp öz amcasıdır. Bizde amca baba yarısı kabul edilir. Asıl adı Abduluzza’dır. Babası ona, güzelliği sebebiyle ateş gibi parladığı veya öfkelendiği zaman yanakları kızardığı için “Ebû Leheb” (alev babası) demiştir. Ebu Lehep'in ömrü yeğeniyle ve onun diniyle mücadeleyle geçmiştir. Ebu Lehep'in kindarlığının sebebi nedir hiç düşündük mü?

Anne ve babadan mahrum küçük Muhammed 6-8 yaşları arasında dedesi Abdulmuttalib'in yanında kaldı. Dede, vefat etmeden önce oğullarından birine emanet etmek istiyordu küçük Muhammed'i. Ebu Talip'le beraber Ebu Lehep de Hz Muhammed'i almak istiyordu. Merhamet eksikliğinden dolayı dede vermek istemese de kardeşinin oğlunu çok da seviyordu elleri kuruyasıca. Sonunda "Kucağımızı açalım Muhammed'i kendimize çağıralım. Kime gelirse Yetim'e o baksın” denerek bir orta yol bulunur. Ebu Talip ve Ebu Lehep "kucak kucak" diye çağırırlar. Küçük Muhammed koşarak Ebu Talip'in kucağına kendisini atar. Bu durumu içine atan Ebu Lehep oradan hoşnutsuz bir şekilde ayrılır.

Hayatı boyunca içinde bir ukde olarak kalır bu kucak meselesi.
Yıllar sonra "Bana o zaman gelmedin" diye de peygamberimizin başına kakar. Yeğenine karşı içindeki kin ve intikam ateşinin tohumları oracıkta atılmış oldu.

Bu olay niçin aklıma geldi. Ne bileyim ben? Fakat bildiğim bir şey var, kin ve intikamda aşırı giden insanları görünce kin tuttukları adama acaba çocukluğunda kucak kucak diye çağırıp gelmediği için mi aşırı kin güdüyorlar? Benimki de bir merak işte!

Ömrü, kişisel kincilikten dine ve dini değerlerle mücadeleye girişen Ebu Lehep hakkında “Ebu Leheb'in iki eli kurusun. Kendisi de kurudu gitti. Ona ne malı ne kazancı yaradı. O da, gerdanında bükülmüş bir ip olduğu halde odun hamalı olarak karısı(Ümmü Cemile)  ile birlikte alevli bir ateşe atılacaklar.” süresi nazil oldu.

Bedir’de müşriklerin bozguna uğradığını öğrendikten birkaç gün sonra Mekke’de öldü. Oğulları, onun yakalandığı çiçek (adese) hastalığının kendilerine bulaşmasından korktukları için babalarını gömemediler, ancak bir müddet sonra ücretle tuttukları Sudanlılara defnettirdiler. (TDV, İslam Ansiklopedisi)
Kin ve intikamdan Yaradan'a sığınırım. 28/10/2015


Şiddet Gören Şiddet Uygular ***


(Şiddete maruz kalmış boynu bükük Anadolu insanı)
-Çocuğu niye dövdün?

-Çocuk benim değil mi. Sana ne?
-Sen bu çocuğu sevmiyor musun?
-Seviyorum. Ama durmuyor.
-Durdurmanın çözümü dayak mı?
-Başka ne yapabilirim ki
-Doğru başka ne yapabilirsin ki? Çünkü sen de bunu görmüşsün anlaşılan. İnsan gördüğünü yapar.
-Ne demek istiyorsun?
-Dayak yemişsin anlaşılan.
-Doğru yedim de ne alaka? Bağlantı kuramadım.
-Bak kardeşim. Dayak, şiddet bizim toplumumuzda hayatın her safhasında şu ya da bu şekilde karşımıza çıkıyor.
-Erkekler dövüyor. Kadınlar mağdur oluyor, şiddet görüyor.
-Mesele erkeğin dövmesi değil sadece. Esas mesele kimin gücü kime yetiyorsa onu dövüyor. Kim güçlü ise hıncını zayıftan alıyor.
-Ne demek istiyorsun? Açık söyle.
-Soracaklarıma doğru cevap verirsen açıklarım.
-Tamam. Söyleyeceğim.
-Eşin hiç dövdü mü?
-Dövdü. Hem de kaç kere.
-Annen ya da baban dövdü mü?
-Babam fazla değil de annemden dayak yedim. Hele bazı zamanlar 3 öğün neredeyse.
-Okulda veya kursta dayak yedin mi?
-Evet
-Seni okulun, annen, eşin döverken ne hissettin?
-Önceleri acı çektim, dışlanmış hissettim. İçin için ağladım. Küstüm, konuşmadım. İçime kapandım. Sonraları zaman zaman isyanlara oynadım. Zamanla alıştım.
-Seni dövenlerin ortak özelliği ne, hiç düşündün mü?
-Sanırım benden fizik olarak güçlü olmaları.
-Şimdi sen çocuğunu dövüyorsun?
-Evet durmuyor, yaramazlık yapıyor.
-Sen de çocuğuna göre güçlüsün. Gücün çocuğuna yettiği için şiddete başvuruyorsun. Aslında çocuğunu çok seviyorsun. Ama aciz kaldığında ilk başvurduğun sana uygulanan şiddet oluyor. Seni dövdükleri zaman dayaktan nefret edip belki de "Ben büyüyünce asla dövmeyeceğim" dedin çoğu kere.
-Doğru. Çok dedim. Nereden biliyorsun?
-Çoğu insan şiddete uğradığında, şiddet gördüğünde hep bu şekilde söz verir. Eline imkan geçtiğinde başvurduğu en nefret ettiği şeydir. Çünkü şiddet gören şiddet uygular. Yeter ki gücü yetsin.
-Valla, doğru dersin.
-Ülkemizde asıl sorun kadın, çocuk sorunu değil. Esas sorun insanlık sorunudur. Herkes gördüğünü yapar. Bir kölenin bile en büyük hayali, özgürlüğe kavuşunca bir köleye sahip olmaktır.
-O zaman ne yapmalı?
-Ne şiddet görmeli. Ne de şiddete başvurmalıyız. Çünkü bu tiplerin psikolojisi bozuktur. Şiddet gördükçe onuru zedelenir, gururu incinir. İçine atar. Hayata küser.
-Böylelerini nasıl tanırız?
-Gördüğün birine -şakadan- elini kaldır. Eğer geçmişte dayak yemişse hemen başını kaçırır. Çünkü refleks hale gelmiştir. Eğer karşında dimdik duruyorsa bil ki dayak yememiştir. Kendisine öz güveni vardır.
-Öz güven?
-Evet öz güven insanı insan yapan, kişiye kişilik veren en önemli olgudur. Öz güven sahibi insan daha insancıldır. Hayata daha güvenle bakar. Öz güveni yok olan hayatı boyunca öz güveni eksik olarak ezik yaşar. Hep boynu büküktür.
-Boynu bükük! Tuttum bu deyimi. Gerçekten boynu bükük insanlarız.
-Maalesef boynu büküklük Anadolu insanını anlatır. Çünkü her birimiz az veya çok bu şiddet sarmalından geçeriz.
-Hepsi dayak mı yemiştir?
-İlla dayak yemesi gerekmiyor. Kötü söz, hakaret, baskı vb. hareketler hep şiddet içerir. Kişi hiçbirine maruz kalmasa da bu hareketleri göre göre şiddete alışır. Fırsatını bulduğu zaman da uygular. Hasılı bizler şu ya da bu şekilde şiddet sarmalından geçen boynu bükük Anadolu insanlarıyız hepimiz. Bilmem anlatabildim mi?
-Eyvallah! Çok iyi anladım. Bir daha çocuğumu asla dövmeyeceğim.
Nice şiddetsiz yıllara... 29/10/2015



*** 06/11/2018 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.



Açık Oy, Açık Tasnif


(Seçimde sandık başkanı olarak görev verilen bir başkanın dostuma anlattıklarıdır)
“Anadolu’nun bir ilinin uzak bir nahiyesinde -istemediğim halde-sandık başkanı olarak görevlendirildim.
Öğrencilerime nahiyeyi ve seçim günü atmosferini sordum. ’Hocam her seçimde 2 kişi ölür seçim dolayısıyla’ dediler. Uzaklığından geçtim. İçin için çekinmeye başlamıştım.
Öğretmen ve personel ortamında seçim benim son seçimim olacak benzeri konuşurken hizmetli ‘hocam ne istiyorsun’ dedi. Seçimde görev almak istemiyorum. İptalini, yok mümkün değilse ilçe merkezinde, yok o da mümkün değilse ilçenin yakın bir köyü olsun’ dedim. ’Ben bunu yaparım; yaparsam bana ne var’ dedi. ’Eğer yaparsan bir hafta boyunca çayın benden’ dedim. Sonra salon başkanlığı yerim ilçenin yakınındaki bir köye değiştirildi. Köyün bir de mezrası varmış. Mezradaki ileri gelenler yanıma gelip ‘hocam açık oy kullandırmayın.’ dediler. 'kardeş açık oy gizli tasnif geçmişte kaldı.Kurallar ne ise o uygulanacak, içiniz rahat olsun’ dedim.
Seçim günü geldi çattı. Köye bir gün öncesi akşamından gittim. Bir misafirperver amca beni evine aldı.. Akşam yatmadan önce köyün ağası geldi. ’Sabahleyin erkenden sandık başına gitmene gerek yok. Uyandığın zaman gel’ dedi. Dedi demesine ama ben yine zamanında gittim görev yerime. Oy verme yerine ayrıca kalemle ‘gizli oy verme yeri’ yazdım. Bir sandık görevlisinin dışında her şeyimiz hazırdı. Oy vermeye geçildi. İlk oy vermeye 35-40 yaşlarında ilk seçmenim geldi. Adam imza işini yaparken üyelerden biri oy pusulasını ikiye katladı. Ağanın da vekil adayı olduğu partinin altına ‘evet’ mührünü bastı. Diğer üyeye verdi. O da zarfa koydu. Diğer üyeye uzattı. O da sandığa attı. Seçmen ise ailesindeki seçmen kadar seçmen listesini imzalamaya devam etti. 'Bu ne iş yahu’ derken ‘bizim burada böyle hocam. Sorun yok’ dediler. Nice sonra ağa geldi. Baktım oy verme alanında bekliyor. Gitmesini ayrıca açık oy olmaz dedimse de ‘hocam sorun olmaz. Olursa da biz varız, seni koruruz’ dedi ve ayrıldı. En azından ‘buradan git’ sözümü tutmuştu. Her aileden bir kişi gelip imzasını atıyor, seçmenlerin yapacağı işi üyeler imece usulü, el birliğiyle yerine getiriyordu. (Sandıkta görevli üye saat 10.00 civarında geldi. Neredesin dediğimde ‘uyurdum’ dedi. Geçti boş bir yere oturdu.) Bu şekil oy verme şekli öğleye kadar sürdü. Az sonra karakol komutanı geldi. 'Burada oy kullanabilir miyim’ dedi. Ben de ‘kullanabilirsin’ dedim. Yüz hatlarından ve homurdanmalarından üyelerin hoşnut olmadığını anladım. Komutan oy verme yerinde nizami oyunu kullandıktan sonra ayrıldı. Üyelere niçin memnun kalmadınız diye sordum. 'Hocam başka bir partiye oy çıkarsa ağa bize kızar. O yüzden’ dediler. Az sonra grup halinde köye bağlı ağaya muhalif seçmenler geldiler. Üyelerden öğrendiğime göre mezrada 16 oy vardı.Onların da nereye oy vereceği parti belliydi. Nereden biliyorsunuz dediğimde “Efendim bizim ağa 20 yıl boyunca Y partisinden aday oldu.Mezra da X partisine oy veriyordu. 20 yıl sonrası ağa X partisine gelip aday olunca mezra Y partisine döndü.Yani onların nereye vereceği belli.' açıklamasını yaptılar. Mezra tıpkı karakol komutanı gibi oy verme yerine gitti,nizami bir şekilde oyunu kullandı.Hangi partiye verdikleri görülmemişti ama benim üyeler onların nereye verdiğini zaten biliyordu. Öğle 13.30 gibi tamamen erkeklerden oluşan oy verme işlemi bitti. Yanımdaki diğer üyelerden farklı olan üye oyunu vermek için kalktı.Tüm üyelerin gözünün önünde ağanın muhalifi bir partiye oyunu açıkça bastı ve sandığa attı. Kendisine niçin böyle yaptın dediğimde ‘Hocam ağaya kızdığım için muhalifine verdim.Çünkü ben falan tarihte Orman Müdürlüğünde bir sınavı kazanmıştım. Referans olması için ağanın yanına gittim. Ağa referans olmam dedi. Niçin dediğimde ’sen memur olarak gidersen bizim buradaki işleri kim yapacak ‘ dedi. Bu yüzden memur olamadım. Bizler burada maraba olarak çalışırız. Kaldırdığımızın yarısı bizimse yarısı ağanındır. Ben aslında oyumu ağanın şimdiki partisine verirdim’ dedi.
Bizim oy işleri saat 14.00 olduğunda tamamen bitmişti. Akşam 17.00’ye kadar bekledik. Aslında sonucu belli sandıktaki oyları kimse merak etmiyordu. Sadece merak edilen karakol komutanının oyunun rengi idi üyeler arasındaki beklenti. Sandıklar açıldı. Sayım yapıldı. Hiç iptal yoktu nedense. Karakol komutanının oyunun rengi de belli olmuştu. Ben biran evvel bitirip gideyim diye beklerken üyeler ise komutanın oyunu beklemişlerdi. Oy da ağanın ve mezranın muhalifi olan bir partiye gitmişti.”
Tutanakları tutup jandarma eşliğinde seçim kuruluna giderek güç-bela torbayı teslim ettim. Yüzümün akıyla bu işi de bitirmiştim.
Bir hafta sonra beni köye yazdıran hizmetlinin içtiği çayların parasını vermek için kantine gittim. Yüklü bir fiyat çıktı. Seçimde aldığım paranın yarısından fazla idi. Bu çay parası içimde bir ukde olarak kalmıştı. Hizmetliyi gördüm. Sen ne yaptın be adam bu kadar çay içilir mi dedim. ’Hocam, ben çaykoliğim. Çayı çok içerim. Sen bana bir hafta boyunca yemek ye desen o kadar para ödemezdin’ demez mi?’ Anlaşılan yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştum.”
Bu anlatılanları dinleyince bugün Türkiye’nin bazı bölgelerinde seçim sonuçlarını şimdiden tahmin etmek zor değil gerçekten. Böylesi yerlerde yaşayan insanlara ve durumlarına üzülmemek elde değil. Çünkü anlatılana göre kadınlar oy vermiş ama sandığa hiç gelmemiş. Seçmenin iradesi yerel gücün isteğine göre şekillenmiş. Açık oy kullanılmış. Oldu olacak açık oy gizli tasnif yapın da bari geçmişi yadedelim olmaz mı?
01/11/2015 genel seçimlerin arafesinde bana yıllar önce anlatılan bu olay aklıma geldi. Paylaşmak istedim. Umarım şimdilerde böylesi oylamalar olmaz diye temenni etmek istiyorum.Seçmenin özgür iradesinin sandığa yansımasını, seçimlerin ülkemize hayırlar getirmesini, kaosun bitmesini, kim kazanırsa kazansın sonunda kazananın Türkiye olmasını temenni ederim.
*Seçim arafesinde olduğumuz bu atmosferde kaleme alınıp sanal alemde paylaşılan bu yazı tamamen sanaldır. Gerçekle bir alakası yoktur. Kurgudur...
Sen böyle bil.
30/10/2015