23 Ağustos 2025 Cumartesi

Ölmeden Tabuta Girmek

MR şeklinde yazılıyor. EMAR diye okunuyor.

Doktorların teşhis koymak için istediği tetkik. Taranan yerde ne tür hastalık varsa oranın fotoğrafını çekiyor.

Kim buldu ise insanlığa büyük hizmet etmiştir. Gönül isterdi ki bunun mucidi biz olaydık.

Neyse geleyim MR'a:

Başına gelenler bilir. Girmişsinizdir içine.

Bildiğiniz, mezara konmadan önce cenazenin içine konduğu tabut. Zaten kısaltmaya bakarsanız, mezarın ilk harfi M ile son harfi R alınmak suretiyle MR denmiş. Bu isim konurken, hastanın içine girdiği makineye bakılırsa, öyle zannediyorum, tabuttan esinlenilmiş. Yani MR'a girmişsen -ki bu bir tabuttur- senin gideceği yer mezar demektir.

Kısaca MR demek, ölmeden önce tabuta girmek demektir. Bu, ölmeden önce ölmek gibi bir şey.

Sanırım üç defa girdim. En son girdiğim ilaçlı çekimde kafam tabutun dışındaydı. Öbürlerinde ise içindeydi. İlk ikisi bildiğimiz tabutun içine girmekti anlayacağınız.

MR çekimi yaptıranlar için bildik gelse de bugüne kadar MR ile işi olmayanlara kısaca anlatmak isterim.

Nasıl ki tabuta konmadan önce cenazenin üzerinde ne varsa çıkarılırsa, yıkandıktan sonra sadece beyaz kefenden başka bir şey olmuyorsa, MR'a girmeden önce görevli, üzerinde elbisenin dışında ne varsa çıkarttırıyor. Ceplerinde ve üzerinde ne varsa boşaltıyorsun.

Tabutun içine girdikten sonra görevli ne şekil durman gerektiğini söylemişse çekim bitinceye kadar hiç hareket etmeden put gibi duruyorsun.

Aşağı yukarı bir yarım saat duruyorsun tabutun içinde.

Gaipten ses gelir gibi görevli, nefes al diyorsa nefes alıyorsun. Nefesini tut deyince tutuyorsun. Nefesini bırak deyince bırakıyorsun.

Bu sefer ki çekimde nefes al ver olmadı. Kafam dışarıda vücudum tabutun içinde iken gözlerimi yumup hayal alemine daldım. Yalnız makinenin çıkardığı sesler hayal kurmamı hep sekteye uğrattı. Kah ağlıyor kah bağırıyor kah korna sesi gibi sesler çıkarıyor kah araba çalışır gibi ses geliyor. Anlatılmaz ancak yaşanır. Sanırsın ki makine bağırdıkça, hah bir hastalığımı buldu. Sanırım buna bağırıyor diye düşünüyorsun.

Nice sonra gözlerim yumulu, ellerim başımın kenarında çekim devam ederken, sağ elimi bir tutan oldu. İster istemez irkildim. Meğer görevli daha önce kolumdan açtığı damar yoluna ilaç boşaltacakmış. Mübarek, girmeden belli bir süre sonra ilaç dökeceğim diye. Olmayan aklımı tabutun içinde almaya ne hakkın var, değil mi?

Hasılı, cihazın ismini, şeklini göz önünde bulundurursak ve çalışmasını ölünün arkasından ağlayanlara, ah ü figan edenlere benzetirsek, MR denen bu cihazın bildiğimiz tabuttan başka bir şey akla getirmediği su götürmez bir gerçek.

En iyisi öldükten sonra girmek tabuta. Diri diri girmeyi kimseye tavsiye etmem. 

Dünya Böyle Eziyet Çekmedi

Küçüklüğümden kalma özlemden midir, çayı çok severim, çok içerim. Aç olayım, tok olayım, fark etmez. Yeter ki çay olsun. Bir bardakla da yetinmem. İçtikçe içerim. Hele çay kıvamında ise deme keyfime gitsin.

Evde çay içtiğimde çaydanlığı sünnetlemek benim görevim. Son damlasını bile telef etmem. Midemde yerini alır.

Herhangi bir yerde bulunduğumda çay, kahve veya başka bir şey, ne alırsınız dendiğinde yine tercihim hep çay olur. Haliyle içim dışım çay dense yeridir.

Muayene olduğum iki doktor, şikayetlerimi dinledikten sonra şunu, bunu bırak demenin dışında, çayı da mümkün olduğu kadar azalt demelerine rağmen huylu huyundan vazgeçer mi? Diğer yasaklara riayet etmekle beraber çayı azaltmadığım gibi buldukça, susadıkça içmeye devam ediyorum.

Çayın zararı yok mu? Yaşım gereği bazı zamanlarda tuvalete fazla çıkardığı olur. Özellikle akşam içtiğim çay sonrası. Ama içtiğim su kadar değil. Yeri gelir, bir bardak su tuvalet ihtiyacımı getirirken çay öyle değil. Bir diğer zararı, dişlerimi sarartması ve dilimi sapsarı yapması.

Benim dışımda çayı seven de çok bu toplumda. Memleketin her bir köşesinde bol miktarda çay ocağının olması da bu milletin çaya olan tutkusuna bir örnektir. Yine bu kadar çay ocağının ve kafenin olması da bu milletin büyük çoğunluğunun boş ve avare olduğunun bir göstergesidir.

Çay ocaklarının dışında, kahvaltıda, öğleden sonra ve akşam, aşağı yukarı her evde çay kaynar. Gelen misafire de mutlaka çay ikram edilir. Yorgunlukta ve dinlengin zamanda çay hepimizin vazgeçilmezi.

Çay bu milletin milli içeceği dense yeridir. Belki de bu yüzden çay tüketiminde dünyada ilk sırayı kimseye vermiyoruz.

Çay üzerine daha önce birkaç yazı ele aldım. Bu yazıya başlarken niyetim çay konusuna girmek değildi. Niyetim bir marka çaydan bahsetmekti. Kısaca değineyim.

Bir sabah kahvaltısında içtiğim çay berbattı. Bu çay niye böyle, hiç olmamış dedim. Akşamında çay yine iyi değildi. Ne oldu, çay markası mı değişti dedim. Yanlışlıkla hediye gelen bir çaydan demlenilmiş olduğunu öğrendim. Keşke bu çaydan demlemeseydiniz. Oldu olacak bizim çay ile harmanlayın. Böyle bitirelim dedim. Dediğim gibi yapıldı.

Akşamında önüme çay geldi. Çay o kadar berbat ki anlatamam. Çayı bir başıma bitirdim ama gelin onu bana sorun. Zehir desem değil, acı desem değil, deminden desem değil, açık desem hiç değil. Az kaynamış hiç değil.

Çayı bitirir bitirmez ağzımın tadı gelsin diye birkaç bardak su içtim. Nafile. Çayın berbat hali ağzımın içinde duruyordu hâlâ. Yatma vakti değil ama fırçalayayım. Ağzımın tadı belki gelir dedim. Nafile. Wc'ye gideyim. İçtiğim çayı boşaltayım. Belki rahatlarım dedim. Yine olmadı. Son çare tempolu bir yürüyüş yapayım, ciğerlerim ve ayaklarım açılsın. İçim de temizlensin. Kötü çaya dair bir şey kalmasın dedim.

Üzerimi giyinip çıktım. Parkura kadar bir yirmi dakika yürüdüm. 800 metre olan parkurda 10 tur attım. O kadar hızlı yürüdüm ki daha önce 7.00 ve 7.30 dakikada biten bir turu 6.30 dakikada tamamladım. Bir güzel terledim. O kadar yürüme ve zaman zaman koşmama rağmen ağzımın içindeki kötü çay tadı bir türlü gitmedi. Belli ki kötü marka çayı telafi etsin diye bizim harmanladığımız iyi çay çayı daha da berbat etmişti.

Hasılı dün akşam içtiğim bu çay bir eziyet olup çıktı. Dünya kuruldu kurulalı, insanlık belki de böyle eziyet çekmedi.

Öyle zannediyorum, bu çayın markasını merak ettiniz. Reklamın kötüsü olmaz deyip marka ismini vermeyeceğim. Sadece üç harfli bir markette satılır, o markete özgü desem, sanırım kafi olur.

Hâlâ anlamadık derseniz, insaf derim. Çünkü üç harfli market bile anladı hangi marka çayı kastettiğimi.

Giderekten, çay markamı kötülüyor diye bu market mahkemeye başvurursa, gider paşalar gibi ifademi veririm. Hakim derse ki pişman mısın? Değilim derim. Bak bu işin şakası yok derse. Asla. Bugün olsa yine sözümün arkasındayım. Aynı şeyleri söylerim. Gerekirse gider Silivri'de yatarım. Bilin ki Silivri'nin soğuğu bu çayın bana verdiği eziyet kadar olmaz.

Sakın, bu kadar abartma. Altı üstü bir çay demeyin. Zira çeken bilir. Beni çocukluk aşkım çaydan nefret noktasına getirdi. Yetmez mi? Garibin bir çayı var zaten. Çay da içemeyeceksem ne yapar ne ederim.

Sözlerimi bitirirken bu çayı merak etti iseniz, lütfen bir telefon kadar yakınım. Buyurun gelin, çaydanlık çaydanlık çay ikram ederim size. Hatta kalan demlenmemiş çayı da hediye olarak size takdim ederim. Belki o zaman ne demek istediğimi anlarsınız. Çünkü beni ve ne çektiğimi en iyi eşekten düşen bilir.

Yine siz siz olun. Bu marka çayı ucuz diye alıyorsanız alın ve için. Ama Allah rızası için bu çayı hediye olsun diye birine götürmeyin. Hele bana asla.

22 Ağustos 2025 Cuma

Pes Doğrusu!

Çoğu zaman telefon elimden düşmez. Durmadan konuştuğumdan ya da mesaj yazdığımdan dolayı değil. Eğer yanımda biri yoksa bir şeyler yazmak için telefonu kullanırım.

Bu ortamda arayan biri olursa telefonu açıp cevap veririm. Müsait olmadığım bir ortamda arayan olursa, müsait olur olmaz hemen dönerim.

Telefonla arayan kişi önemli veya önemsiz biri olsun ya da arayan kişinin ne konuşacağı gerekli veya gereksiz olsun geri dönüş yaparım. Prensibimdir bu. 

Bugüne kadar bir Allah'ın kulu, aradım ama geri dönmedi diyemez.

Bugün bu prensibimi bozdum. Arayan bir kişiye dönüş yapmadım. Dönüş yapmayı da düşünmüyorum. Niye derseniz? Fotoğrafta da gördüğünüz gibi aynı kişi 14.14 ve 14.16'da aradı. Bir yerde bir görüş halinde olduğum için telefonu açmadım. Telefonu sessize aldım. Niyetim, bu kısa görüşme sona ersin. Bu arayana döneyim. Aynı kişi 14.17'de bir daha aradı. Bu sefer aramayı meşgule aldım. Belli ki müsait değilim. Ben istediğim kadar müsait olmayayım. Aynı kişi 14.25'de bir daha aradı. Kısaca 10 dakikada beni 4 defa aramış oldu. Bu kişinin bu yaptığı eve gelip arka arkaya evin ziline dört defa basması gibidir. 

Bu kadar kısa bir zamanda dört kez aramaya pes doğrusu. İnsanda biraz görgü olur. Sanıyor ki herkes kendisi gibi boş. Ben nasıl boş isem o da boştur diye düşünüyor olmalı.

İnsan arar da belli bir süre bekler. Belki geri dönmeyi unutmuş olabilir diye biraz aralıklı aramalı. Çünkü insan yemek yiyor olabilir. Wc ve lavaboda olabilir, önemli bir işi olabilir. Hiçbirini bir on dakika içinde halledemez. 

Bu kişi telefon aramada nazarımda mimli. Daha önce de kara listeye aldım. Yüzüne söyledim. Aradığında cevap vermediğimde müsait olmadığımdandır. Ben sana mutlaka dönerim. Bir defa araman yeterli. Allah rızası için dönüp dönüp arama dedim. Tamam dedi ise de zaten arka arkaya aramadım. Biraz bekledim diyor. Bu cevaba da pes doğrusu. Hatta kendisine, bak beni engelleme durumunda bırakma. Lütfen bu hassasiyetimi gözet dedim. Tamam dediyse de o yine bildiğini okudu bugün. 

Engelleme yapmayacağım ama ardı arkasına bu dört aramadan sonra dönüş yapmayacağım. Ayıpsa ayıp. Onun yaptığı ayıp karşısında benim yaptığım ayıp bile sayılmaz.

Ne edersiniz ki görgünün ve adabımuaşeretin mektebi yok. Yukarıda bahsettiğim gibi daha önce uyarmama rağmen bildiğini okuyor. İnanın, zırt pırt böyle rahatsız eden boş ve avare kişilerin elinden telefonu almak, onları telefonsuz bırakmak gerek.

Bu tiplerin elinde telefonu almak yeterli mi? Bunun da yeterli olacağını sanmıyorum. Çünkü böyleleri, başkasından telefon isteyerek seni yine rahatsız eder. En iyisi telefonu aldıktan sonra bunları işe sürmek gerek. Çalıştıracaksın. Başını kaşıyacak zamanları olmayacak böylelerinin.