17 Nisan 2025 Perşembe

Aileye Kibrit Suyu Döken Programlar *

Bugünlerde ne zaman kısa videoları açtığımda önüme hep Esra Erol'un programından kesitler geliyor.

Anladığım kadarıyla durum kısaca şöyle: Kayseri Develi'nin bir köyünden bir genç, Instagram üzerinden tanıştığı zihinsel engelli bir kız ile nişanlanır.

Nişanın ardından damat eve gelip gitmeye devam eder. Bu gidip gelmeler sonucunda damat, nişanlısı kızdan ziyade kızın annesi yani kayınvalidesi ile ilgilenir.

Oynaşıp şakalaştıklarına dair videolar da evdeki diğer kız tarafından çekilmiş. Bir videoda damat, kayınvalidesinin dizine başını koyup uyuyor. Nişanlısı kız, babama söyleyeceğim dediğinde, onu da dövmüşler kızın söylediğine göre.

Sonunda, 21 yaşındaki damat ile 47 yaşındaki kayınvalide evden kaçar. Kayınvalidenin hamile olduğu söyleniyor.

Tüm bu olaylar Esra Erol'un programında anlatılıyor. Ekranlarda engelli nişanlı kız, kayınvalide ve damat var. Oğlanın babası da telefonla bağlanıyor, komşularından biri de.

Esra Hanım, kayınvalidesiyle dini nikah kıyan oğlana, utanmıyor musun diye soruyor. Hayır abla, niye utanayım cevabı veriyor (öyle ya utanacak bir şey mi yaptı sanki).

Engelli kızın babası yani eşi kaçan koca çobanlık yapıyor. Yüklü bir tazminat olmadıkça eşini boşamayacağını söylüyor.

Develi'nin köyünde kayınvalidesiyle yaşayan genç damat ile kayınvalidesinin nikahını damadın babasının dediğine göre köyün imamı kıyıyor.

Toplumda büyük infiale sebep olan bu program RTÜK tarafından incelemeye alınmış. Bakalım ne ceza verilecek? Bekleyip göreceğiz.

Esra Erol, bildiğim kadarıyla değişik isimler adı altında ATV adlı televizyonda bu tür programlar yapıyor. Belki de bu tür programların öncüsü. Sanırım gündüz kuşağında yayımlanıyor. Esra Hanım'ın bu programına benzer başka programlar da var. Bu tür programlar değişik isimler adı altında yıllardır yayımlandığına göre belli ki bu programların izleyeni çok. Değilse bu programlar yıllar yılı devam etmezdi.

Esra Erol ve diğer meslektaşlarının hazırlayıp sunduğu bu tür programlar ne kadar çok izlense de bu tür programlara sıcak bakan biri değilim. Hatta bu programlar aracılığıyla, pamuk ipliğine bağlı aile yapımızın köküne kibrit suyu döküldüğünü düşünüyorum. Çünkü bu tür programlar, toplumda infiale sebebiyet veren aile facialarını meşrulaştırdığı, tabir yerinde olursa, eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürdüğü bir gerçek. Program sunucuların böyle bir niyeti olmasa bile ne kadar ensest, garip ve sıra dışı aile faciası ve ilişkisi varsa bu programlarda işlenen işlene bu tür vakalar toplumda sıradanlaşıyor. Böyle ilişkiler bu toplumda az veya çok oluyor. Tüm bunları izleyen birileri de niye ben de yapmayayım, varsın bir rezil de ben olayım cesaretini kendinde bulabiliyor.

RTÜK’ün ensest ilişkilerin yer aldığı bu tür programlara izin vermemesi gerekir. Yetkisi yoksa şöyle bir mevzuat eksikliği var diye Meclis'e veya yürütmeye bildirebilir.

Esra Erol ve benzer programları yapan sunucuların bu tür programları yapmaması lazım.

Kanallar da izleyicisi ne kadar çok olursa olsun bu tür programlara ekranlarında yer vermemeli.

Kayınvalidesiyle evlenen, baldızıyla kaçan, eşini aldatan türünden; din, toplum ve ahlak yapımıza uymayan fiilleri işleyenlerin hiç suçu yok mu? Bu tür fiillerin haber değeri var denebilir. Tarih boyunca bu tür mide bulandırıcı fiiller gizli, kapaklı olmuştur. Yine de olmaya devam edecek. Çünkü sapık ilişkiyi kafaya koyanlar bunu bir şekilde yapacak. Ama bu tür nahoş olaylar tüm kamuoyuna kanallar vasıtasıyla ifşa edilmemeli. Zaten toplum bu tür ilişkileri onaylamadığı için mahallindeki insanlar da bu kişileri dışlayacaktır. Çünkü bu tiplerle selamı sabahı keserek en iyi cezayı mahallindeki insanlar verir. Ahlaka mugayir bu tür ilişkilerde suç varsa suçlular adliyede hesabını versin ve sonucuna katlansın.

Damadıyla kaçan kayınvalide olayı başta olmak üzere bu tür sapık ilişkiler, sunucuların, izleyici çekmek amacıyla uydurduğu bir kurgu olabilir mi? Pekala para karşılığı bazı kişiler bu rolü oynayabilir. Olayın gerçek olması da vahim, kurgu olması da.

İnsanlar bu tür sapık ve ensest ilişkiden sonra niçin programa konuk olur? Gördüğüm kadarıyla tüm taraflar ya ekranlarda ya da ekrana telefonla bağlanıyor. Hiçbiri de ilk defa ekrana çıkmasına rağmen ekran acemiliği çekmiyor. Hepsi güzel bir şekilde giyinip çıkmış. Orada sorular sorulara cevap veriyor. Hakikaten nasıl iş bu. Kayınvalidenle evlenmeye utanmıyor musun sorusuna, hayır, niye utanayım abla dendiğine göre belli ki yaptıklarından utanmıyorlar. Utanmayan kişiler ise ne yapsa yeridir. Çünkü onlar için ne din ne ahlak ne örf bir şey ifade eder. Belli ki yaptık bir iş. Bu yaptığımızı cümle alem duysun. Bu vesileyle televizyona çıkalım. Reklamın kötüsü olmaz. Reklam reklamdır diye düşünüyor olabilirler. Bir de bu rezilliğin üzerine ekrana çıktıkları için para verilirse kısa günün kârı. Niye çıkmasınlar değil mi? Hem para kazanacaklar hem de rezilliğin zirvesine çıkmış olacaklar.

Sözün özü, Anayasa gereği, aileyi ve gençliği korumakla görevli bakanlıklarımız, bu olup bitenler hakkında ne yapıyorlar acaba? Hiçbir şey yapmadılarsa daha kaç ailenin ve gencin heba olmasını bekliyorlar acaba? Bence bir şeyler yapmalı ilgili bakanlıklar. Hiç unutmam. 1983-1985 yıllarında Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakan'ı olarak görev yapan Vehbi Dinçerler, televizyonda "Efes Pilsen bu kapağın altındadır" reklamını, "Bu reklam içkiyi özendiriyor. Anayasa gereği gençliği korumam lazım" gerekçesiyle bira reklamının televizyonda yayımlanmasının yasaklanmasını istemiş ve bu reklamın kaldırılmasını sağlamıştı. Bugün ilgili bakanlıklar da bu tür sapık ilişkilerin yer aldığı ve toplumda ayyuka çıkan programlara yasak getirilmesine öncülük edebilirler.

Unutmayalım ki aile yapımıza dinamit koyan bu tür programlarla dünyaya da rezil oluyoruz. 29.03.2016 akşamı Zindankale’de bir konferans dinlemiştim. Konuşmacılardan biri de İngiliz eski başbakanlarından Tony Blair’in baldızı olduğunu öğrendiğim gazeteci Lauren BOOTH hanımefendiye, soru faslında, “İngiltere’de Türkiye nasıl tanınıyor” diye bir soru sorulmuştu. Verdiği cevap fazla uzun değildi: “Türkiye İngiltere’de iki yönüyle tanınıyor. Biri ensest ilişkiler, diğeri de -sanırım- kadına şiddet. (veya taciz idi) Buranın imajı bizim oralarda maalesef bu şekilde” demişti.

*21.04.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

14 Nisan 2025 Pazartesi

Trolün Önde Gideni

Belli ki eli boş ve avare.

Vermiş kendini sosyal medyaya.

Adamış kendini davasına.

Durmadan inandığı davasını savunuyor.

Davasını savunan kişilerin yazılarını paylaşıyor.

Bu kadar hizmet yeter mi?

Yetmez. Daha fazla çalışmalı.

Başka paylaşımları da takip ediyor. Özellikle davasına muhalif gördüğü kişilerin paylaşımlarını, o paylaşımlara yazılan yorumlara varıncaya kadar dikkatli bir şekilde okuyor. Onlara cevap yazıyor. İster tanısın ister tanımasın. Bir kavgaya tutuşuyor. Görülmeye değer.

Yeter mi? Yetmez. Çünkü davası için kelle koltukta mücadele etmeliydi. Ne de olsa sosyal medya mücahidi.

Muhalif gördüğü kişilerin paylaşımlarında, inandığı davasına bir eleştiri olmasa bile niyet okumaya başlıyor. Ha sen şunu kastediyorsun diyor. İşin garibi böyle bir anlam çıkarmak için çok uğraşması gerek. Ama onun için çocuk oyuncağı bu. Çünkü bu adam bu yazıyı yazmışsa bu yazıda mutlaka bir hinlik var diyor. Buna nem kapma mı dersiniz, niyet okuma mı dersiniz bilmem. Çünkü ben adını koyamadım.

Davasına muhalif olanları trol olarak görüyor ama kendisinin trol olduğundan haberi yok.

Gören de dava diye gördüğü zihniyetin sosyal medyadan sorumlu genel başkan yardımcısı sanır.

İnandığı davasına hizmet edenlerin övünülecek bir faaliyeti olsa gözü yine muhalif olanların ve eleştiri getirenlerin sayfasına bakar. Bu konuda niye övücü bir paylaşım yapmıyorsun yazıyor. Bunu da hiç alakası olmayan bir paylaşımının altına yazıyor. İstiyor ki herkes kendisinin gördüğünü görsün, takdir etsin, görmezlikten gelmesin, nankörlük yapmasın.

Böylesini daha önce ne gördüm ne de duydum. Gerçekten garip. Bir insan bu kadar boş bu kadar fanatik bu kadar niyet okuyucusu olur mu? Hiç mi işi gücü yok bu kişinin? Başkasının paylaşımlarındaki yorumlara varıncaya kadar iz takip ediyorsa, varın nasıl bir kafa yapısıyla karşı karşıya olduğunuzu düşünün.

İstiyor ki herkes kendisinin gördüğünü görsün, takdir etsin, hep övsün. Aykırı görüşe ve eleştiriye asla tahammülü yok. Sahi bu tipler böyle bir kafa yapısına sahip olmak için neyle besleniyor, ne yiyor ne içiyor? Merak ettim doğrusu.

Yok yok. Bu kişi olsa olsa sadece benden sorumlu genel başkan yardımcısı olabilir.

Evin Direği Baba

Erkek, kadın evlenerek karı, koca olur. Çekirdek ailenin temelleri atılmış olur.

Ailenin çocukları olur. Kadın anne, erkek de baba olur.

Eşlerin birbirine karşı görevleri vardır. Günümüzde görevler değişse de biri diğerinin görevini yapsa da kadın, çocuğun yetiştirilmesinde ve ev işlerinde, baba ise çoluk ve çocuklarının ibate ve iaşesini karşılamada bir görev taksimi vardı bir zamanlar.

Eskiden kadınların çoğu çalışmaz. Ev kadını olurdu. Evin geçimi ise tamamen erkeğe ait idi.

Günümüzde ise kadınların büyük çoğunluğu çalışıyor. Bir zamanlar çalışmayan ev kadınları da hayat şartlarından dolayı çalışmak zorunda kalıyor.

Kısaca günümüzde eşlerin büyük çoğunluğu çalışıyor. Evin idare ve ekonomisi de ortaklaşa gideriliyor. Eskisi gibi evin tüm yükü erkekte değil.

Günümüzde durum bu ise de kocası öldüğü halde yaşayan yaşlı kadınlar var. Bu kadınların çoğu ev sahibi olduğu için bir sosyal güvencesi yok. Vefat eden kocasının sosyal güvencesi varsa emekli maaşı olarak onu almaya ve kocasından kalma bir evi varsa o evde kalmaya devam ediyor.

Ev hanımı olduğu halde kocasının vefatıyla birlikte emekli maaşı alamayan kadınlar da var. Bunlara da devlet dul ya da yaşlılık maaşı veriyor ama bu maaşla günümüzde geçinebilmeleri mümkün değil.

Çalışan eşle veya çalışmayan eşle evlilik kişilerin tercihi olsa da kişi eğer çalışmayan bir eşi tercih etmişse, kadınların erkeklerden daha uzun yaşadığı göz önüne alınırsa, bu kocaya düşen, vefatının ardından eşini mağdur etmemek olmalıdır. En azından kendisinden sonra kadın ele avuca bakmamalı. Kadın, kocasının emekli maaşını almalı. Aynı zamanda başını sokabileceği bir evi de olmalı. Çalışmayan eşi tercih eden kocanın eşine maaş ve ev bırakması olmazsa olmazdır. Değilse kadın, oğlan ve kızın evinde dolaşır durur.

Erkeğin görevi bundan ibaret değil. Çünkü koca aynı zamanda babadır. Baba ise evin direğidir ve her şeydir. Baba çocuklarına karşı da görevlerini yerine getirmelidir. Onları namerde muhtaç etmemeli. Orta seviyede geçimlerini sağlamalıdır.

Baba, çocuklarına miras olarak illa mal mülk, ev bark bırakmak zorunda değil. Ama onları okutmalı ya da bir meslek sahibi yapmalıdır. Çocuklarını evlendirebilmeli, onların düğünlerini yapabilmeli. Hiç olmazsa katkı sunmalı. Onları bir başkasına muhtaç etmemeli.

Okutma, asgari seviyede geçimlerini sağlayamıyorsa, düğünlerine katkı sunamıyorsa, bu baba babalık görevini yapamamış demektir.

Baba, babalık görevini yapamayacaksa, çocuklarının ibate, iaşe ve düğünlerinde varlık gösteremeyecekse bakabileceği kadar çocuğa sahip olmalıdır. Rızkı veren Allah'tır deyip aman ne halleri varsa görsün dememeli. Evini, barkını geçindirmek için çalışıp çabalamalı. İş yok diye evin bir köşesinde yan gelip yan yatmamalı. Çünkü iş evden camiye, camiden eve ya da kahvehaneye gitmekten ibaret değil. Allah'a karşı görevin yanında asla evini ihmal etmemeli. İkisini birlikte götürmeli. Değilse Allah'a karşı görevini yaparken evine karşı görevini yapmamış olur.

Kısaca aile olmak zordur. Baba olmak daha bir zordur. Babalık görevini hakkıyla yerine getirenlere ne mutlu. Çocukları babalarıyla gurur duyuyordur. Ardından hayır dua ediyordur.

13 Nisan 2025 Pazar

Dönemlik mi, Ömürlük mü?

ABD'nin tarihine bakıyorum. 1776 yılında kurulmuş. 1789 yılında yapılan ilk başkanlık yarışını George Washington kazanarak ABD'nin ilk başkanı olmuş.

ABD'de başkan seçilenler teamül olarak en fazla iki dönem olarak başkanlık yapmışlar. Teamül olmasına rağmen bu teamülü hiçbir başkan çiğnemez. İki dönem başkanlık yapan köşesine çekilmiş.

Bu teamül çiğnenmemesine rağmen 1951 yılına gelindiğinde, bu iki dönem teamülü, yapılan değişiklikle anayasaya koyar ABD: "Herhangi bir başkan üçüncü kez seçilemez. Başkanlık makamının boşalması sonucunda görevi üstlenen kişi en fazla 10 yıl başkanlık yapabilir. Makam boşaldığında seçimlere iki yıldan fazla süre kaldıysa, başkanlık görevini üstlenen kişi yalnızca bir kez seçilir".

Bu demektir ki ABD kurulduğu andan itibaren başkanlık sistemiyle yönetilmekte. O zamandan bu zamana seçilen başkanların süresine göz atıldığında, kimi başkanlar bir defa seçilerek dört yıl kimi de iki dönem seçilerek 8 yıl başkanlık yapmış. Hem teamül hem de anayasaya girdikten sonra hiçbir başkanın görev süresi ne uzatılmış ne teamül çiğnenmiş ne de anayasa delinmiş.

Görevi başında iken vefat eden başkanlar var. Başkan vefat edince seçime gidilmiyor. Yönetimi başkan yardımcısı devralıyor. Çünkü ABD'de başkan yardımcısı da seçimle yardımcı oluyor.

Seçimi erkene alma durumu da söz konusu değil. Seçimler dört yılın sonunda kasım ayında yapılıyor. Yeni seçilen başkan 20 ocakta başkanlık koltuğunu devralıyor.

Gördüğüm kadarıyla ABD'de başkanlık sistemi tıkırında devam ediyor. Çünkü hiç boşluk bırakılmamış.

Sistemi öyle oturmuşlar ki şu başkan çok başarılı. Bunun için anayasayı değiştirelim de bir dönem daha uzatalım ya da erken seçim kararı alalım da üçüncü kez aday olsun denmiyor.

Başkanın vefatı durumunda ülkede hükümet krizi gibi bir belirsizlik olmuyor. Çünkü yerine başkanlık yapacak bellidir.

Anladığım kadarıyla ABD, başkan seçerken kimse vazgeçilmez ve bulunmaz Hint kumaşı demiyor. Şu başkan gibisi bir daha gelmez, bu giderse halimiz harap diyen yok. Başkan seçilen süresinin ne zaman biteceğini biliyor, halk da başkanın dönemlik seçildiğini biliyor ve koskoca ABD, içinden yeni bir başkan çıkarır diye düşünülüyor. Bundandır ki her seçilen başkan bir veya iki dönemle sınırlı başkanlık yapıyor, ABD ve dünya tarihine adını yazdırıyor.

ABD'den ülkemize gelmek istiyorum. Ülkemize dair çok şey söyleyip çok örnek vermeyeceğim. Bizde yönetim şöyle veya böyleydi demeyeceğim. Diyeceğim şudur ki bizde hem vekil hem başbakan hem Cumhurbaşkanı hem muhtar hem belediye başkanı hem oda başkanı hem şeyh hem dernek ve vakıf başkanı; ister seçimli ister atamalı ister seçimsiz olsun, her nereye seçilirse seçilsin, seçilen dönemlik değil, ömürlük olmak ister. Tıpkı padişahlık sistemi gibi. Ölünceye kadar koltuk, post bırakılmak istenmez. Şu kadarlık diye bir süre olsa bile bir şekilde kişiye özgü değişiklik, yeni yorum getirme, sistem değişikliği i, erken seçim vs. gibi sebeplerle süre uzatımına gidilir. Görev esnasında ölümcül hasta da olunsa, altına bez de bağlansa bu makam ölünceye kadar devam eder. Her birinin ölümü de yeni kaos demektir. Çünkü yerine kimin geleceği belirsizdir.

Kısaca ABD’de başkanlar dönemlik seçilirken bizde istisnalar hariç özellikle siyasetimizde iktidar veya muhalefet fark etmez, hepsi ömürlük seçilir. Genelde mezara kadar devam eder.

Nuray Mert *

90'lı yıllarda ekranlarda sıkça gördüğümüz bir profil idi.

28 Şubat sürecinde herkesin sustuğu bir ortamda gözünü budaktan esirgemedi.

Yabancısı olduğu bir kesimi savunuyordu durmadan. Çünkü onlar, başörtülü okullarına alınmıyor, yok yere ceza alıyor, savundukları partileri eften püften nedenlerle kapatılıyor, yöneticilerine siyasi yasak getiriliyor. Dışlanıyor, horlanıyor, insan muamelesi yapılmıyordu.

Kendi camiasına, bu insanlar özgürlük istiyor, bunlara yasakları reva görerek yanlış yapıyorsunuz diyordu hem ekranlarda hem de yazılarında. Söylediklerinin ve yazdıklarının kendi mahallesinde bir karşılığı olmamasına ve onlardan tepki almasına rağmen mağduru savunmayı bir görev bildi.

Onca ekranlarda gördüğüm, konuşmalarıyla gönlümde taht kuran, bizi savunuyor, helal olsun dediğim bu kadın, bir profesörmüş aynı zamanda. Ama ekranlarda ve yazılarında isminin altında ben bu unvanı hiç görmedim. Anladığım kadarıyla etikete önem veren biri değil. Belki de unvanıma yer verilmesin, sadece ismim yeterli demiş olmalı.

Ne zamandır ekranlarda görmediğim ve yazılarını okumadığım soyadı gibi mert olan Nuray Mert, öldü mü, kaldı mı derken meğerse Medyascope'ta yazıyormuş. Son yazısında da akademik unvanına yer vermemiş. Yazısını haber yapanlar Prof. Unvanına yer vermiş. "Veda ediyorum" yazısı sanal aleme düşünce haberim oldu. "Ülkeme ilişkin siyasi yorum yazısı yazmaya ve görüş bildirmeye son verme kararı aldım" demiş son yazısında. Son verme nedeni olarak da "Sadece, kendi adıma da ülkem adına da artık korkuyorum. Kendi adıma, soluğu cezaevinde alırsam kedilerime kim bakar diye korkuyorum. “Torun” saydığım, yeğenimin küçük kızından ayrı kalırım diye korkuyorum. Geçirdiğim ölümcül hastalığın izleri, sağlık durumum, yaşım itibarıyla tahammülüm, mecalim bitmek üzere diye korkuyorum. Ülkem adına, bir karanlık tünelde nereye gittiğimiz meçhul hale geldiği için korkuyorum. O küçük kız için korkuyorum. Gocunulacak yanı yok, insan korkan bir varlıktır." şeklinde yer vermiş son yazısında.

Veda ediyorum” yazısındaki görüşlerine katılır veya katılmazsınız. Korkuyorum endişesini yerli veya yersiz bulursunuz. Çok abartmış. Böyle bir endişeye mahal yok diyebilirsiniz.

Böyle bir endişe var veya yok. Ama bir zamanların korkusuz kalemi, korkuyorum diyorsa ve bu noktaya gelmişse bu konunun üzerinde bir kez daha düşünmek lazım. Eğer görüş açıklamadan dolayı insanların başına bir şey geliyorsa özgürlükleri genişletmek lazım. Yok, yersiz yere böyle bir korkuya kapılmışsa, korkun yersiz diyerek bu kişiyi ikna etmek lazım.

Bir zamanların korkusuz söz sahibi ve kalem erbabı korkuyorsa yazıp çizen ve görüş açıklamaya çalışanların hayli hayli korkması lazım. Buna rağmen yazıp çizene ise cahil cesareti demek herhalde yanlış olmaz.

Sözün özü, Vefa İstanbul’da bir semtin adı olduğunu bir kez daha hatırlamış olduk. Çünkü görünen o ki insanın vefası yok. Bakmayın bir kahvenin kırk yıl hatırı olur dendiğine. Eğer vefamız olsaydı, “Bu kadın en zayıf ve güçsüz olduğumuz zamanda laik kesimin tepkisine, akademik unvanı tehlikeye girmesine ve mahallesinden dışlamayı göze alarak bizim haklarımızı savundu. Bugün farklı düşünüyor, bizi eleştiriyor ama geçmiş yaptıkları adına koruyup kollamak, ona olan vefa borcunu ödemek lazım ya da görmezden gelmek veya eleştirilerine kulak vermek lazım” demek varken geçmiş bir fotoğraf görüntüsü üzerinden terör örgütü üyesi iddiasıyla hakkında dava açmak hiç olacak şey olmasa gerek.

Görünen o ki Nuray Mert ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranmış biri. Görüşlerinden dolayı zamanında laik kesim dışlamış, sonrasında da bir zamanlar kendilerini savunduğu dindar, mütedeyyin ve İslamcı kesim dışlamış.

Kim ne derse desin, kim onu dışlarsa dışlasın, nazarımda ayrı bir yeri vardı. Bundan sonra da olmaya devam edecek, bu korkusuz Mert kadının.

*16.04.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

12 Nisan 2025 Cumartesi

Mücadelelerde En Etkili Silah *

“Konstantin, Rum hükümdarı olduğunda yaşı ilerlemiş ve ahlakı da kötüleşmişti. Ayrıca cüzzam hastalığına yakalanmıştı.

Halk onu tahttan indirmek istedi ve bunu ona bildirip şöyle dediler:

“Tahtı bırak. İçinde bulunduğun nimet ve imkânlardan hiçbir şey kaybetmeyecek şekilde sana mal-mülk vereceğiz.”

Konstantin danışmanlarıyla istişare etti, ona dediler ki: “Sen halkla baş edemezsin. Onlar seni tahttan indirmek için birleştiler.”

Konstantin: “Peki çözüm nedir?” diye sordu.

Danışmanları: “Dini kullanarak çözüm bulacaksın. …Hristiyanlık dinine girer ve insanları bu dine davet edersin. Böyle olunca insanlar ayrılığa düşecektir. Sana itaat edenlerle birlikte isyan edenlere karşı savaşırsın. Şu bir gerçek ki din uğruna savaşan hiçbir millet asla kaybetmez” dediler.

Konstantin bu denilenleri yaptı ve Rumlara karşı zafer kazandı. Onların kitaplarını ve felsefi eserlerini yaktırdı. Kiliseler inşa edip insanları Hristiyanlığa davet etti”. (İbn Miskeveyh, Tecaribü’l-Ümem, I, 111.)

Kıssadan hisse, Konstantin, altından kaymakta olan iktidar koltuğunu koruma yolu olarak çareyi dine sarılmada bulmuş. Hikayeden anlaşıldığına göre bunda da başarılı olmuş. Yine bu hikayeden anlaşıldığına göre Konstantin din silahını kullanmadan önce Hristiyanlığa inanmıyor. Bunun için önce Hristiyanlığa giriyor, sonra hem Hristiyanlık propagandası yapıyor hem de kiliseler inşa ediyor. Kısaca dinin yılmaz bir savunucusu ve koruyucusu olup çıkıyor.

Dini ilk kullanan Konstantin mi, daha önce başka iktidar sahipleri de dini bu şekil kullandı mı bilmiyorum. Bildiğim, Konstantin’den sonra dini kullanan kullanana. Üstelik bu kullanma sadece iktidarda kalmak için değil, iktidara gelmek için de kullanılıyor. Belli ki din rekabette etkili bir silah. Bu silahla yola çıkanların mağlup olması mümkün değildir. Çünkü kimse din üzerinden yapılan satışla başa çıkamaz ve rekabet edemez. Yoluna din ile çıkanlar rakiplerine göre maça her daim 1-0 önde başlarlar. Çünkü din, halkı motive etme, kenetleme ve taraftar kazanma, aynı zamanda kutuplaştırma özelliğine sahip.

Gerçekten amaç iktidar olmak ve iktidarda tutunmak olunca, din burada bir aparat bir araç olmakta.

İktidar sahiplerinin hedefinde iktidar olmak ya da iktidar kalmak var. Ama rakiplerle rekabet ise din üzerinden yürütülmekte. Özellikle zorda kalındığı durumlarda din iyi bir araç olmakta. Dinî kullananlar dinin yılmaz savunucusu olur, karşı tarafta rakip olarak belirledikleri ise din düşmanı, dini özgürlükleri kısıtlamak isteyen olarak gösterilir. Buna dava denir, uğruna ölürüz denir. Olur biter. Din düşmanı damgası yiyenler ise bu algıdan kolay kolay kurtulamaz. Hep savunmada kalırlar.

Din sadece iktidar olmak için değil aynı zamanda savaşlarda da kullanılır. Avrupalı devletlerin Osmanlı ile yaptıkları savaşın gerisinde ekonomik ve toprak elde etme sebepleri varken, halkı savaşa katmak ve haklı olduklarını göstermek için dini öne sürüyorlar. Bundandır ki bu savaşlar tarihe Haçlı Seferleri diye geçmiştir.
Yine İsrail, devletinin küçücük toprağını genişletme hedefini arzımevûd (vaat edilmiş topraklar) demek suretiyle yayılmacılığına din sosu veriyor.

Aynı şekilde Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlının da yaptıkları çoğu savaşlara, ila-yı kelimetullah ve fetih demek suretiyle toprak elde etmeye başka bir anlam yüklediklerini söyleyebiliriz.

Kısaca dinler hemen hemen her alanda kullanılmaya müsait ve birilerinin emellerini ve hedeflerini gerçekleştirmek için kullandıkları en büyük silahtır.

*14.04.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

10 Nisan 2025 Perşembe

Tuzlu Çay

Bayram tatilinin son pazar günü çarşıya çıktım. Zıkkım aldığım esnafa uğradım. Beş lira zam gelmiş benim zıkkıma.

Ardından ramazan boyunca pek çıkmadığım çarşıya doğru yöneldim.

Kapı Caminin önünden geçerken tanıdığım esnafın pazar pazar açık olduğunu görünce selam verdim. Meğer pazar günleri açarmış ekmek teknesini.

"Çayım yok. Demlemedim bugün. Gel şuradaki çay ocağına gidip az oturup çayı orada içeriz" dedi. Bir çay ocağına oturduk. Çayımızı içip vedalaştık.

Perşembe günü öğleden sonra bir arkadaşla haberleşip aynı çay ocağında buluştuk. Toplam üç çay içip kalktık. Ödeme için 50 lira uzattım. Geri 20 lira beklerken 11 lira verdi.

Bayram öncesi beherine 10 lira ödediğimiz bir bardak çay 13 lira olmuştu. Bu demektir ki 3 lira zam gelmiş esnaf çay ocaklarındaki çaya.

Bir ara 5'ten 7 olmuştu bir bardak çay esnaf çay ocaklarında. 7'den 10 lira yaptıklarının üzerinden fazla zaman geçmemişti. Daha 10'a alışmadan 13 TL tuzlu geldi.

10 lira yaptıklarında "Çay 10 TL" yazıp cama yapıştırmışlardı. Çay 13 TL olunca herhalde nasılsa zamma alıştılar deyip yazma gereksinimi duymamışlar. Zaten tüketici olan bizler de hep yukarı doğru çıkan fiyatlara alıştık.

Eş dostla çay içmek için mecburiyetten 13 liralık çayı da içe içe bu fiyata tam alışacakken yeni fiyat 15 mi olur, 16 mı olur, yaşarsak göreceklerimiz var artık.

Görünen o ki bayram öncesi 9 lira olan 200 gramlık ekmeğe bayram sonu uygulanacak şekilde zam yapılması, Zamların fitilini ateşlemiş olmalı. Belki çaya da bayram öncesi zam yapıldı. Onlar da bayram sonrası uygulayalım dedi. Hoş, zaten çoğu esnaf çay ocağı ramazanda kapalı olduğu için zamlı tarife bayram sonrasına kalmış olmalı.

Ekmeğe gelen zammın uygulanıp uygulanmayacağı kesin değil demişti fırıncı öğrencilerim. Niye dediğimde "Belediye, ekmeği 7 liradan satmaya devam edecek. Ondan" demişlerdi.

Bayram sonrası derslerine girdiğimde, genler ekmek zammı ne oldu dedim. "11 lira oldu hocam" dediler.

Ekmeğe bayram öncesi zam yapıp zammı bayram sonrasına bırakan Konya esnafı Konyalı hemşerilerine bir aylık jest yapmış oldu.

Ders çıkışı evi aradım ekmek var mı diye. Ekmek yok cevabı alınca, ayaklarımı evime uzak her zaman ekmek aldığım fırına çevirdim. 200 gram ekmek diğer yerlerde 9 TL iken bu fırın 300 gram kepekli ekmeği 10 liraya satıyordu.

Bu arada bayram öncesi aldığım ekmekten sonra alacağım ilk ekmek olacak. Çünkü alırken onar onar alıyorum hep. Bayram öncesi bayramda lazım olur, ekmek aramayayım diye 17 ekmek almıştım.

Fırına varınca 10 ekmek istedim. Fırıncı ekmekleri beşer beşer poşete koyarken sizde ekmek kaç oldu dedim. "Aynı. Daha değiştirmedik" deyince, o zaman bir 10 daha ver dedim. 20 ekmek almış oldum. Kısa günün kârı. Bu arada ekmeği biraz küçük gördüm. Eve gelince tarttım. Daha önce 300 gram olan ekmeği 250 grama düşürerek sanırım gizli zam yapmış olmalı.

Ne yapacaksın bu kadar ekmeği demeyin. Aldığım bu ekmek evime uzak ve ters istikamette. Fazlaca alıp dolaba koyuyoruz. İhtiyaç oldukça çıkarıp yiyoruz. Aşağı yukarı bir hafta gidiyor.

Ekmek ve çay gibi sürekli ihtiyaç olan ürünlere gelen zamdan haberimiz oldu. Diğer ürünlere ne kadar ne ara zam geldiğini takip etmez olduk artık.

Görünen o ki enflasyon düşmesine rağmen çoğu ürünlere zam gelmiş. Anlayamadığım da bu.

Bayram sonrası bir doğum için çiçek alalım diye çiçekçilere uğradık. Orkide çiçeğin tek dallısı 1000-1250 lira. Çift dallısı ise 1500-2000 arası. İthal ve yerli olanına göre değişiyor. Bu arada çiçeğin de ithali varmış ülkede. Üstelik ithal olanı tutuluyormuş. Fiyatları görünce her zaman çiçek almadığımız için olsa gerek, fiyatlar uçmuş dedi hanım. “Yok, abla daha fiyatları değiştirmedik. Ayrıca uçmayan fiyat mı kaldı? Şu ithal orkide şu kadar avro. Bunun çoğu da gümrük vergisi" dedi esnaf. Bir insan kaldı aşağıda kalıp uçmayan dedim. "O da uçtu beyefendi" dedi. İnsan nasıl uçtuysa artık.

Bayram şekerlerinin yanına varılmıyordu zaten.

Niyetim zamdan, piyasadan bahsetmek değildi. Esnaf çay ocaklarındaki çaya gelen zamma değinip işi bitirecektim. Ama anladığım kadarıyla bayram öncesi ile bayram sonrası piyasa fiyatları değişmiş olmalı.

Şimdi diğerlerini bir tarafa bırakayım da ben bu zıkkıma ve çaya gelen zamma nasıl alışacağım? Bu fakirin bir bu zıkkımı var bir de çayı. Artık bu ikisi de lüks gelmeye başladı.

Ne olacak böyle böyle bilmem. Böyle giderse eşe dosta gel şurada çay içelim demek için bir kez daha düşünmek gerekecek. Hele bir tane içtikten sonra tazelensin mi demek için de iki kez düşünmek lazım.

Bir gerçek var ki tiryakisi olduğum çay bundan sonra tuzlu mu tuzlu olacak. 

Acaba 13 liralık çaya alışıncaya kadar tanıdığım birkaç esnafın yanına mı gitsem diyorum. Nasılsa çay söylüyorlar. Ama nereye kadar böyle içeceğim. İşin ucunda kovulmak da var.

Böyle giderse B planına geçeyim diyorum. Nedir planın derseniz? Pikniğe gider gibi çarşıya çıkarken evde çayı demleyip termosa koymak. Oturacağım bir parktaki banka. Doldurup doldurup içeceğim. Esnaf bilsin ki hiç şakam yok. 

Bu arada yazıyı okuyup da içeceğin çay olsun, gel dilediğin kadar iç diye kapı aralayan olursa, bu B planımı C planım olarak değiştirebilirim.

Bu yazımla içimizi karartmış olabilirim. Neyse bir de sevindirici haber vereyim. Trump'ın başlattığı ekonomi savaşından, ekonomimiz sağlam olduğu için ülkemiz bu savaştan etkilenmeyecekmiş.