15 Nisan 2021 Perşembe

Ya Sabır!

—Ramazanla aran nasıl?

—Ramazan'ın ramazanla arası hiç olmadığı kadar iyidir. Ne açlık var ne de susuzluk. 

—Nasıl gidiyor, nasıl vakit geçiriyorsun? 

—Yeme ve içmeye vakit ayırmayınca iş yapmak için bolca zaman kalıyor. Yeter ki iş yapmak iste. İşimi yapıyorum. 

—Herhalde yürüyüş yapmıyorsundur. Ne de olsa ramazandayız. 

—Ramazan başta yürüyüş olmak üzere hiçbir şeye engel değildir. Yeter ki yürüyüşe vakit bulayım. Koyduğum hedefi ramazanda da yürüyorum. 

—Aç aç gitmez herhalde. 

—Niye gitmesin. Esas yürüyüş aç karna yapılan yürüyüştür. 

—Ramazanda çekilmez bir durumla karşılamıyor musun? 

—Var bir durum. 

—Nedir o?

—Biri beni kendi halime bırakmıyor. Ramazanı ağzımın tadıyla geçirmemi istemiyor. Günde günün belirli saatlerinde durmadan rahatsız ediyor. Nasıl anlatılır bilmem. Bildiğim, anamdan emdiğim sütü fitil fitil burnumdan getiriyor. 

—Ne yapıyor? 

—Ne yapmıyor ki... Kah whatsappla kah mesaj yoluyla mesaj bombardımanına tutuyor. 

—Ne gönderiyor? 

—Bana dönüp dönüp orucun önemini anlatan mesajlar gönderiyor. 

—Ne sakıncası var? Varsın göndersin. 

—Kardeşim, öneminden dolayı oruç tutan birine orucun öneminden bahsetmek abesle iştigaldir. Onun öneminden bahsettiği orucu, kendimi bildim bileli tutarım. İlla yapacaksa, bunu bana değil, oruç tutmayan birine yapmalı. 

—Tekrarın ne zararı var? 

—Zararı, kabak tadı vermesi. Faydadan hali bir durumdur bu. Bu, ders çalışan birine dersine çalış, demek gibi bir şey. 

—O zaman amacı ne bunun? 

—Amacını bilmem. Bildiğim, eli boş. Sabahtan akşama elinde telefon, kendinden bir şey koymadan kendisine geleni iletiyor. Kendisine geleni okuyor mu, çok emin değilim. Aklı sıra tebliğ yapıyor. İyilik yaptığını sanıyor. Aslında tereciye yere satıyor ve vakit geçiriyor. Keşke mesaj yönetimine önem verdiği kadar vaktini daha faydalı işlere ayırsa. 

—Mesela? 

—Onu ben bilemem. Yalnız dinden, oruçtan ne anlıyorsa onu yapsın. İşi varsa işini en iyi şekilde yapsın. Bunu da mı ben söyleyeyim. Ne yapacaksa yapsın ama beni rahat bıraksın. Beni bana bıraksın. Herhalde bu dünyaya dair tek görevi bana mesaj göndermek değildir. Diyelim ki kendisine vazife çıkardı. Mutlaka bana mesaj gönderecek. Günlük bir mesajla yetinsin. Sabahtan akşama aynı mesajı hem mesaj hem whatsapp yoluyla gönderip durmasın. Günde birkaç mesajın hangi birini yerine getireyim, öyle değil mi? En büyük endişem bu kadar mesajın ardından yani ev ödevinin ardından beni bir gün sınava tabi tutması. 

—O kadar da değil. Çok rahatsızsan engelle gitsin. 

—Onu da yaptım zamanın behrinde. Engellemek istedim. Telefonumun engelleme özelliği yokmuş. Kurtulmak için ihtiyaç yokken engelleme özelliği olan yeni bir telefon bile aldım. Epey böyle gitti. Epey de rahat ettim. Sonra telefonum yeni sürümlere uyumlu olmayınca yeni bir telefon daha aldım. Baktım, bizimki yine pes etmemiş, peşimde. Şimdilik sessize aldım. Beni rahatsız etmeden o, mesajlar göndermeye devam ediyor. O değilsen gelen önemli bir mesaj var mı diye göz gezdirince aynı kişiden gönderilen mesajların yığıldığını görüyorum. Belki önemli bir şey vardır bu sefer diyorum. Açıyorum mesajlarını. Kırk yıllık kani, değişir mi? Aynı yol, yöntem ve içerikle yine iş başında bizim bu davetsiz misafir. 

—Bu durumda ne yapmayı düşünüyorsun? 

—Dört gözle ramazanın bitmesini bekliyorum. Belki bayram gelince bayram ederim diye düşünüyorum. Allah başka keder vermesin ama bıktırdı, bezdirdi, illallah dedirtti. Neredesin insaf, feraset, basiret diyorum ve fesübhanallah diyorum, ya sabır çekiyorum. Bana bu mesajların tek katkısı da bu. Sanırım onun istediği de bu: Ağzımı duaya alıştırmak. Görüyorum ki bir yerlerde bir samimiyet eksiğim olmalı ki duam kabul olmuyor ve bizimki hala peşimde. 

—Senin için ne yapabilirim? 

—Benim için bir iyilik yapmak istiyorsan, senin telefonunu benim tebliğciye vereyim, sana da göndersin. O zaman beni daha iyi anlarsın. 

12 Nisan 2021 Pazartesi

Çatlattığı Ayın Düşman Çatlatan Cinsten *

Bir imamın ikinci defa cuma hutbesi dinledim ve ardında cuma namazı kıldım. İlkinde okuduğu hutbeyi öylesine dinlemiş olmalıyım ki pek dikkatimi çekmemişti. İkincisinde tam karşısında saf tutmuşum. O, hutbe irat ederken ben de can kulağıyla hem dinledim hem okuyuşuna hem de jest ve mimiklerini izledim. İzledikçe imama olan hayranlığım arttı. Hutbeyi irat ederken harf ve kelimeleri yutmadan tane tane telaffuz etmesi, yeri geldiği zaman bazı kelimelerde vurgu yapması, vurgu yaparken söylediği kelime ve cümleye uygun bir şekilde sağ elini sağa, sola, aşağı ve yukarıya doğru oynatması, elindeki metnin cümlesine bakar bakmaz cemaate göz gezdirerek cümleyi devam ettirmesi takdire şayandı. Biraz ders alırsa bu genç imamın iyi bir hatip olacağına dair kanaatim pekişti.

Her ne kadar önemli olan içerik olsa da bu içeriği sunmak ve dinleyicilere dinlettirmek de bir o kadar önemlidir. Çünkü satıcılık da ayrı bir sanattır. Nice önemli konular, kötü satıcıların elinde heba olurken nice önemsiz konular satıcı sayesinde etkili olabiliyor.

Arkasında cuma kıldığım hatibin, hitabeti mükemmel miydi? Hangi birimiz mükemmeliz ki bu imam da mükemmel olsun. Her hatipte, konuşanda ve çoğu din görevlilerinde olan eksiklik bu görevlide de vardı. Kendim iyi bir hatip olmasam da bir izleyici ve dinleyici olarak bu eksikliklere işaret etmek istiyorum.

Eksikliklere işaret etmeden önce hutbe ve hatibin tanımına yer vermek istiyorum. Hutbe, "Bir topluluk karşısında yapılan etkileyici konuşma" anlamına gelmektedir. Dinî literatürde, başta cuma ve bayram namazları olmak üzere belirli ibadetlerin icrası esnasında gerçekleşen, genelde vaaz ve nasihati içeren konuşmayı ifade eder. Konuşmayı yapan kimseye de hatip denir.

Hatibin irat ettiği Türkçe kısmında pek sorun yoktu. Yukarıda da değindiğim gibi Türkçe metnine daha önce çalışmış, neredeyse metni ezberleme noktasına gelmiş. Zaten bundandır ki teklemeden ve kekelemeden sanki irticalen konuşuyormuş gibi yarı kağıttan yarı metinden, bir insicam içerisinde okudu. Tespit ettiğim hatalar çoğu imamın yaptığı gibi Arapça okuduğu kısımlardaydı.

Nedense çoğu imamımız Arapça metni görünce hatipliği unutuyor sanki Kur’an okur moduna geçiyor. Sanırsın ki cemaate aşırı şerif okuyor. Kur’an okurken uygulanması gereken tecvit kaideleri olan ihfa ve idgamları usulüne uygun yapıyor. Uzatma işaretleri meddi tabii ve daha fazla uzatılması gerekenleri dört elif miktarı çekiyor. Dat harfini çıkarırken harfin mahrecinden hiç ödün vermiyor. Hele bir ayın çatlatışı var ki düşman çatlatan cinsten. Yani hutbenin Arapça kısımlarını Kur’an okur gibi tecvit kurallarından taviz vermeden okuyor. Halbuki metin Arapça da olsa irat ettiği metin bir hutbe metnidir. Mahreçlerine dikkat etse bile ihfa ve idgama yer vermemeli diye düşünüyorum. Hutbenin Türkçe kısmını nasıl hitap eder gibi okuyorsa Arapça kısımlarını da hitap eder gibi irat etmeliydi.

İmamları özellikle ardında namaz kıldığım imamı, okuduğu hutbe üzerinden yaptığım eleştirileri burada noktalıyorum. Son olarak imamın bir iyi yönüne daha değinip yazımı nihayete erdirmek istiyorum. Hutbeyi bitirirken bekledim ki bu hafta nereye yardım duyurusu yapacak ama yapmadı. Yani yardım talebinde bulunmadı. Bu da imama verdiğim artı puan oldu.

*26/06/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

11 Nisan 2021 Pazar

Kırk Yaş *

İlahiyat fakültelerinde okuyan öğrenciler, okudukları okul için birbirlerine şöyle der ve gülerlerdi: “İlahiyata okumak için gelen öğrenci, hazırlık sınıfına şeyhülislam olarak gelir, birinci sınıfta müftülüğe, ikinci sınıfta vaizliğe, üçüncü sınıfta imam ve müezzinliğe düşer. Dördüncü sınıftan mezun olurken normal bir vatandaş gibi mezun olur gider”. Şaka yollu söylenen bu sözün araştırmaya dayalı bilimsel bir temeli olduğunu sanmıyorum ama her şakada bir ciddiyet payı olduğunu da göz ardı etmemek lazım diye düşünüyorum.

İzninizle bu sözü irdelemek ve buradan bir başka yere gelmek istiyorum. Bu söz, olur mu öyle şey deyip acayibimize gitse de gülüşmelere sebebiyet verse de ben bu sözü, bir gelişim olarak görüyor ve faydalı buluyorum. Çünkü bu anlatımda bir gelişme ve değişim söz konusudur. Ne alaka diyebilirsiniz. Becerebilirsem, anlatayım.

İlahiyata gelen öğrenci, yaş itibariyle 18 yaşına girmiş ya da bitirmiş bir şekilde gelir. Bu yaş delikanlılık yani kanının deli olduğu anlardır. Bu yaşlar insanın hayata farklı baktığı, kendisini güçlü ve kuvvetli hissettiği, tek başına dünyaya meydan okumaya hazırlandığı, dünyayı değiştirmeye ve dönüştürmeye hazırlandığı yaşlardır. Bu yaşta hamaset vardır, slogan vardır, heyecan vardır. Gençler, vurmaya ve kırmaya meyillidir. Korku yoktur, aileye, çevreye, devlete, işleyen düzene ve olup bitenlere isyanları vardır. Büyükleri, hocaları beğenmeme vardır. Bu imkanlar bende olacak, şöyle şöyle yaparım şeklinde efelenme vardır. Ayakların yere basmadığı anlardır bu anlar. Tüm bu psikolojinin altında “ben büyüdüm, bana güvenin, ben erkekliğe/kadınlığa adım attım, beni kabul edin, küçümsemeyin.” düşüncesi yatar. Bu düşüncelerinde gençlik samimidir, içtendir ve kendini buna inandırmıştır.

İlahiyata gelen öğrenci de tüm gençlerde olan psikoloji ile ilahiyata gelir. Kendisini öyle yetiştirmeli ki diğer hocalar gibi olmasın. Onların anlatmadığı dini halka ve öğrencilerine anlatsın. Öğretim görevlilerinin anlattıklarına çoğu zaman karşı da gelir. Olmaz, yanlış düşünüyorsun, böyle olmalı, der. Nerede bir miting var, sohbet var, aksiyon var, oraya koşar. Gel zaman git zaman okul bitmeye yakın kafasındakilerinin çoğunun değişmeye başladığını görür. Çünkü kitaplar okumuştur, arkadaşlarıyla bazı konularda tartışmalara girmiştir. Kafasında hayata geçirilmeli dediği bazı fikirlerinin yanlış olduğunu anlamıştır. Aslında tüm bu olup bitenler, olaylara daha sağlıklı ve daha geniş bir perspektiften bakmaya başlamasının ve sorumluluk üstlenmeye adım atmasının bir göstergesidir. İşte ben bunu sağlıklı görüyorum. İnsandaki gelişim ve değişimdir bu ve böyle de olmalıdır.

Tüm bu açıklamalardan sonra halk arasında kırk yaş sendromu denilen yaşa gelmek istiyorum. Bu yaşla birlikte saç ve sakalın ağarmaya başlaması, kişiye “Ölüm yaklaştı, baksana saç ve sakalıma ak düştü. Ne çabuk geçti bu kırk yıl” dedirtse de kırk yaş, kişinin hem biyolojik olarak hem de zihinsel olarak değişmeye başladığı ve geliştiği yaştır. Bu yaş, kişinin hayata ve olaylara daha soğukkanlı yaklaşmaya, olayların perde gerisini görmeye başladığı, hamaseti bıraktığı kırk yıllık bir tecrübeyi ifade eder. Geçmişle yüzleştirir, hatalarını gözden geçirtir ve kişiyi olgunlaştırır. Olaylara daha sağduyulu yaklaşmaya başlar. Allah Teala’nın seçtiği insanlara 18 yaşında değil de 40 yaşında peygamberlik vermesini de böyle görmek lazım. 40 yaşına kadar peygamberler insan olarak hayatın her safhasında iyice pişiyor ve test ediliyor. 40 yaşına gelince de peygamberlikle görevlendiriliyor. Bizde de seçme ve seçilme yaşı 18’e indirilmişken cumhurbaşkanlığı seçilmek için 40 yaş şartının bulunmasını da bu olgunlaşma ve pişme ile alakalıdır diye düşünüyorum. Çünkü peygamberlikte olduğu gibi cumhurbaşkanlığında da bir sorumluluk yani devleti yönetme söz konusudur. 40 yaşına geldiği halde hala sloganla yaşayan ve hamaset yapan insanlar varsa bunlar, gelişim ve değişimini hala tamamlayamamış olanlardır. Bu da gelişim ve değişim yönünden çok sağlıklı değildir. 

*24/05/2021 tarihinde Barbaros ULU adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.