2 Mayıs 2025 Cuma

Esra Erol Hutbesi *

Diyanet kişiye özel hutbe irat etmeyi sevdi galiba.

Dezenformasyon bilgi yaydığı için Hucurat süresinin ilgili ayetlerini okuyup açıklayarak önce Rasim Ozan Kütahyalı ile ilgili bir hutbe verdi.

Şimdi de çarpık ilişkileri gündüz kuşağına çıkartarak zinayı özendiriyor diyerek Esra Erol’u hedef alan bir hutbe okuttu.

İkilinin hutbelerini hatip okurken aha bu Rasim’in, aha bu da Esra Erol’un hutbesi dedim. İkisini de kıskandım doğrusu. Ekranlardan inmeyen bu ikili nihayet camiye de girdi.

Bu günler geçer de yıllar sonra bu ikili, adımıza hutbe bile okundu diye çoluk ve çocuklarına anlatacaklar.

İşin garibi çoluk çocuğuma ve torunlarıma anlatacağım böyle şanlı bir geçmişim maalesef yok.

Malumunuz bu haftanın (2.5.2025) hutbesi zina üzerine idi.

Çok fazla uzatmadan Esra Erol’un kastedildiği hutbenin ilgili bölümüne burada yer vermek isterim:

“Dijital mecralarda yaygınlaşan, evlilik müessesesini istismar eden sohbet ve evlilik siteleri, gençleri evlilikten uzaklaştırmakta, zinaya sürüklemektedir. Dostluk ve dertleşme gibi düşüncelerle başlayan kadın erkek arkadaşlıkları kişileri, zina batağına çekmektedir. Hâsılı, göz, harama baka baka; kulak, günahı dinleye dinleye; dil, kötülüğü konuşa konuşa zinaya alışmakta, sonrasında bu çirkin fiili işlemek sıradan hale gelmektedir.
Değerli Müminler!
Kötülüğün işlenmesi kadar onun yaygınlaşmasına zemin hazırlamak da büyük bir günah, ağır bir vebaldir. Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de, “Müminler arasında ahlâksızlığın yaygınlaşmasını isteyenlere dünyada ve ahirette can yakıcı bir azap vardır...” buyurarak bu hususa dikkatlerimizi çekmektedir. Bu sebepledir ki insan onurunu ayaklar altına alan zinanın ve ona götüren yolların magazin programlarına malzeme olması asla kabul edilemez. Çok nadir görülen çirkin bir hadisenin, çarpık bir ilişkinin, bazı gündüz kuşağı programlarında, sinema ve dizilerde reyting uğruna haftalarca gündemde tutulması, toplumun dini ve ahlaki değerlerini hiçe sayan büyük bir sorumsuzluktur. Aile birliğine zarar veren zinayı işleyenlerle, bunların yaptığı kötülükleri ekranlara taşıyan ya da sosyal medyada paylaşanlar aynı günahın ortaklarıdır”.

Görünen o ki Diyanet kabuğunu kırdı. Sansasyonel haberlere ve toplumsal infiale sebebiyet veren programları hutbe konusu edinmeye başladı. Bu geleneği devam ettirirse, bundan sonra bu tür kişiye özel hutbeleri çok dinleyeceğiz. Çünkü bizde bu tür gündem eksik olmaz.

Bu arada Diyanet’e de bir önerim olacak. Namazlardan sonra illa yardım toplanmaya devam edilecekse, kişiye özel hutbelere yer verdiği zaman namaz sonrası açılan yardım sergisi de hutbe konusuyla orantılı olursa daha iyi olur. Mesela Rasim’in hutbesinde, dezenformasyon bilgi yaymasından dolayı mağdur olanlara toplansa yardım.

Yine Esra Erol hutbesinde de evliliği sıkıntıya giren veya parasızlıktan dolayı evlenemeyen gençlere toplanabilir yardım.

*05.05.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Devlet Aklı

Bazıları olumsuz durumlar için temcit pilavı gibi "devlet aklı lazım" derler. Diyorlar ama benim bu küçücük aklım, devlet aklının ne menem bir şey olduğunu bir türlü anlamadı.

Haliyle bu yaşa geldim. Geldim gidiyorum. Devlet aklının ne olduğunu öğrenemeden gideceğim diye hayıflandım durdum. Kızdım da kendime tabi.

Olmayacak böyle dedim ve biraz sakin kafayla düşünmeye başlayınca hepsi sökün etti. Galiba devlet aklının ne olduğunu öğrenmeye başladım. Nasıl buldun derseniz, örneklerden giderek tabi.
Karışıklığı önlemek ve tüyü bitmemiş yetimin hakkını korumak, ince düşünmek, hesap ve kitap yapmaktır devlet aklı.

Örnek mi istersiniz? Buyurun:

Öğretmenlere ödenen ek derslerin hesabını yapmada hafta bütünlüğünü esas alacak bundan sonra sistem. Hoş, bundan önce de böyle yapıyordu ama böylesi sanırım ilk. 

Diyelim ki nisan son haftası ile mayıs ilk haftası bir haftada birlikte geldi. Pazartesi, salı, çarşamba nisan ayına ait. Perşembe ve cuma ise mayıs ayına ait. Bu arada 1 mayıs, yüz yüze eğitimin yapılmış sayıldığı resmi tatil. Yani geriye mayıs ayına ait bir gün kalmış. Siz olsanız, hafta bütünlüğü için bu haftayı nisan ayına mı yazarsınız yoksa mayıs ayına mı?

Öyle zannediyorum, haftanın çoğu günü nisan ayına ait olduğu için bu haftayı sizler nisan ayına dahil edersiniz. Buna da aklın yolu bir dersiniz. Kusura bakmayın da buna aklın yolu denmez. Dense dense nefsin yolu denir. Bereket devlet aklı sizin nefsiniz gibi çalışmıyor. Devlet üç günü nisana ait olan haftayı mayısa aktarıyor. Hafta bütünlüğü böyledir diyor.

Devlet niçin böyle akıl ediyor? Çünkü haftanın geriye kalan bir günü, çalışan öğretmenin sağ kalıp kalmayacağını kim garanti edebilir? Çünkü ölümlü dünya. Diyelim ki yaşadı. Öğretmenin 2 mayısta rapor ya da izin almayacağının bir garantisi var mı?

Burada ha nisan ha mayıs ne fark eder demeyin. Çok şey fark eder. Bunu aklı nefsine bağlı insanoğlu düşünemez. Düşünse düşünse devlet aklı düşünür.

Peki devlet üç günü nisan ayına, ilk günü mayıs ayına ait haftayı niçin mayıs ayına eklemiş oldu? Anlayabilen var mı içinizde? Nereden anlayacaksınız? Anlatayım da devlet aklı nasıl çalışır, bir görün.

Çoğu nisana ait olan haftayı mayısa alarak devlet;

Öğretmenlere nisan ayında ödenecek bir haftalık ek ders ücretini bir ay ötelemiş oldu. Böyle yapmasaydı, bu ücreti bir ay önce ödemiş olacaktı.

Bir de kimin ölüp kalacağını da test etmiş olacak.
Düşünün ki bir ay öncesi yani nisanda ödedi bu ek dersi. Ek dersi alan öldü. Devlet acılı aileye, eşinin bir günlük daha önce ödediğimiz borcu var. Onu yasal faiziyle ödeyin dese, hiç hoş olmaz tabi. O yüzden devlet her yönüyle düşünmek zorunda. Çünkü tüyü bitmemiş yetimin hakkı var devlet hazinesinde. Sonra o bir günü niye daha önce ödeyerek hazineye zarar versin.

İşte devletin yaptığı bu tasarrufa devlet aklı denir. Sizin ise bu akla aklınız ermez.

İçinizden birileri, haftanın çoğu günü hangi aya ait ise o haftayı o aya almak lazım önerisi getiren olabilir. Sadece çenesini yormuş olur. Bir de iyi ki devleti o içinizden biri yönetmiyor. Maazallah hazineyi zarara uğratırdı.

Devlet aklı dediğimiz zaman akla sadece öğretmenleri ilgilendiren ek ders gelmemeli. Devletin iyi ki var diyebileceğimiz bu aklı her alanda var. Mesela iki günü bayram tatiline denk gelen haftanın geriye kalan üç gününü de bayram tatili yapmak gibi bir aklı var.

Aynı şekilde enflasyon hesabı konusunda devletin bulduğu kurum tamamen bir devlet aklını yansıtır. Düşünün ki bu kurum yok. Enflasyonun nerelerde olduğunu hesap edemediğimiz gibi çıkacak rakam dudakları uçuklatır cinsten olur. Ayrıca çıkacak uçuk kaçık enflasyon sabit gelirliye zam olarak yansır ki bu da devletin gelirinin çoğunu sabit gelirliye vermesi demektir ki bu durumda hazinenin durumunu bir düşünün.

Yine devlet aklı sabit gelirlinin enflasyon farkını, verilen zam oranı enflasyonun altında kaldığı zaman değil de 6 ay sonra ödüyor. Yani enflasyon verilen zammı geçer geçmez ödemiyor. Burada da hesap kitap var. Düşünün ki yılın 4.ayında enflasyon zammın üzerinde çıktı. O zaman verirse devlet zarar eder.

Hasılı devlet aklı, ödemesi gerekeni ne kadar geç ödersem kâr mantığı üzerine kurulu. Buna da ne sizin ne de benim aklım erer.

30 Nisan 2025 Çarşamba

Vicdanlara Bırakılan Değerler

Deprem, sel baskını, yangın, dolu gibi doğal afetler olduğunda, ramazan orucunda ve kurban bayramında fiyatlar katlanır.

Böylesi durumlarda insanımız, "Bunlar fırsatçı. Ahlak, Allah korkusu ve vicdan yok" gibi serzenişlerde bulunur.

Bu durum yani fırsatçılık bildim bileli böyle.

Peki, insanımızda Allah korkusu, ahlak ve vicdan olduğunda fırsatçılık olmayacak mı?

Kanaatime göre yine olur. Çünkü insanımızın eline fırsat geçmeye görsün. Mutlaka değerlendirmek ister. Fırsatçılık yapan kimse de "Serbest piyasa değil mi? İstediğime satarım. Üstelik maliyetler arttı. Çoluk çocuğumun rızkını da düşünmek zorundayım. Sonra dövizin durumunu görmüyor musun" gibi gerekçeler üretir.

Durum bu iken "Ahlaklı nesil yetiştirmek lazım. Dindar nesli çoğaltmak lazım" demek suretiyle bireyin eğitilmesinin gerekliliğine vurgu yaparız.

Elbette çocuklarımız milli ve manevi değerlerle yetişsin. Dindar olmaları için gerekli çabayı gösterelim. Ama tek başına dini eğitim, dindar nesil, milli ve manevi değerlere bağlılık, barış ve huzurun gelmesi ve fırsatçılığın kalkması için yeterli olamaz. Çünkü kişilerin vicdanına ve insafına bırakılan bu değerlerin bir yaptırımı yoktur. Yaptırımı olmayan değerlerin ise toplumda çok bir etkisi olmaz. Herkes bildiğini okumaya devam eder.

Çocukların eğitimi için çaba sarf ederken bir taraftan da denetim ve yaptırımın olduğu müeyyideleri kanun maddesi haline getirmek gerekir. Kanuna koymak yeterli mi? Yeterli olmaz. Çünkü uygulanmayan kanun da tıpkı ahlak, Allah korkusu ve vicdan gibi olur. Bu yüzden konan kanun tavizsiz bir şekilde uygulamaya konmalıdır.

Kanunlar tavizsiz uygulansa, uymayanlara cezayı müeyyide uygulansa toplum düzelir. Değilse bir arpa boyu yol alamayız. Yine aynı konulardan şikayetçi olmaya devam ederiz.

Mesela ÖSYM her sınavın kılavuzunu her yıl yayımlar. Nelerin yasak olduğu kurallarını belirler. ÖSYM koyduğu kuralların uygulanıp uygulanmadığının denetimi yapar. Tüm kuralları tavizsiz uygulatır.

Kanunla belirlenen kurallar da tıpkı ÖSYM gibi olmalıdır.

Bir başka örnek vermek istersek, Zambaklar ülkesi diye bilinen Finlandiya halkı, bir zamanlar kaba, saba kişilerden oluşurken konan kuralların uygulamasıyla o kaba, saba diye bilinen halk kendine çekidüzen vermiştir. Devlet bu işi kanuna koyduğu ağır müeyyide ile çözmüştür.

Bizim ülke insanımızın Beyaz Zambaklar ülkesi gibi olmaması için hiçbir sebep yok. Devlet kanuna koyduğu kuralların denetim, uygulama ve müeyyidesini belli bir süre ÖSYM’ye bıraksa ya da ÖSYM benzeri bir mekanizma kursa, kısa zamanda büyük mesafe alırız.

Örnek Bir Dini Lider

Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri Papa Francis, 21 Nisan Pazartesi günü 88 yaşında hayatını kaybetti.

Vefatının ardından hakkında yazılıp çizilenler şunlar:

12 yıllık papalık görevi için maaş almayı reddetmiş. Maaşını kilise fonlarına ve hayır işlerine harcamış.

Papalık Sarayı yerine misafirhanede kalmayı tercih etmiş.

Sade kıyafetler giymiş.

Üzerinde kayıtlı hiçbir mülk bırakmamış.

Kişisel banka hesabı da yokmuş.

Geride sadece 100-150 dolar para bırakmış.

Papa Francis inancı kendisine. Yalnız görünen o ki imkanlar içerisinde yoksulluğu seçmiş. Ne yer ne içersem kâr, günümü gün edeyim dememiş. 

Aldığı veya kiraladığı araba ile anılmamış. 

Kısaca Francis itibardan tasarruf olmaz dememiş.

İnancı kendisine Papa’nın. Yalnız mütevazı ve sade yaşantısı, başta din adamları olmak üzere devlet başkanlarına da örnek olacak türden.

Papa arkasında yüklü miktarda servet bıraksaydı, sağlığında tahsis edilen sarayda kalsaydı, öyle zannediyorum, bu kadar dikkat çekmezdi.

Ümit ediyorum ki Francis’in bu sade yaşantısı örnek alınır.

Gönlüm isterdi ki örnek verdiğim kişi Papa değil de bizden biri olsun. 

Ne diyelim, darısı bizdeki Diyanet İşleri Başkanına, tarikat şeyhlerine, devleti yönetenlere... 

29 Nisan 2025 Salı

Her Telden Kısa Kısa

"Biz Anaplaşmayız" diyenler farkına varmasa da hızla Anaplaşma yolunda ilerliyor. Sanırım iyice küçülünce anlayacaklar.

"Ben istesem sigarayı hemen bırakırım" diyenler aramızda çok sayıda varlar. Bugüne kadar pek azı hariç sigara içmeye devam etmektedir.

"Ben şununla asla görüşmem. Aynı masaya oturmam" diyenler bir bakmışsın oturup görüşme yapıveriyor.

"Ölürse cenazesine gitmem. Ölürsem de cenazeme gelmesin" deyip de sonra sarmaş dolaş olan niceleri vardır.

Bir üründe zam iddiası ortaya çıktığında, bir yetkili, "Zam yok. Bu tür haberlere itibar etmeyin" diyorsa bilin ki o ürüne zam gelecektir.

Bir sınavın son başvuru tarihi ile ilgili "Sınav tarihinde uzatma yapılmayacaktır" açıklaması yapılıyorsa bilin ki o sınavın tarihi uzatılacaktır.

"Kilo vermem lazım. Bugünden itibaren perhize başladım" diyenlerin çoğu, nefis bir yemek görünce daha başlamadan perhizi bozarlar. Göbekten belli değil mi perhize başlamadıkları.

"Verdiğim bu karardan dolayı kimseden emir almadım" diyen biri, mutlaka emir ve talimat almıştır.

Piyasada trolden dert yanan nicelerinin bir başkasının trolü olduğundan haberleri yok.

Fikri, zikri, düşüncesi ne olursa olsun, konuşmada herkes dürüst. Ama bu dürüstlük denenmemiş dürüstlüktür. Çoğumuzun eline fırsat ve imkanlar geçtiği zaman dürüstlüğü buzdolabına kaldırıyoruz. Bu demektir ki dürüstlüğümüz yokluktanmış.

Sevginin ve nefretin aşırısı gözleri kör eder. Haddinden fazla gösterilen sevgi kişiyi şımartır. Aşırı nefret de yapılan doğruları perdeler.

Kutuplaşmanın olduğu yerde barış, huzur ve güven olmaz.

Yapacak şeyi kalmayıp kendini tekrar edenlerin koltukta ve ayakta kalması düşman üretmesine bağlıdır. Düşmanla korkutarak koltuğunu sağlamlaştırır.

Başarısızlıklarına kılıf bulanların topluma zarardan başka verebilecekleri bir şey yoktur.

Hayatını oluşturduğu algılar üzerine kuranlar kadar tehlikelisi yoktur.

Başarı için her yolu mubah görenlerin hiç omurgası yoktur.

Zikzak çizenler el üstünde tutuluyorsa o toplumun vay haline.

Eleştiri kültürü gelişmeyen toplumlarda gelişme olmaz.

Yargının silah ve had bildirme aracı olarak kullanılan toplumlarda adalet olmaz.

Milli ve manevi değerleri ve dini kendi malı görenler o değerleri süfli emelleri için kullanarak değerlerin altını oyar. Bu değerlere en büyük zararı da bunlar verir. 

Çıt Çıt Çıt

“Çekirdek çitleyenlerin iş ciddiyeti, bu ülkenin hiçbir önemli sektöründe yok!”

Hepimiz çekirdeği ne şekilde çitlediğimizi iyi biliriz ama bunu tespit de çok önemli. İşte bu güzel ve yerinde tespiti Gökhan Özcan yapmış.

Şimdi gözümüzün önüne çekirdek çitleyenleri bir getirelim. Tespitin ne derece haklı olduğunu anlarız.

Çekirdek öyle bir şey ki başlandı mı bitinceye kadar çitlenir. Tadı damağımızda kalır. Olsa da daha çitlesek deriz. Çitlerken çenemiz yorulur ama çitlemede yine devam ederiz.

Çitlerken çoğu zaman muhabbet de olmaz. Sadece çıt çıt çıt ya da çit çit çit sesi gelir. Çitledikçe iştaha geliriz. Bir hızla alır, ağzımıza koyar, çitleriz.

Çitleme hızımıza kimse yetişemez. Aramızda çitleme yarışması yapılsa çoğu berabere biter. Yenişemeyiz.

Çitlediğimiz çekirdeğin kabuğu ise önümüzde saman yığını gibi yığılır kalır. Ah bir de yerlere atmasak çok iyi olur. 

Çekirdek bittiği için gözümüz biriken çekirdek kabuğuna kayar. Vay be bu kadar çitlemiş miyiz deriz.

Yeniden Gökhan Özcan'ın cümlesine gelirsek, çekirdek çitlemedeki iş ciddiyetini hayatın diğer alanlarında göstermediğimiz bir gerçek.

Çalışma tempomuzu değiştirmeye ve çekirdek çitlemedeki azim, gayret ve iştahımızı hayatın her alanına yaymaya ne dersiniz? İşte o zaman kim tutar bizi.

Düşünsenize, çekirdek çitlemede gösterdiğimiz çaba, gayret ve eforu, işimizde göstersek, bir fabrikanın seri üretimi gibi mal üretiriz. Ülkenin her bir yeri ihtiyaç fazlası ürünle dolar taşar. Ülkemiz ihracat rekoru kırar. Cari açık kapandığı gibi cari fazlası veririz. Ülkede ne enflasyon olur ne hayat pahalılığı. Ülkenin ekonomik sorunu diye bir sorunu kalmaz. Fert başına düşen milli gelirimiz çok yüksek olur. Ülke olarak gelişmekte olan ülkeler arasından gelişmiş ülkeler ligine yükseliriz.

Sığındığımız Mazeretlerin Kökeni

Başta siyaset ve spor olmak üzere hayatın her alanında bir başarısızlık söz konusu olduğu zaman çoğumuzun ilk başvurduğu şey, başarısızlığa kılıf bulmak, mazeretin arkasına sığınmak ve gerekçe uydurmaktır.

Ekonomik sıkıntılar için dış güçlere işaret edilmesi, futboldaki başarısızlık için yapı ve sisteme dikkat çekilmesi, sınavdan düşük not alan öğrencinin öğretmeni suçlaması, aklıma gelen örneklerdir.

Başvurduğumuz bu yöntem, topu taca atmak ve sorumluluğu almamaktır. Başarısızlığı halının altına süpürmektir. Suçu başkasının üzerine yıkmaktır. Parmağı kendimize yöneltmemiz gerekirken parmağımızla başkasını göstermektir. Benim bu konuda bir hata ve yanlışım yok demektir.

Bu yaptığımız günü kurtarmak ve kendimizi temize çıkarmak ve ego tatmininden başka bir şey değildir.

Başarısızlıkta türlü türlü gerekçe bulmak yerine "Biz şunları şunları eksik yaptık. Hata bizde" deyip sorumluluğu alarak özür dilemek bir erdemdir halbuki. Toplum da hata ve yanlışıyla yüzleşeni, özeleştirisini yapanı affettiği gibi takdir eder.

Durum bu iken kendimize toz kondurmama adına bin bir türlü mazeret ve gerekçe üretmek neyin nesi? Bu kadar bahaneyi biz nereden öğrendik? Neden öğrendiğimize dair aklıma çocukluğumuz geliyor. Sanki kökeni çocukluğa kadar uzanıyor.

Şimdilerde kaldı mı bilmiyorum. Eskiden çocuğumuz düştüğünde veya kafasını bir yere vurduğunda basardı ağlamayı. Anne ya da baba koşarak çocuğunu düştüğü yerden kaldırır. Ağlama sesi biraz kesilse de yine de devam eder. Çocuğumuz ağlamayı kessin diye "Ah seni ah seni" diye ayağıyla yeri tepeler. Bir bakmışsın, çocuğumuz ağlamayı kestiği gibi gülmeye başlar.

Niye gülmesin? Düşmenin ya da masaya vurma eyleminin suçlusu tespit edilip cezalandırılmıştır. Çocukta hiç suç bulunmamıştır. Bu yönüyle gülmek çocuğun hakkıdır.

Sadece çocuk değil, bizim de keyfimize diyecek yok. Çünkü bu yol ile çocuğumuzu ikna ettik. Hepimiz şu ya da bu şekilde ağlayan çocuğumuzu bu şekilde susturmuşuzdur.

Hepimiz biliyoruz ki çocuğumuzun düştüğü yerin bir suçu yok. Ama biz böyle yaparak suçu yere atıyoruz.

Bu yaptığımız, çocuğun belleğine işleyerek büyüdüğünde ortaya çıkar diye düşünmedik. Sadece günü ve o ânı kurtarmak istedik.

Daha bir şey anlamaz dediğimiz bu yöntem çok masum gibi görünse de çocuğumuzu bir kandırmacadır. Kısaca çocuğumuzu kandırıyoruz.

Çocuk bu yaşta anlamaz mı? Belki anlamasa da çocuklar fotokopi makinesi gibidir. O anda hafızaya alır. Yeri geldiği zaman kullanır.

Nasıl kullanır? Büyüyüp zorda kaldığında, herhangi bir alanda başarısız olduğunda mazeret üreterek, gerekçe bularak.

Siz ne dersiniz bilmiyorum. Ama mazeret ve gerekçelerin arkasına sığınmanın kökeni sanki çocukluğumuzda günü kurtarma ve bizi ikna etme adına yapılan ve masum bildiğimiz pansuman tedbirlerde gizli gibi.