20 Mayıs 2025 Salı

Başarıda Aidiyet Duygusunun Rolü

Galatasaray'ın iki bin yılında aldığı UEFA kupasında, takımda oyuncu olarak görev yapan Romanyalı Hagi ve Popescu, Galatasaray'ın 5.yıldızı alacağı 25.şampiyonluk maçı için 25 yılın ardından İstanbul'a gelip eski takımlarına destek oldular.

GS yönetimi davet etmiş, onlar da kalkıp gelmişler. Bu, olsa olsa bir aidiyet duygusudur. Bir yerde aidiyet duygusu varsa orada bir kültür oluşmuş demektir.

GS, aidiyet duygusu ve kurum kültürünü oturtmuş bir kulüp olarak birçok kulüp ve kuruma örnektir. GS bu yönüyle bir okuldur.

Aidiyet duygusu ve kurum kültürüne verebileceğim tek örnek iki Romen futbolcu değil. Aynı zamanda GS yönetiminde de bir kurum kültürü var. Kulübe başkan olan eski ve yeni yöneticilerin sırt sırta vermesi, birbirleriyle kanlı bıçaklı olmaması, maçlarda yan yana oturmaları, GS'nin başarısı için kenetlenmeleri, kulüpte ikiliğin olmaması, eski ve yeni yöneticilerin dışarıda birbirini eleştirmemesi buna bir örnektir.

Yine takıma bir yıllığına kiralık gelen Osimen'in kırk yıllık bu takımın futbolcusu gibi aidiyet hissetmesi de verebileceğim örnektir.

Belki de Galatasaray'ı başarıya götüren bu aidiyet duygusu ve kurum kültürüdür. Her ne kadar yapı vs. gibi bahanelerle GS'nin başarısı gölgelenmek istense de GS'nin UEFA ve Süper kupayı alması, 25.şampiyonluğa ulaşması ve beşinci yıldızı takması tesadüf değil. Bu başarıda takım ve kulüpteki aidiyet duygusunun payı büyüktür.

GS'de olan bu aidiyet duygusu ve oturmuş kurum kültürü niçin başka kulüplerde ve başka kurumlarda yok?

Kurum kültürü ve aidiyet duygusunun olması gereken yerlerden bir tanesi de okullardır. Maalesef çoğu okulumuzda bu kültür olmadığı için mezun olan öğrenci ya da o okulda görev yapıp ayrılan öğretmen o okula dair bir şey hissetmiyor. Çünkü okula geldiği zaman birlikte çalıştığı yönetici gitmiş, arkadaşları ayrılmış olabiliyor. Okulunu ziyarete geldiği zaman kimse sahiplenmediği için kişi kendini yabancı hissedebiliyor. Bu, bir nevi okulun hafızasının kalmaması demektir.

Okullarda kurum kültürünü yerleştirmek için Milli Eğitim Bakanlığı çaba gösterse de bu konuda çok başarılı olduğu söylenemez.

Sadece okullar ve futbol kulüpleri değil, birden fazla insanın olduğu her yerde mutlaka aidiyet duygusunun ve kurum kültürünün oluşturulmasında yarar görüyorum. Bir yerde bu dediğim varsa orada ekip ruhu vardır, hasbilik vardır. İnsan böyle yerde kendini evinde gibi hisseder. Bunların olduğu yerde huzur, barış ve mutluluk olur. Başarı da bunların arkasından gelir.

Düşmanla Ayakta Kalmak

Bir zamanlar bu ülke, laik-seküler ve mürteci diye kutuplaştırıldı. Siyasette ve basında sürekli irtica korkusu pompalandı. Başörtüsü siyasi simge kabul edildi. Başörtülülere okullar ve kamusal alan dar edildi. Seçimlere bu gerilimle gidildi. Birkaç dönem seçimler bu atmosferde yapıldı.

Bir ara kutuplaştırmanın adresi Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ) idi. Televizyonlar günlerce Ergenekon'dan bahsetti. Çoğu kimse Ergenekoncu diye içeri atıldı.

Bu süreçte asker darbe yapacak korkusu pompalandı. Yapılan operasyonlarla birçok üst düzey subay Ergenekoncu diye tutuklandı.

Ergenekoncu diye içeri alınanların davaları uzun süre devam etti. Çoğu yargılanıp mahkumiyet aldı. Konuşan askerler susturuldu. Askeri vesayet geriletildi. Seçimler bu atmosferde yapıldı.

Bu süreçte başta Zaman gazetesi olmak üzere gazetelerde çarşaf çarşaf isimler ve ne yaptıkları yayımlandı. Silahların nerelere gömüldüğü işlendi. Darbe hazırlık safhalarına yer verildi. STV ise hem haberlerinde hem tartışma programlarında Ergenekon'u işledi.

Sonra bir sabah kalktık ki "Kandırıldık. Kahraman ordumuza kumpas kurulmuş" dendi. Ergenekonla mücadele bitti. Yıllarını Ergenekon yargılamasına veren mahkeme, "Ergenekon diye bir örgütün varlığı tespit edilememiştir" demek suretiyle yargılamaya son noktayı koydu. Bu davadan mahkumiyet alanlar yeniden yargılanmak suretiyle beraat ettiler. İçeride yatanlar belki de devletten tazminat aldılar. Suçsuz yere yatmışlarsa tazminat almak haklarıdır.

Ergenekon diye bir örgütün olmadığı anlaşılınca, bir zamanlar Ergenokon operasyonlarını devlet adına yapan "Hizmet Hareketi" 17-25 Aralık operasyonunu başlattı. Zaman ve Taraf gazetelerde ve STV'de "Yolsuzluk var" konusu işlendi. Tapeler havada uçuştu. Üç bakanın adı yolsuzlukla anıldı. Hele bir bakanın hediye dediği pahalı saat çok konuşuldu. Üç bakan Yüce Divana gitmekten oy çokluğuyla kurtuldu. Ülke, "Yolsuzluk var/yolsuzluk yok, hükümete yargı darbesi var" diye ikiye bölündü. O süreçte 17-25 Aralık, "17-25 haftası" olarak anıldı.

17-25 Aralık öncesi bu ülke 2013 yılında "Gezi olaylarına/Gezi kalkışmasına şahit oldu. Taksim merkezli sokak hareketleri büyükşehirlere sıçradı. Güç bela sokağa hakim olundu. Çok kişi tutuklanıp yargılandı. Uzun bir yargılamanın ardından çoğu berat etti. Bildiğim kadarıyla bir kişi var Gezi olaylarından mahkumiyet alan.

15 Temmuz 2016 yılında bir zamanlar "Hizmet Hareketi/Paralel Devlet Yapılanması diye bilinen örgüt darbeye kalkıştı. TBMM bombalandı. Asker askerle, polis polisle karşı karşıya geldi. 251 insanımızın vefatıyla sonuçlandı bu darbe teşebbüsü.

1970'lerden beri Türkiye'yi uğraştıran terör örgütü PKK'yi söylemeye gerek yok.

Yine 1938 ile 1950 yılları arasında ülkeyi yöneten zihniyeti de burada eklemek lazım.

Alevilik-Sünnilik, Türk-Kürt konusu da bir zamanlar epey gündemimizde kaldı.

Yakın bir zamanda ülkede yabancılar meselesi patlak verirse sürpriz olmaz.

Kısaca bu ülkede ezeli ve ebedi düşmanlar eksik değil. Gücü ele geçirmek veya bir güç olmak ya da gücü elde tutmak isteyenler düşmanla yaşarlar. Bir yerde düşman varsa orada kutuplaştırma eksik olmaz. Kutuplaşılan bir yerde oylar banko olur. Çünkü korku siyaseti hakim olur. Korkan da birilerinin şemsiyesi altına sığınır.

Bu korkulan düşmandan birileri daima ekmek yer. Korkutulan düşman Ergenekon, Gezi, FETÖ gibi konjonktürel olabilir ya da 1938-1950 dönemi zihniyeti ve PKK olabilir. Her ne kadar PKK şimdi tehdit olmaktan çıkmak üzere ise de terör örgütü üzerinden birileri çok ekmek yedi. Şu var ki 1938-1950 dönemi ekmek yemek isteyenler için bitek bir tarla. Bu dönemde yapılanları sürekli gündemde tutmak suretiyle birileri ekmek yemeye devam etmekte.

Bugün Ergenekon ve Gezi tehdidi kalmadı. Ama FETÖ tehdidi devam ediyor. Bu tehdit ne zamana kadar devam eder? Bir başka tehdit ortaya çıkıncaya kadar devam eder.

Kısaca bu ülkede düşman bulmak, birilerini düşman göstermek suretiyle birileri korku pompalar. Bu pompalanan korku onları ayakta tutar. Düşman yoksa yaşama şansları yoktur. Hiç düşman kalmasa mutlaka bir düşman bulunur.

Mourinho ve Melih Gökçek

Büyük umutlarla FB'nin teknik direktörlüğüne getirilen Mourinho, başta Fenerbahçeliler olmak üzere tüm ülke için tam bir hayal kırıklığı oldu.

Sorumlu olduğu takımını çalıştırıp işiyle uğraşacağı ve şampiyon olacağı yerde, tüm bir yılını saha dışı olaylara, özellikle rakip olarak gördüğü GS'ye harcadı. Yattı GS, kalktı GS, yattı Okan Buruk, kalktı Okan Buruk.

Ligin bitmesine üç kala oynadığı Eyüpspor maçı sonrası düzenlediği basın toplantısında, maça dair bir şeyler söylemek yerine, GS'nin, Kayserispor maçının son dakikalarında kazandığı penaltıyı Muslera'ya attırmasını "Nasıl biri olduklarını gösteriyor" diyor. Başaramadık diyeceği yerde "Türkiye liginin nasıl bir lig olduğunu tüm dünyaya göstererek başarılı olduğunu" söylüyor. Gören de FB'nin teknik direktöründen ziyade FB'nin basın işlerinden sorumlu görevlisi sanır.

Herzeleri bununla sınırlı değil. GS teknik direktörü Okan Buruk'un burnunu sıkması, onu maymuna benzetmesi, bu ligin sonucu baştan belliydi demesi yabana atılır herzeleri değil.

Sorulan sorulara ciddiyetsiz cevaplar vermesi, soruyu uzatana tepki olarak uyuma moduna geçmesi, futbolcu seçimini masa üstüne saçtığı paralarla belirlediğini, geceyi gece kulüplerinde geçirdiğini söylemesi ciddiyetten uzak olduğuna bir örnektir.

Aldığı o kadar yenilgi sonrası bir defa olsun, hata bendeydi demediği gibi benim kalitem belli demesi ilginç.

Sanıyor ki geçmişte aldığım 26 kupa kalitemi gösteriyor. Adım yeter. Ayrıca takıma taktik vermeme gerek yok. Ceketimi koysam kafi diye düşünüyor.

Fenerbahçe yönetimi 11 yıldır şampiyon olamama üzüntüsünü bir tarafa bırakıp kendi elleriyle kucağında buldukları bu problemden kurtulmanın yoluna bakmalı.

Takımın başına geçtiği ilk andan itibaren sığındığı mazeretlere bakılırsa, burada suçlu Mourinho'dan ziyade "Bu ülkede yapı var. Ben olduğum müddetçe şampiyon yapmazlar" diyen yönetim burada suçludur. Yönetimin bir diğer suçu da her konuşması itici ve problem olan, gerilimi artıran bu kişiye karşı yönetimin ne yapıyorsun, kendinde misin dememesi. Aksine her söz ve eylemini desteklemesidir.

Bu adamın teknik direktörlükle bir alakası yok. Bu kadar kupayı nasıl aldığı bir muamma. Öyle zannediyorum, rakiplerini tahrik ederek, onları gererek hata yapmasını sağlamış olmalı. Bu ülkede de aynı yol ve yöntemi izledi ama ters tepti.

Bir de her başarısız sonucun ardından "Buranın kültürü bu. Benim kültürüm böyle değil demesi" hiç yenilir yutulur bir şey değil. Güya bu adam başarısız olacak ama ona kimse bir şey demeyecek. Çatır çatır maaşını almaya devam edecek. Beğenilmiyorsa yüklü tazminatını alıp gününü gün edecek. Gören de o kadar kulüpten hiç kovulmadı sanır. Halbuki kaç kulüp bununla yollarını ayırmış. Hepsinden yüklü tazminat almış. Belli ki buraya da tazminat almak için gelmiş. Bir gerçek var ki başarısız her teknik direktör dünyanın her bir yerinden gönderilir. Bu konuda her ülke her kulüp ortak bir kültüre sahip. Durum bu iken bu adam neyin kafasını taşıyor böyle?

Fenerbahçeli değilim ama ülkenin bu köklü kulübü Fenerbahçe böyle bir teknik direktörün elinde oyuncak olacak bir kulüp değil. Kulübe daha fazla zarar vermeden FB bu teknik direktör müsveddesinden bir an evvel kurtulmalı.

Keşke teknik direktör müsveddesi olsa daha iyi. Bu adam güç zehirlenmesi yaşıyor. Tam bir kibir budalası. Gerilim ve tazminattan besleniyor. Dini, imanı başarısızlığa kılıf bulmak. Tam bir egoist ve bencilin teki. İticilikte üstüne yok. Burnundan kıl aldırmıyor. Herkesi küçümsüyor. Başarısızlığın altında ezilirken kendine toz kondurmuyor. İçi fesat ve haset dolu bu kişinin önce insan olmaya ihtiyacı var. Belki de tedavi olması gerek. Çünkü hasta bir insan profilini andırıyor.

Konuşması hal ve hareketleri muhatabı çıldırtırken bu gerilimden beslenen kendisi rahat bu kişi, işin garibi, daha gepegenç duruyor. Hiç yaşını göstermiyor. Belli ki minyon tip. Bu itici, minyon tipiyle bizde bir zamanlar Ankara Büyükşehir Belediye başkanlığı yapan Melih Gökçek Bey'e ne kadar benziyor.

Ne alaka demeyin.Kulvarları farklı olsa da ikisinin kişilikleri birbirine çok benzer. Katılır veya katılmazsınız. 

19 Mayıs 2025 Pazartesi

TOKİ'den Evin mi Var?

TOKİ'den evin çıksa bir türlü, çıkmasa bir türlü. Çıksa bir dert, çıkmasa bir dert.

TOKi'ye başvurup da çıkmayan, "Şansıma küseyim. Zaten bende şans ne gezer" deyip üzülür. Bu üzüntü de uzun süreli olmaz. Zaten ya çıkarsa diye girmişti. Hepsi bu kadar.

TOKi'den evi çıkanın sevincine diyecek olmaz. Peşinatı bir çırpıda bulur, buluşturup, yatırır. Geri kalan ödemesi de kolay nasılsa. Taksitle çünkü. Taksitler ise 20 yıla yayılmış. Belirlenen taksit de fazla değil. Taksitler de eve oturduktan sonra başlıyor. Kira öder gibi ev sahibi olacaksın diyeceğim ama ödenen meblağ kira fiyatlarından çok çok düşük.

Banka aracılığı ile ödenen taksitler de çok şeffaf. Toplam borcun, hangi ay kaç lira ödeyeceğin ve ödediğin miktar kuruşu kuruşuna yazılı. Hepsini bankadan izleyebiliyorsun.

Banka senin DASK'ını, konut sigortanı, poliçe vs.'yi de takip ediyor. Yeter ki hesabında para bulunsun.

Hesabından ödeme almadan önce şu tarihte hesabınızda para bulundurun. Şu şu ödemeler alınacaktır mesajı gönderiyor. Ama ne kadar olduğunu belirtmiyor.

Ara ara para istiyor. Hesaba para aktarıyorsun. Ama ne ara ne kadar kesinti yaptığını bilmek bir muamma. Hesabında para bulamazsa, “Hesabınızda para olmadığı için poliçe kesilmemiştir” türünden mesaj gönderiyor banka. Mesela Nisan 15'te biri 379 TL, diğeri 846,39 TL olmak üzere iki ayrı ödeme almış. Numaraları farklı poliçe ikisi de.

Bir daha epey bir para istemez diyorsun. Ama bir ay sonra Mayıs 16'da 507 TL daha ödeme alıyor. Ne diyeyim, hikmetinden sual olmaz.

Ben geleyim aylık taksitlere. Her ay ödüyorsun. Toplam defaten ödeyeceğin miktar azalacağı yerde artıyor. Hem de astronomik. Bir buçuk yıl böyle ödedim. Benim toplam borç azalmadığı gibi katlandı. Ödediğim de cabası. Artık nasıl bir faiz ya da güncelleme yapılıyorsa ne akıl erer buna ne de sır.

Her altı ayda da taksitlere zam yapılıyor.

Olmayacak böyle. Defaten yatırıp kurtulayım şu taksitten ve her gün her ay artan borçtan diyorsun.

Bulup buluşturup borcu kapatıyorsun. Tapuyu alıyorsun. Şükür, kurtuldum diyorsun.

Ama şükretmekle kalıyorsun. Tapuyu üzerine aldıktan sonra da ilgili banka peşini bırakmıyor. Durmadan "Hesabınızda para bulundurun" mesajı gönderiyor. Ne zaman para bulursa konut sigortası mı, poliçe mi, DASK mı artık ne ise kesmeye devam ediyor.

Hasılı kaybetmezsem buldum TOKİ’yi bir de anlaşmalı bankayı. Herhalde bu poliçeler benden alınmaya devam edecek.

Değinmek istediğim bir husus da TOKİ yönetimi. Bu yönetim de site görevini yerine getiriyor. Aylık site aidatını verdikleri hesaba gönderiyorsun.

Site aidatını da altı ayda bir mi güncelliyorlar, yılda mı çok anlamış değilim. Belirlenen aidat da küsuratlı. Yanlış hatırlamıyorsam, ilk aidat 407 lira idi. Sonra 669 TL’ye çıktı. Şimdi de 997 lira. İyi de niçin 410 değil, 670 değil, 1000 değil. Gören de masraflar kuruşu kuruşuna hesap ediliyor diye düşünür. Ümit ediyorum ki öyledir.

Yalnız garibime giden, site yönetimi önce güncel aidat miktarını gönderiyor. Aidatlar bu kadar olmuştur diyor. Ardından akşamında daire sahiplerinin katılımıyla toplantı düzenliyor. Toplantıya katılım oluyor mu, oluyorsa da hangi gündem konuşuluyor bilmem. Herhalde güncellenen aidat miktarı oylatılıyor olsa gerek. İyi de benim bildiğim, yönetim önce toplantı düzenler. Toplantıda aidat miktarını artırmamız gerek der. Anladığım kadarıyla yapılan toplantı formaliteyi yerine getirmek için olsa gerek. Öyle zannediyorum, aylık aidat miktarını site yönetimi de belirlemiyor. Toplu Konut İdaresi merkezden belirleyip illerdeki TOKİ yönetimlerine gönderiyor.

Aidatlar her ne şekilde belirleniyorsa, anladıysam harap olayım.

Bir de TOKİ’de oturanlar ağırlıklı olarak dar gelirli insanların oturduğu yerler. Site yönetiminin ya da TOKİ idaresinin belirleyip güncellendiği bu aidatlar birçok siteye göre yüksek. Zannedersem, masrafı artıran da sitenin temizlik görevlilerinin maaşı olsa gerek. Çünkü bu devirde apartman ve sitelerde görevli çalıştırmak ancak cep yakar. Site yönetiminin ya da Toplu Konut İdaresinin, aidatları aşağıya çekecek tedbirler almasında ve asgari görevli çalıştırmasında yarar görüyorum.

Şu hakkı da teslim edeyim. TOKİ'nin muhasebesi kuruşu kuruşuna tahsil ettiğini tutuyor. Eksik ya da fazla yatıranını miktarını da her ayın son gününde mesaj olarak gönderiyor. Mesaj yoluyla bilgilendirmeyi iyi yapıyor. Milli bayramlar ve dini bayramların kutlamasını da hiç ihmal etmiyor. 

Zorunlu Trafik Sigortası

Bugüne kadar iki arabam oldu. İlk arabamı 1999 yılında alıp 2005 yılında satmıştım.

İkinci arabamı altı yılın ardından 2011 yılında aldım. Hala bu aracı kullanıyorum.

İlk arabamın arka sağ çamurluğuna biri vurmuştu. Çamurluğu kendi imkanlarımla yaptırdım.

İkinci ve halen kullanmakta olduğum arabama ise 14 yıldır kaç defa birileri vurdu. Park halinde iken vurup kaçanlar oldu. Hepsini resmiyete gitmeden gidip kaportacıya yaptırdım. Arka arkaya gelen bir aracın vurmasıyla sadece bir tutanak tutuldu. Tutanağı işleme koymadan kendi imkanlarımla yaptırdım. Park halinde iken sol ön çamurluğa vurup kaçanın vurduğu yeri yaptırmadım. Nazarlık olarak bekletiyorum. Bir defasında ambulansa yol açmak niyetiyle öndeki araca arkadan hafifçe vurdum. Tutanağa ihtiyaç duymadan bir kaportacıya giderek sürücünün arka çamurluğunu yaptırarak masrafı cebimden ödedim.

Anlatmak istediğim, bugüne kadar vurup çarpma ve trafik kazasından kaynaklı masraflar için zorunlu trafik sigortasından bir kuruş yararlanmadım.

Zorunlu trafik sigortası yaptırmıyor muyum? Yaptırmaz olur muyum. Hem de sektirmeden gününde yaptırıyorum. Üstelik yaptırdığım sadece zorunlu trafik sigortası değil. İMM poliçesi ve yol yardım poliçesini de tavsiye ediyor sigortacı. Ben de tavsiyeye dayanamayıp yaptırıyorum.

Son birkaç yıldır trafik sigortasına ödediğim paralar da yenilir yutulur ve hazmedilir türden değil. Yüklü ve anormal poliçeye rağmen pek taksit de yapılmıyor.

Trafik sigortası ve İMM'den yararlanmadığım gibi yol yardımından da yararlanmadım.

Kısaca yararlanmadığım sigortaya her yıl yüklü ödeme yapıyorum.

Resmiyete girmiş kaza olmadığı için kaza yapan emsallerime göre belki daha düşük ödüyorum.

Kaza yapıp resmiyete sokanlar ise daha fazla trafik poliçesini para ödüyor.

Tamam, kaza yapıp poliçesinden ve kaskosundan faydalanan yeni sigorta ve kaskoda fazla ödeme yapsın ama benim gibi sigortadan hiç yararlanmayanlar için bir şeylerin düşünülmesi gerekir. Sadece zorunlu trafik sigortası yaptırırken biraz düşüğe yapmak yeterli olmasa gerek.

Ne yapılabilir? Pekala her yıl ödenen sigorta toplamından, üç beş yılda bir belli bir yüzdesini güncel sigorta bedeli üzerinden araç sahibine geri ödeme yapılabilir. Geri ödeme düşünülmese bile yeni sigorta vakti geldiğinde, "Sigorta bedeli bu kadar. Şu kadarını hesabınızda biriken paradan karşılıyoruz. Sizin ödeyeceğiniz miktar sadece bu kadar" denebilir. Bu yol ve yöntem trafik kazalarını önlemede bir teşvik olabilir. Sürücüler trafikte daha özenli ve titiz davranabilir.

Kısaca kaza yapan ile yapmayan arasında fark olmalı. Trafik sigortasında toptancı anlayış doğru değil. Niçin kaza yapmayanın sigortası kaza yapanın kaza masrafına kullanılsın. Bu konuda adil bir düzenleme yapılmalı.

Yine her yıl kallavi bir şekilde artan zorunlu trafik sigortası da makul bir seviyede tutulmalı. Her yıl katlanan bu anormal artış makul bir seviyede tutulmalı. Her yıl bu şekilde arttığına göre belli ki ödenen trafik sigortası yeterli değil. Yeterli değil diye bu kadar bindirmenin bir alemi yok. Sigorta artışlarında da makul bir orta yol bulunmalı.

17 Mayıs 2025 Cumartesi

Diline Fransız Biz

Hangi millet hangi kıta hangi ırktan olursa olsun, hepsinin kendi dili dışında, başka bir yabancı dili özellikle İngilizceyi konuştuğu bir gerçek. Bunun tek istisnası bizim ülkemiz.

İngilizceyi öğrenmek için bu ülke çok çaba sarf etti. Anadolu liseleri yabancı dil ağırlıklı idi. Hepsi hazırlık+üç yıl eğitim yaptı. Hazırlık sınıfında bir yıl boyunca İngilizce okutuldu. Yabancı dil ağırlıklı süper liseler açıldı. Sonradan liselerin dört yıla çıkarılması ile birlikte çoğu liselerde yabancı dil hazırlık sınıflar kaldırılsa da İngilizce dersi ilkokul ikinci sınıftan itibaren tüm öğrencilere okutulmaya başlandı. Şimdi ilkokul ikinci sınıftan, lise son sınıfa kadar her okulda İngilizce dersleri okunuyor. Üniversitede hakeza. Yine yabancı dilini geliştirmek için özel ders alanlar ve dershaneye gidenlerimiz de eksik değil.

Gel gör ki bu kadar eğitim ve çabaya rağmen özel gayret gösteren pek az kişinin dışında bu ülke insanının kahir ekseriyeti, dert ve meramını anlatacak kadar bir İngilizce bilmiyor.

Burada şu gerçeğin altını çizeyim. Gramer konusunda bu ülke insanı İngilizlere taş çıkartır. Bizim İngilizce gramer ve tensleri (zamanları) bildiğimiz kadar İngilizler tensleri bilmez.

Ama bir gerçek var ki biz o kadar İngilizce eğitimine rağmen İngilizceye Fransızız.

2011 yılından beri ülkemizde olan Suriyelilerin çoluk çocuk ve yaşlısının çoğu Türkçe biliyor ve konuşuyor. Biz hiçbirimiz, imam hatip eğitimi ve ilahiyat okuyanların çoğu dahil Arapça konuşamayız.

İçimizde Türkçe konuşan Suriyeliler çok mu zeki? Sanmıyorum. Başka kıta ve ülkelerin insanı bizden çok mu zeki? Zannetmiyorum.

Sınavlarda yüksek puanlar alarak sınıf geçtiğimiz İngilizce ve Arapça konuşamayışımızın temelinde, kendi dilimizi çok iyi bilmediğimiz gerçeğinin olduğunu düşünüyorum. Biz kendi dilimizi iyi bilsek, bir başka dili öğrenip konuşmamızın önünde bir engel yok. Bunda, tıpkı Arapça ve İngilizcede zamanlara sarf ettiğimiz gibi Türkçe öğrenmede de ögelere ağırlık vermemizin payı olsa da esas sebebin kendi dilimizi iyi bilmeyişimiz olduğu bir gerçek.

Yalnız bu gerçeğin altını dolduramıyordum. Nihayet bu gerçeğin altını dolduran bir konuşma dinledim. "Paylaşılan bir veriye göre kendi ana dilini, kendi ülkesinde en az kelimeyle konuşan insan topluluğu imişiz".

Paylaşılan bu verinin ne derece bilimsel olduğunu bilmemekle beraber, bu veri, niçin bir başka yabancı dili öğrenemeyişimizin aynı zamanda bir cevabıdır. Çünkü kendi dilini iyi bilmeyen bir başka dili öğrenemez. Biz kendi dilimizi bilmiyoruz ki bir başka dili öğrenelim. Biz kendi dilimizi bilmiyoruz ki birbirimizle anlaşabilelim.

Veri gerçekten çarpıcı, bir o kadar da bizim için üzücü. Ne demek kendi dilini kendi ülkesinde en az kelimeyle ifade etmek. Bu ayıp bize yeter de artar bile. Türk Dil Kurumunun hazırladığı Türkçe sözlüğe baksak, orada yazılı çoğu sözcükleri ne kullanırız ne de anlamını biliriz.

Kısaca, günlük hayatta kullandığımız kelime bilgisi 200-300 kelimeyi geçmez. Tüm meramımızı bu kadar kelimeyle ifade ediyoruz.

Belki de şiddet ve kavgaya meyilli, tartışmalarda sesimizin yükselmesi de kelime hazinemizin kıtlığı ile alakalıdır. Çünkü şiddet ve sesin yükselmesi, sözün bittiği anlamına gelir. Kendimizi ifade edebilsek, muhatabımızı ikna edebilsek, meramımızı güzel bir şekilde anlatabilsek, niye sesimizi yükseltelim, niye şiddete başvuralım.

16 Mayıs 2025 Cuma

Al-Ayyala Dansının Düşündürdükleri

Trump'ın Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirliklerini (BAE) kapsayan tek taraflı ticari gezisi ilginç görüntülere sahne oldu.

Trump hem cebini doldurdu hem de en üst düzeyde ağırlandı. BAE hizmette kusur etmedi. Daha doğrusu hizmette kusur edemezdi. Çünkü ne de olsa iktidarda kalmasını ABD’ye borçlu.

Trilyon dolarlık anlaşmalara imza atarak ülkesine dönen Trump'ın Birleşik Arap Emirliklerinde (BAE) karşılanması hem sanal alemde hem de sosyal medyada yazılıp çizildi.

Karşılama töreni yazılıp çizilmeyecek gibi değil. BAE'nin kültürüne uygun bir tören olabilir ama görüntüler ilginç, bir o kadar da rezilliği barındırıyor.

Güya BAE için geleneksel al-Ayyala dansı imiş bunun adı. Bu dans, önemli konukları karşılamak için misafirperverlik ve birlik sembolü imiş.

Sarayın önünde gelinlik elbisesi gibi beyaz elbiseler giymiş, aynı ebat uzun saçlarıyla, sağlı sollu kadınlar, yan yana dizilmiş. Trump gelirken saçlarını bir sağa bir sola sallamak suretiyle dans yapıyorlar. Kadınların saçlarını bu şekil ritmik şekilde savurması BAE'nin kültürel bir geleneği imiş.

Kadınların bembeyaz elbiseleri içerisinde upuzun saçlarıyla başlarını sallaması görüntülerini izleyince, siz ne dersiniz bilmiyorum ama ben çok garipsedim, üzüldüm.

Müslümanlar bir taraftan Mehmet Akif’in, "Bacımın örtüsü batmakta rezilin gözüne/Acırım tükürüğe billahi tükürsem yüzüne" şiiriyle büyüsün. Hepsi olmasa da büyük bir çoğunluk haremlik selamlık uygulasın. Hanımını, kızını göstermemeye çalışsın. Kızların başı açılmasın. Zira Allah'ın emri diye mücadele etsin. Başörtüsü bizim kırmızıçizgimiz desin. Diğer taraftan da önemli birini karşılamak için uzun saçlarıyla başlarını bir sağa bir sola çevirerek saçlarını savursunlar. Yani Trump'a arzı endam etsinler. Tek kelimeyle rezalet ve maskaralık.

Bir ülke bir insan kendini rezil etmek ve Gülünç duruma düşürmek istese bu derece başarılı olamaz.

Ben böyle kültürün böyle geleneğin böyle dansın böyle İslam anlayışının içine tüküreyim dedim içimden. Yalnız tükürüğüme yazık.

Görüyorum ki çağdışı kalmış kültürü ve geleneğiyle bu zihniyetin dünyaya verebileceği bir şey yok. Omurga zaten yok. Bu görüntülerine bu ülke, ne kadar parası olursa olsun, ne derece lüks içinde yaşarsa yaşasın, daha göçebelikten ve bedevilikten kurtulamamış.

Önemli görüp trilyon dolara imza attıkları kişi de Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren, Gazzeliye hayatı dar eden İsrail’in en büyük destekçisi. Üstelik önemli görülen bu misafir, Gazze’yi Filistinlilerden arındırmayı planlıyor. Görünen o ki Gazzelinin en büyük düşmanı, ABD’nin dümen suyuna girmiş, ABD’ye para akıtan, güya aynı soy ve dine inanan bu Arap ülkeleri. Biz hiç düşmanı sağda solda aramayalım.

Vah yazık vah...

Not: Al-Ayyala, Umman'ın kuzey batısında ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin her yerinde uygulanan popüler ve etkileyici bir kültürel performanstır. Al-Ayyala, ilahiler, davul müziği ve dans içerir. Birleşik Arap Emirlikleri'nde, geleneksel elbiseler giyen kızlar önde durur ve uzun saçlarını bir yandan diğer yana savururlar. Melodi, düzensiz tekrarlanan bir düzende yedi tondan oluşur ve ilahiler duruma göre değişir. Al-Ayyala, hem Umman Sultanlığı'nda hem de Birleşik Arap Emirlikleri'nde düğünlerde ve diğer şenlikli günlerde icra edilir. (UNESCO)