26 Mayıs 2025 Pazartesi

Hep Pişmanlık Niye Olmasın!

Yaşım 60'ı geçmiş. İşimin bitmesi demek olan 70'e doğru gidiyorum. Bir taraftan da zorunlu emekli yaşım gelmediği için çalışmaya devam ediyorum.

Her ne kadar görevime devam etme gibi bir derdim olmasa da kanuni olarak yaş 65 oldu mu adım Abbas olmasa da yolcu olacağım.

Yerim doldurulabilir mi? Kendimi bulunmaz Hint kumaşı olarak gören biri için zor diyorum. Şu var ki bu zorluğu yenmek için kimsenin zorluk ve sıkıntı çekmesine de gönlüm Rıza göstermez.

Fakat bunun için birileri de taşın altına elini koyup bir şeyler yapmalı.

Ne yapmalı? Benim bir ihtiyaç olduğumu, bunun hayatın bir gerçeği olduğunu söylemesi gerekir. Yaşın 65 olsa bile, çalışmanın önünde kanuni engel olsa dahi bu yoldan cayma hakkın yok, ölmem var, dönmek yok demeli. Hatta mevzuat değişikliği yapılması için öncülük yapmalı. Böyle deyip böyle yapmalı ki ben de önümü göreyim. Değilse bu yaştan sonra ne yapar ne ederim.

Gerçi ne yapar ne ederim desem de benlik problem yok. Sadece ağız alışkanlığı bu. Yokluğum ülkeye zarar. İşin içine memleket giriyorsa gerisi zaten teferruat olur benim için.

Söylemeyeyim diyordum ama söyleyeceğim artık. Aslında benim gibi yokluğu sıkıntı olanlar için yaş ve mevzuat engeli olmamalı, süre ya da dönem sınırı olmamalı. İstediğimiz yerde istediğimiz kadar kalmalıyız. Bu konuda ülkenin tek yapacağı, benim gibi bulunmaz Hint kumaşlarının önümdeki engeli kaldırmak için özel mevzuat çıkarılmalı. Bir kez daha şeklinde değil, görevi ölünceye kadar devam eder denmeli. Övünmek gibi olmasın ama benim gibiler her zaman gelmez. O yüzden mevcudun kıymetini bilmeli, nankörlük yapılmamalı.

Ondan sonra görün hizmeti. Çünkü ülke hizmete doyar.Ayrıca yaptıklarım da yapacaklarımın teminatıdır.

Demedi demeyin. İsterseniz deneyin. Denemekle sonra ne kaybedeceksiniz? Belki pişmanlık duyarsınız ama dünyanın sonu değil. Üstelik bu, sizin kaçıncı pişmanlığınız. Ha bir defa daha pişman olsanız siz pişmanlık sıralamasında ben de ömür boyu olmak suretiyle yeni rekorlara imza atmış oluruz. Ayrıca bugüne kadar pişmanlıktan kim ölmüş ki siz öleceksiniz. 

23 Mayıs 2025 Cuma

O Başlar Örtülecek

Fi tarihinde bir İHL'de yaz dönemi teşehhüt miktarı kadar müdürlük yaptım.

TEOG sonucuna göre sınavla öğrenci alan bir okuldu o zamanlar çalıştığım bu okul.

Sonuçlar açıklanmış, kazanan öğrencilerin kaydı otomatik yapılmıştı.

Bir gün okulu kazanan bir kız çocuğu annesiyle okula geldi. Kız ve annesi benimle görüşmek istemiş.

Bahçede iken yanıma geldiler.

Okulu kazanan kız çocuğunda biraz tedirginlik gözlemledim. Anne, bilgi almak için merak ettiği birkaç soru sordu. Ben de cevap verdim.

Yanı başımızda bizi sessizce dinleyen müstakbel öğrenci, "Bir soru da ben sorabilir miyim" dedi. Buyur kızım, elbette dedim.

"Okulda başı örtmek zorunlu mu" dedi. Kızım, zorunluluk diye bir şey yok. İsteğe bağlı dedim.

Bu cevabımdan cesaret bularak "Şimdi ben başı açık okula gelebilirim. Kimse bana bir şey demez değil mi" dedi.

Elbette dedim.

"Okulunuzda başı açık kız öğrenci var mı" dedi.

Var ama azınlıkta. Çoğunluğu başı örtülü. Baskı olmadan, kimse bir şey demeden kendi isteğinle zamanla başını örteceğini düşünüyorum dedim.

Kız, "Ben örtmem" dese sorduğu sorulara verdiğim cevaplar kızı rahatlattı.

Rahatını bozan annesi idi. Çünkü kız başörtüsüne dair her soru sorduğunda annesi, "Örteceksin örteceksin. Mecbursun”, dedi durdu.

Sonrasında anne kız ayrıldılar.

Ortaokulu yeni bitirmiş, yeni liseli olmuş çiçeği burnundaki bu lise namzedi kızın başı açık, annesinin ise kapalıydı.

Belli ki imam hatibe gidersem, başımı örtecekler. Ben başımı örtmek istemiyorum endişesiyle İHL'yi tercih etmek istemedi. Ailesi zorla tercih yaptırdı.

*

Bir hafta on gün sonra yeni öğretim yılı başladı. Okuldan tayinim çıktığı için müdür başyardımcısına, açılış töreninde konuşma yapmasını söyledim. Kendim de öğrencilerin arkasındaki velilerin arasına geçtim.

Müdür başyardımcısı, yeni eğitim ve öğretime dair kısa bir konuşma yaptı. Okulun kurallarını hatırlattı. Bazı bilgiler verdi. Ardından "Başı açık kız öğrenciler görüyorum. O Başlar örtülecek. Başı açık kız öğrenci istemiyorum bu okulda" dedi. Dedi ama başımdan kaynar sular döküldü. İçimden yapma hocam dedim. Çünkü yardımcının bu açıklaması hiç pedagojik değildi. Zorla güzellik olmazdı.

11 yıl öncesi başımdan geçen bu anekdotu bana hatırlatan ve yazıya döktüren ise 20.05.2025 tarihli Anadolu'da Bugün gazetesinde çıkan bir haber.

Habere göre "Hafızlık ve yabancı dil ağırlıklı öğrenci kabul eden bir proje İHO, ilkokul dördüncü sınıfta okuyan öğrenciler için seçme sınavı yapar. Okulunda okumayı hak eden öğrencilerin asıl ve yedek listesi belli olur. Okul müdürü asıl ve yedek listede ismi olan öğrencilerin velileriyle bir bilgilendirme toplantısı yapar. Müdür toplantıda, 'Başı açık öğrencilerin kaydını yapmayacağını' söyler. Okulun sınavını kazanan öğrencilerden bir tanesi de 10 yaşındaki bir kız çocuğu. İddiaya göre okul müdürü başı açık olduğu için kızın kaydını yapmaz. Şikayet üzerine milli eğitim müdürlüğü hakkında inceleme başlatır".

İddianın içeriği bu şekilde. Adı üzerinde iddia. Bu iddianın gerçek olup olmadığı yapılan inceleme sonucunda belli olur. Yalnız 2014 yılında bizzat yaşadığım anekdot gözümün önüne gelince, bu iddia doğrudur ya da aslı yoktur diyemiyorum. Çünkü her müdür ya da okul yönetimi aynı şekilde olmasa da imam hatip okullarının çoğu yöneticileri bu şekil baskıcı düşünceye sahip. İstiyorlar ki isteyerek veya zorla bu başlar örtülecek. Halbuki böyle düşünmek yerine, okula, başı açığı da gelsin, başı örtülü olan da. Zaten bu okullarda okuyan çoğu kız öğrencinin başı örtülü olur. Az sayıda başı açık olanların önemli bir kısmı da zamanla örtünür. Belki de örtmeyen birkaç öğrenci kalır. Varsın bu çocuklar da başı açık mezun olsun. Mezun öğrenci de "Bu okulu başı açık bitirdim. Allah var. Kimse bana baskı yapmadı" deyip belki sonra örtünür. Halbuki baskı ya da mahalle baskısıyla örtünen çocuğun okul dışında veya mezun olduktan sonra başını açması kuvvetle muhtemel. Çünkü istemeyerek örtünmüştür.

Sözümü fazla uzatmadan, ister başlar açılacak densin, ister başlar örtülecek densin. Bu iki zıt görüş de baskıcı zihniyeti temsil eder. Aralarında zıtlık dışında bir fark yoktur. Aynı amaca hizmet eder. İnsanın zihnine ve beynine bakmaktan ziyade kaportaya bakan zihniyettir. Bu zihniyetin ise pedagojik olmadığı, nefret ve tiksinmeyi barındırdığı maalesef bir gerçek.

21 Mayıs 2025 Çarşamba

Ciddiyet Hayranları

Bugünlerde, hayatı çok ciddiye alan, ciddiyetleri yüzlerine vurmuş, yüzleri pek gülmeyen, ciddi ciddi konuşan, konuşmaları arasında esprinin 'e'sinden eser olmayan insanlarla teşriki mesai yapıyorum.

Espri yapmadıkları gibi yapılan espri de pek ilgilerini çekmiyor.

Halbuki ne kadar sıkıntı ve dert olsa da bu hayatın içinde espri ve mizah mutlaka olmalıdır.

Neyi dert edindiklerini de pek çözemedim.

Üzüldüm hallerine. Belki onlar da benim halime üzülüyorlardır.

Görüyorum ki onlar beni, ben de onları anlamıyorum. Aynı dünyada iki ayrı dünyalı gibi aynı havayı teneffüs edip gidiyoruz.

Ne gündem var gündemlerinde ne ağlama ne sızlama ne de dertlenme. Muhabbet zaten yok. Gülüp eğlenmeyi ara ki bulasın.

Bir değil, beş değil böylesi. Çoğunluğu böyle. Böyle olmayan da öne çıkmamak için kendi kabuğuna çekilmiş. Topa girmiyorlar. Ya çok dolular. Muhatap boş. Konuşmaya değmez diye düşünüyorlar ya da rutin hayatın dışında hiçbir şey düşünmeyecek kadar boşlar. Belki de konuş konuş boş diye düşünüyor olmalılar. Belki de konuşursam, ağzımdan bir şey kaçırırsam, ağzımın tadı kaçar diye korkuyor olabilirler.

Yaptığın ya da yapmaya çalıştığın espri bile ciddiye alınıyor, ciddi ciddi cevaplar veriliyorsa var ötesini sen düşün.

Espri, mizah, tersinden okuma, zeka kokan hazır cevap olmasa bu sıkıntılı hayatın sıkıntıları daha da bir katlanır. İnsanlar üzerine daha fazla yük almış olur.

Acaba gördüğüm bu insanlar hayattan bezmiş olabilir mi?

Hayattan ve insanlardan hiç beklentileri yok mu?

Bir şeylere kafa yorma, görüş belirtme diye bir dertleri niye olmaz?

Çok dolular da muhabbete, hal hatır sormaya vakitleri mi yok?

Çok dertleri var da çözümsüz diye açmaktan mı çekiniyorlar?

Muhabbet ettiğim sayısı bana yeter, ötesine gerek yok diye mi düşünüyorlar?

Bu kadar resmiyeti sevme ve ciddiyete hayran olma niye? 

Sebep her ne ise bu hayatı bu kadar ciddiye almaya gerek var mı? Gülme, eğlenme, havadan sudan konuşma da olmayacaksa, espriye yer olmayacaksa, sıcak bir muhabbet ortamı olmayacaksa, herkes sessizliğe bürünüyorsa, böyle tekdüze ve düz kontak bir hayat çekilir mi? Bu hayatın zevki olur mu?

Asırlık Bir Profil

Resmi yaşı 1939 olsa da gerçek yaşının kaç olduğunu kendisi de bilmiyor. Resmi yaşları aynı olan halasının oğluna göre "Yaşımızın aynı olduğuna bakmayın. Biz küçükken ablamın arkasına düşerdik. Bizden 4-5 yaş büyük" dedi bir oturmamızda. Öyle görünüyor ki yaşı 90'ı geçkin. Bir asra doğru gidiyor.

Okutmamış annesi babası. Babasını bilmem ama annesi de okur yazar değildi.

Bozkır'ın köyünden evlilik yoluyla Çumra'nın beldesine, tuvaleti dışarıda tek odalı bir eve gelin gelmiş. Kaç yaşında evlendiğini kendisi de bilmiyor.

Yaşayan yedi çocukları olmuş. Zannedersem üç tanesi de küçükken vefat etmiş.

Bir taraftan ardı arkasına çocuk büyütmüş. Ev işlerini yapmış. At arabasıyla çiftçilik yapan kocasına ekin harmanda yardım etmiş. Başkasına yevmiyeli işe gitmiş. Dağdan sırtında odun getirmiş.

Ekmek yaparken yakacak olarak kullanmak için harmandan saman toplamış. Bağlardan gilime toplayıp sırtlayıp getirmiş. Yine ekili dikili olmayan mera diyebileceğimiz yerlerden kurumuş şapla otu, imizoku (bu da kökü olan ince uzun, yapraklı bir ot. Sözlüklerde rastlayamadım bu kelimeye.) toplar getirirdi.

Ömrü, uzak bağlardan ve dağlardan yakacak toplayarak sırtında getirmekle geçmiş. Üzerine, bir oda ve ara yerden ibaret evde yedi çocuk büyütmüş. Evin önüne şebeke suyu gelinceye kadar beldenin tek çeşmesinden su taşımış. Oturduğu evin içinde ne mutfak ne lavabo ne banyo var.

Ömrünün tamamını beş vakit namaz kılarak son yıllarını da namaz öncesi ve sonrası yatarak geçiren kocası, son yıllarda yatağa mahkum olur. Yedi çocuğun ardından yatalak kocasına da bakar tek odanın yanına yapılan ikinci odada. Bir defa olsun, bıktım, bakamıyorum dediğine şahit olan yok.

Eşi 2007'de vefat ettikten sonra oğulları yanına alır. Onlarla birlikte kalır. Ağırlıklı olarak en küçük çocuğunun evinde yaşar. Zaman zaman da kızlarının yanında. 

Yaş ilerledikçe vücudundaki kireçlenme, kemik erimesi, bel eğriliği, tansiyon, şeker, nefes alma gibi hastalıklar ortaya çıkar. Hastalıklar baş gösterinceye kadar şuram ağrıdı, şu derdim var demedi.

Ağzında bir tane dişi yok. Çürüyen, sızlayanı çektirmek bazılarını da kendisi çıkarmak suretiyle dişsiz kaldı. Kim akıl verdi ise ben diş yaptırmayacağım dedi. Yaptırmadı. Çünkü akıl veren yaptırdığı dişlerinden memnun kalmamış. Ömrümün kırk senesini dişsiz geçirdi. Yemekleri damakları yardımıyla yedi. Hepsini çiğneyemediği için gevmeden yuttu.

Hareketsizlik ve gevmeden yutma kiloya verdi. Aşırı kilosu var.

Diz, ayak ve dizlerinde ağrı eksik olmaz. Yoğurt sürer gibi ağrı kesici merhem sürer vücuduna.

Ağır vücudunu ayaklar çekmez oldu. Yürümede zorlanmaya başladı. Kaç defa düşmüşlüğü vardır. Düşerken çok teknik düşüyor olmalı ki birçok ihtiyarın başına gelen kalça kemiği kırığı başına gelmedi.

Gözler de eskisi gibi görmüyor. Doktor sarı nokta teşhisi koydu.

Şeker, tansiyon ve göğüs hapları raporlu. İlaveten göz merhemi, ağrı kesici, kas gevşetici, B12 vitamin hapı, bir de vücuduna sürdüğü ağrı kesici merhemi eksik etmedi. Okur yazar olmamasına rağmen hangi ilacı ne zaman kullanacağını kimseye sormadan kullandı. Hangi ilaçtan kaç tane kaldığını da günler öncesinden söylerdi. Yine paranın renginden kaç lira olduğunu bilirdi.

Herkesin yediğini yemezdi. Et ve et ürünleri, tereyağı ile yapılan yemekleri ağzına sürmezdi. Kokusundan bilirdi. Kokusu sinen bu tür yemekleri de yemezdi. 

İlerlemiş yaşına ve hastalıklarına rağmen oruç tutmaktan geri durmadı.

Ramazanın ortasında nefes darlığı şikayetiyle hastaneye kaldırıldı. Enfeksiyonu yüksek çıktı. Normal oda derken birkaç gün de yoğun bakımda kaldı. Sonra tekrar normal odaya alındı. Kalkamaz olduğu için hastanede bez bağlanmaya başlandı. Bayramı hastanede geçirdi.

Bayram sonrası oksijen makinesi ile birlikte taburcu oldu. Bir ay boyunca kızının evinde kaldı. Artık eskisi gibi değildi. Kendi işini kendi yapamaz oldu. Ayağa kalkamadığı için yine bez bağlanmaya devam etti.

Bir ayın ardından bir başka kızının evine geçti. Orada iken yapılan tahlil sonucunda enfeksiyon vücudunu yine kaplamıştı.

Ambulansla hastaneye kaldırıldı. Hastanede yapılan tahlil ve tetkikler sonucunda yoğun bakıma alındı. Akciğerlerine giden iki damardan büyük olanının tıkalı olduğu tespit edildi. Damarı açacak ilaç verildi. Yoğun bakımda iken kalbi durdu. Kalp masajı yapıldı. Entübe edildi. Enfeksiyona ilaveten zatürre olduğu, böbreklerinde sorun olduğu belirtildi. Damar yollarında sıkıntı tespit edildi. Kalp ritminin düzenli olmaması gerekçesiyle kalbi kuvvetlendirecek ilaç verildi.

Öğle arası yapılan ziyaretlerde makineye bağlandığı, ağzında tüp olduğu görüldü. Ziyaretine gelenleri tanıdığı gibi elleriyle ve ağzıyla hep bir şeyler söylemeye çalıştı. Ama ağzında tüp olduğu için konuştuğu anlaşılmıyordu.

Kalbi düzenli çalışmadığı için bir hafta boyunca uyutuldu.

Görünen o ki organları iflas etmek üzere.

Dile kolay. Bir asra yakın ömür kısaca böyle geçti. Bu yaşına rağmen hafızası çok güçlü. Kolay kolay unutmaz.

Nasılsın dediğin zaman her yerim ağrıyor. Sağlam tek yerim çenem derdi. Çok konuşurdu. Konuşurken bir ihtiyaç için odadan çıksan, dönüşte kaldığı yerden devam ederdi. Bağırarak konuşmaz. Konuştuğu dinlenilsin veya dinlenilmesin. Yeter ki odada biri olsun. Arka arkaya ekleyerek geçmişi anlatırdı.

Geçmişi anlatarak rahatlardı. Gördüğünü, duyduğunu fotokopi makinesi gibi alma ve aktarma özelliğine sahip idi.

Uyuduğu ile uyandığı bir olurdu. Kulağım duymaz dese de ufacık tıpırtıdan haberdardı.

Hastalık ile cebelleşmesine rağmen başka hastaların durumunu da sormadan geçmezdi.

Onun kadar hafızası güçlü ve zeki birini görmedim desem abartı olmaz.

Ömrü gelip gidiyor ama ömrü koşturarak, bedenen çalışarak geçirmiş. Doğru dürüst rahat yüzü görmemiş. Hep maddi sıkıntı çekmiş. Çoğu gibi insanca bir yaşam sürmemiş.

Hastalık başa bela olup yatağa mahkum olunca ben böyle mi olacaktım derdi.

Ne edersin ki dünya böyle. Kimin, yarınının ne olacağını kimse bilemez. Ama Allah kimseye eziyet, açlık, yokluk ve koşuşturmaktan ibaret hayat vermesin.

22 Mayıs 2025 Perşembe günü öğle vakti kalbi yine durdu. 

Ertesi gün (cuma) sabah saatlerinde kalbi benden bu kadar dedi ve gözlerini yumdu. Böylece acıları dindi. 

Anamdı kısaca bu anlatmaya çalıştığım. Hakkı ödenmez bilirim. Allah merhametiyle muamele etsin.

23 Mayıs günü Cuma namazı sonrası kılınan cenaze namazına müteakiben defnettik anamı. Bu vesileyle cenazesine katılan, taziyemize teşrif eden, telefonla arayarak acımıza ortak olan herkese çok teşekkür ediyorum. Allah hepsinden razı olsun. 

Konjonktüre Teslim

Küçüklüğümden beri yokluktan mıdır bilinmez, çaya karşı aşırı bir özlemim var. Çay varsa başka bir şey aramam. Bir çaydanlık çay olsa yeter bu kadar demem. Bir çaydanlık çayı bir başıma bitiririm.

Gündüz işte içtiğim çayın haddi hesabı yok. Akşam ise bir başına da olsam, gündüz çok içtim demem. Mutlaka çayımı koyar, içerim.

Herhalde benim kadar çay içen yoktur. Bu yönümle çaykolik biriyim desem yeridir. Gerçi benim dışında çay içen insanımız da çoktur. Bundandır ki çay içiminde dünya sıralamasında 3,16 kg ile dünyada birinci sıradayız. Adeta sudan çok çay içiyoruz. Bize en yakın ülke olarak İrlanda'ya 1 kilo fark atıyoruz.

Markete her gidişimde listede yazılı ihtiyaç listesine göre alışverişimi yaparken listede çay olmasa da marketlerin çay reyonuna uğrar, çay alırım. Evde her şey ihtiyaç kadar varken çay paketleri fazlaca olur. Nasılsa miadı geçmez, kokmaz, bozulmaz.

Geçen gün önüme Türkiye'de en fazla çay içen 20 ilin sıralaması geldi. Ben çok içtiğime göre Konya ilk sırada olur diye merakla listeyi açtım. Nedense ilk 20 şehir arasında Konya yoktu. Demek ki özgül ağırlığım yokmuş. Ben de kendi kendime gelin güvey oluyormuşum da haberim yokmuş.

Çay konusunu açmamın sebebi, bir hassasiyeti dile getirmekti. Gördüğünüz gibi konu çay içmeye gitti.

Çay içiyordum ama HDP ne zamanki partisinin adını DEM diye değiştirince, vatanını seven bir vatandaş olarak ağzıma dem demeyi almaz oldum. Halbuki çay demek dem demekti. Hanıma, çay demlendi mi bile diyemez oldum. Bunun yerine bina yıkılması ya da depremde evin çökmesi anlamına gelse de "Hanım, çay çöktü mü" demeye başladım. Bazen alışkanlık gereği "Çay demlendi mi" der demez sağıma soluma baktım. Acaba bir duyan oldu mu diye. Her ne kadar evde yabancı yoksa da yerin kulağı var diye bir şey var değil mi? Ondan sonra da birileri “terör sevici, iyi demlenmeler, maşallah, iyi demleniyorsun” desin. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Çekemezdim bunu. Hele terörist muamelesi görmeyi bu yaşımda kaldıramazdım.

Bu çekincem ya da hassasiyetim bugünlerde kalmadı. Artık ağzımı doldura doldura ve göğsümü gere gere "Hanım, çay demlendi mi" diye yüksek sesle seslenebiliyorum. Ne değişti demeyin. Dün bir DEM'li televizyona çıkamaz, çıkmak istese de hiçbir kanal onları ekrana çıkarmaya cesaret edemezdi. Hiçbir siyasi onlarla kolay kolay görüşemezdi. Kimse onlarla ittifak yapmaya yeltenemezdi bile. Çünkü vebalı idiler. Terörle aralarına mesafe koymamışlardı. Herkes onlara yok muamelesi yapıyordu.

Artık her ne değişti ise şimdi her kanalda bir DEM'li vekili konuşmacı olarak yerini almış görüyorum. Her bir siyasi onlarla görüşmek için can atmaya başladı. Kimse DEM'lilerle görüştüğü için terörist, terör sevici damgası yemiyor artık.

Anlaşılan konjonktür değişti. Birileri düğmeye bastı. DEM'lisi de demsizi de iyilik ve barış havarisi kesildi.

Benim neyim eksik bundan. Konjonktür neyi gerektiriyorsa onu yaparım. Dün DEM'liler kötü denmişse kötülerim. Bugün DEM'liler göründüğü kadar kötü değilmiş, hatta Sünni imişler denmişse, ben de onları iyi görürüm. Çünkü konjonktüre teslim olmada huzur ve mutluluk vardır. Dün dündür, bugün de bugün der, yoluma devam ederim. Size de tavsiye ederim. Konjonktür neyi gerektiriyorsa onu yapın ki hiç başınız ağrımasın. Başınız ağrımadığı gibi uyumlu ve uysal biri olursunuz. Hatta milliyetçi ve vatansever bile olursunuz. Bunun için tek yapacağınız, tekrar ediyorum, konjonktüre teslim olacaksınız. Yok, ben konjonktüre teslim olmam diyorsanız, başınız ağrır. Demedi demeyin. Üç günlük dünya için başınızı ağrıtmaya gerek var mı?

Bu arada çay ocağına gidip “Çaycı! Bir tane demli çay bile diyemiyordum. Şimdi artık kim tutar beni. “Çaycı, gönder oradan bir demli çay. İmamın abdest suyu gibi olmasın!”

Burada Erzurumlu Naim Hocayı da anmadan geçemeyeceğim. Gülme garantili vaazlarıyla  meşhur bir Hoca. Bir vaazında maçlarda futbolcular avret mahalline dikkat etmiyor. Hepsi cıbıldak. Maça gitmek caiz değil demiş. 

Gel zaman git zaman Erzurum valisi, halkın Erzurumsporun maçlarına ilgisizliğinden dem yanmış. Halkı stada nasıl çekeriz demiş. Yanındakiler, halk Naim Hocayı sever. Onun dediğini yapar. Yeter ki vaazında bu konuya değinsin derler. 

Valinin ricası Naim Hocaya ulaştırılır. 

Naim Hoca ertesi hafta vaaz kürsüsüne çıkar. Her zamanki gibi cemaati tıklım tıklım. 

Vaazını yaptıktan sonra "Cemaati Müslimin! Geçen haftaki vaazımda maça gitmek caiz değil demiştim. Validen emir geldi. Ulu'l emre itaat farz. Bundan sonra Erzurumsporun maçlarına gideceğiz" der. 

Erzurumsporun maçına seyirciler gider. Valinin davetlisi olarak Naim Hoca da protokoldeki yerini alır. 

Maç başlayınca, yanındakine Erzurumspor hangisi diye sorar. Mavi-beyaz olduğunu öğrenince, Erzurumspor her ceza sahası içinde gol kaçırdıkça, yanındakinin dizine elini vurarak, ah olmadı, olmadı der. Hoca maça kendini kaptırdıkça yanındakinin dizi de şaplaktan nasibi alır. 

Vali bir sonraki Erzurumspor maçı geldiğinde, yardımcılarına "Hocayı maça çağırın. Mutlaka gelsin. Yalnız onunla benim aramda bir koltuk boş bırakılsın" talimatını verir. 

20 Mayıs 2025 Salı

Mavi Vatan Doktrini

Mavi Vatan, "Türkiye Cumhuriyeti'nin Karadeniz, Akdeniz ve Ege'de ilan ettiği deniz yetki alanlarını kapsayan doktrin".

Eski asker (tümamiral) ve öğretim görevlisi (Doç.) aynı zamanda yazar olan Cihat Yaycı bu doktrin üzerinde çok duruyor. Mavi Vatan'ın geliştiricisi olarak tanınıyor. Bu konuda Mavi Vatan "Bir Harita ve Bir Doktrin Kitabı" başlıklı bir eseri var. Mavi Vatan üzerine kendisi ile yapılan bir röportajını dinledim. Ağzım açık dinledim. Hem konusuna hakim hem de yararlandığımız takdirde ülkenin yararına bir durum söz konusu. Bu konunun uzmanı Cihat Yaycı’dan yararlanmak gerektiğini düşünüyorum. 

Doktrinin fikir babası kendisi de bir asker olan Ramazan Cem Gürdeniz, 14 Haziran 2006 yılında verdiği bir sempozyumda bu kavramı ilk kullanmış.

Görünen o ki Mavi Vatan doktrini yeni değil, kökü 2006 yılına kadar gidiyor.

Bu kavram birkaç yıl öncesine kadar televizyonlarda çok konuşuldu. Siyasetçiler pek dillerinden düşürmedi. Hatta 2021 yılında Libya ile yaptığımız deniz yetki alanları anlaşmasıyla hep dillerde idi. Bu anlaşmayı daha sonra Libya İstinaf Mahkemesi iptal etmiş olsa da bu anlaşma hala geçerliliğini koruyor.

Sondaj gemilerimiz yine 2020'li yıllarda Ege ve Kıbrıs açıklarında durmadan doğal gaz aradı. Sondaj yaptı. Şu kadar doğal gaz bulduk müjdeleri verildi. Başka sondaj yapmak isteyen gemilere de sondaj yaptırmadı.

Sonra ne oldu bilmiyoruz. Her şey bıçak gibi kesildi.

Mavi Vatan kavramını pek değil, hiç kullanmaz olduk.

Akşam sabah konuştuğumuz Libya ve Libya ile yapılan deniz anlaşmasını ağzımıza almaz olduk.
Ege ve KKTC önlerinde sondaj yapan sondaj gemilerimiz buradan çekildi.

Tek taraflı iptal edilen Libya deniz yetki alanlarından yararlanmak için münhasır bölge ilanı yapmadığımız için bu anlaşmadan da yararlanamıyoruz.

Hasılı bir zamanlar ağzımızdan düşürmediğimiz Mavi Vatan gündemden düştü. Yetkililer de ağzına almıyor. Ne oluyor, inanın anlamış değilim.

Ülkeye baskı mı var?

Ülkenin gücü mü yetmiyor?

Birileri kulağımızı mı çekti?

Ülke bu konuda çok mu beceriksiz?

Mavi Vatan bizim için çok mu masraflı da o yüzden mi vazgeçtik?

Mavi Vatan bizim için günübirlik kullanılıp çöpe atılacak bir hamaset mi ibaret idi?

Yoksa Türkiye Mavi Vatan doktrininden yararlanıyor da bunu sessiz mi götürüyor?

Sebep her ne ise kamuoyunun bunu bilmesinde fayda var. Şayet sessiz ve derinden bu işi götürüyorsa, bununla gurur duyarız. Laftan ziyade icraat yapıyoruz deriz. Yok, bu doktrinden vazgeçti isek, kim, ne hakla bu doktrinden vazgeçti?

Hepsi bir hayalden mi ibaretti yoksa?

Suriye'nin Biz Neresindeyiz?

“Suriye hükümet kaynaklarınca yapılan açıklamada, Suriye’nin Kara ve Deniz Limanları Kurumu ile Fransız denizcilik şirketi CMA CGM arasında, Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’nın huzurunda bir yatırım anlaşması imzaladığını bildirdi.

Suriye Limanlar İdaresi ile Fransız şirketi CMA CGM arasında imzalanan sözleşmenin en önemli maddeleri:

Sözleşme 30 yıl sürecek; anlaşma, 230 milyon avro maliyetle Lazkiye Limanı’nın geliştirilmesi ve işletilmesini kapsıyor.

İlk yıl şirket 30 milyon avro ödeyecek, takip eden dört yılda ise 200 milyon avro daha ödenecek.

Rıhtım 1,5 kilometre uzunluğunda ve 17 metre derinliğinde olacak.

Yeni ekipmanlar sayesinde limana büyük gemiler girebilecek ve yapılan gelişmelerle çok sayıda konteynerin kabulü mümkün olacak.

Sözleşmeden doğan avantajlar, altyapı hazırlıkları ve limanın yeniden yapılandırılmasının ardından beş yıl içinde yürürlüğe girecek.

Yeni Suriye hükümeti, tamamen farklı detaylara sahip olan eski sözleşmeyi iptal etti".

Yazıyı Halil Ülker'den aldım. Yazısının sonuna not olarak şunları ilave etmiş Halil Ülker.

"Not: Para basım işini Rusya kabul etmedi, Avrupa'da matbaa arıyorlar.

Petrolü ABD-PKK ittifakı çıkartıyor.

Hava limanları için Kuveyt-Katar-Mısır arasında gidip geliyorlar.

Deniz limanları ve doğal olarak deniz ticaretini Fransızlara devrediyorlar.

Biz de Emevi Camiinin halılarının bir kısmını yeniliyoruz.

Evet sanırım Suriye’de biz ne dersek o oluyor".

Halil Bey bu yazısına bir de Emevi Camiinde namaz kıldık eklese, daha iyi olurmuş.

Nereden bakarsak bakalım. İlginç, garip bir o kadar manidar ve her yönüyle üzücü bir anlaşma.

Güya Suriye'yi biz fethetmiştik. Adına fetih hutbesi bile okuttuk. Ta neredeki Fransa gelmiş, yanı başımızdaki Suriye ile liman anlaşması yapıyor. Diğer anlaşmalarda da başka ülkeler var, biz yine yokuz.

Öyle görünüyor ki bizim Suriye'deki varlığımız her konuda olduğu gibi hamasetten öteye geçmiyor. Şayet hamasetten öteye geçmiş olsaydı, bugün Suriye ile bu anlaşmayı Fransa değil, biz yapmış olurduk. Görünen o ki bize Emevi Camiinde namaz kılmanın ötesinde bir amorti bile yok. Hakkını yemeyelim. Bir de Trump’tan bol bol övgü alıyoruz.

Belki de hiç kazancımız olmadığından olsa gerek, haberlerde eskisi gibi Suriye pek gündemde yok. İlerleyen yıllarda en uzun sınırlı komşumuz Suriye adı altında, temenni etmem ama belki de İsrail olur, belki de Suriye askeri görünümlü YPG/PYD olur.