7 Mart 2025 Cuma

Dostun Gönül Yarası

Hayatta şunu anladım ki huyu, suyu, kafa yapısı sana uysa da bir insan;

Kendi içinde kavgalı ise,

Kendi ile barışık değilse,

En ufak bir şeyde kavgasını yanındaki en sevdiğine boşaltıyorsa,

Hak etmediğin şeyleri üzerine boca ediyorsa, 

Söz ve eylemlerinde sınırı aşıyor, kendini kaybediyorsa,

Kırıcı oluyor ve yüreğinde kapanmaz yaralar açıyorsa,

Sonra da hiçbir şey olmamış gibi bir tavır içine giriyorsa,

Kırdığı gönlü tamir etmeye yanaşmıyorsa,

Bunu da alışkanlık haline getiriyorsa,

Başkasına göstermediği tepkiyi hep sana gösteriyorsa,

Seni hep şamar oğlanı seçiyorsa,

Her defasında geçimsizliğin ve huysuzluğun zirvesini yaşıyorsa,

Tanınmaz ve anlaşılmaz biri olup çıkıyorsa,

Her gönül ve kalp kırmada adım atan sen oluyorsan,

Olur böyle şeyler deyip içine atıyorsan,

Daha fazla yara almamak, geçmiş hukuk ve dostluğa halel gelmemesi ve geçmiş günlerin hatırasına;

O kimseden uzak durmak ve ona mesafe koymaktır.

İşi hal ve hatırdan öteye götürmemektir.

Merhaba ve selamdan öteye taşımamaktır.

O yoluna, sen yoluna gitmesidir.

Daha fazla kırıcı olmamak ve gönül yarası açmamak için birbirimizden uzak duralım, uzaktan sevelim. Rabbim sana selamet versin, içindeki yangını söndürsün pozisyonuna bürünmektir.

Gıyabında hayır dilemektir. 

Böyle demez ve tavır almaz, her bir kırıcı söz ve eylemini içine atarsan, hiçbir şey yokmuş gibi davranırsan, ileride telafisi mümkün olmaz ve onulmaz yaralar açarsın.

En iyisi olup biteni kuma yaz, silinsin gitsin. 

Unutma! Kızgınlık, öfke ve kavgalar unutulur, kan davaları bile biter. Ama açılan gönül yarası ve gönül kırgınlığı unutulmaz ve tamiri de mümkün değildir.

Bu durumda en iyi ve etkili çözüm mesafedir. Küsmeden mesafe koymaktır. 

Bu dediklerim de kulağına küpe olsun. 

Edip Akbayram

Hayatımda bir sanatçıyı canlı dinlemek için herhangi bir konsere gitmedim. Çünkü şarkılarını dinlemek için konsere vereceğim parayı hep lüks gördüm.

Sanat ve sanatçılara dair hiç birikimim de yok.

Sanata da yabancı oldum, sanatçıya da.

Yetiştiğim muhitten midir sanata ve sanatçıya hem mesafeli oldum. Uzak durdum.

Belki de yetiştiğim ortamdan mıdır bilinmez, sanatçılar benim dünyamın insanı değildi. Hepsi olmasa da kahir ekseriyeti benim dünya görüşüme yabancı idi.

Müzik namına dinlediğim, arabanın radyosunu açtığımda kanalları karıştırıp rastgele müzik dinlemekten ibaret. Bazen de sosyal medyayı açınca önüme düşen kısa videolardan müzik dinlemişliğim var.

Her ne kadar müzikle ve bu sanatı icra eden sanatçılarla aramda duvar olsa da Türk Halk Müziğine ayrı bir ilgim var.

İlgi duyduğum sanatçılardan biri de adını ilk başlarda tam telaffuz edemediğim Edip Akbayram idi. Söylenirken Edibak Bayram şeklinde telaffuz edilince, böyle isim mi olur derdim. Uzun yıllar adını Edibak sandım. "Aldırma gönül aldırma" şarkısıyla tanıdım onu.
Edip Akbayram'ı sanatçılar arasında ayrı bir yere koydum. Ölümüne üzüldüm. Öldüğü günün akşamında önüme düşen çoğu şarkılarını geç de olsa dinledim.

Dinledikçe efkarlandım. Duygulandım. Farklı dünyaların insanı bildiğim Edip Akbayram'ı benden bir parça olduğunu geç de olsa anladım.
İçten ve yürekten okuyuşu; sevgi, dostluk, kardeşlik ve barış vurgusu; yorumlayışı, ses tonu, jest ve mimikleri, farklı sesi ve şarkılarında verdiği mesajları etkiledi beni.

Sanatını icra ederken her yönüyle temizim dercesine bembeyaz dişleri, şarkılarını söylerken gözlerini yumuşu, bir anlamı var mı bilmiyorum, çoğu sahnesinde üzerindeki yeleği, çoğu sanatçıda olan sansasyonel yaşantısının olmayışı, şımarmaması, hep icra ettiği sanatıyla öne çıkışı, dik duruşu, kimseye boyun eğmeyişi, para ve şöhreti gören çoğu sanatçı Bodrum'da soluğu alırken onun çocukluğumu hatırlatıyor dediği Avanos'ta tatilini geçirmesi, şöhretine rağmen tevazuu elde bırakmaması, düzgün aile yaşantısı, daha bilmediğim nice yönleri, onu diğer sanatçılardan ayrı kılan özelliği olsa gerek.
Erkenden kaybettiğimiz Edip Akbayram, yakaladığı şöhreti tırnaklarıyla elde etmiş. Kazıya kazıya Zirveye tırmanmış. Daha lisede iken çıkarmış ilk plağını. İlk plağı da “Kendim ettim, kendim buldum” imiş. Çoğunun hayali diş hekimliğini de kazanmasına rağmen sanat yönü ağır basarak hekimliği okumamış. Adeta kendim ettim, kendim buldum demiş. Bir konuşmasında “Diş hekimliğini okumuş olsam da babamın klinik açacak parası yoktu” diyor. Belki de babasına yük olmamak için işçilik mesleğini tercih etmedi. Geldiği nokta da kalitenin tesadüf olmadığına bir işaret.

80 ihtilalinin sıkıntılarını derinden çekmiş. 1981-1988 yıllarında bestelerinin TRT’de çalınması yasaklanmış olmasına ve maddi sıkıntı çekmesine rağmen sanatından ve dik duruşundan hiç ödün vermemiş. İcra ettiği sanatından dolayı farklı kuruluşlardan aldığı 250 tane ödülün sahibi olmuş. Çoğu sanatçının ödülünü almak için sıraya girdiği yıllarda Fethullahçı yapılanmanın ödülünü reddeden ender sanatçılardan biri olmuştur.

Erken yaşta kaybetsek de şarkılarında buram buram Anadolu kokan, halkın derdini şarkılarına yansıtan efsane sanatçı, kişilik ve kimliğini kaybetmeden, geldiği yeri unutmadan, şöhret afetine yakalanmadan sessiz sedasız aramızdan ayrıldı. Yeri doldurulacak gibi değil.

Dişçi olsaydı, müşterilerinin gönlünde taht kuracaktı. Şarkıcı olunca tüm Türkiye'nin gönlünde taht kurdu ve efsane oldu. 

Sevenlerinin ve müzik dünyasının başı sağ olsun.

Temennim, yeri doldurulamaz ise de izinden giden böyle sanatçıların olması ve sayısının çoğalması. 

6 Mart 2025 Perşembe

Bizi Ahlaksızlaştıran En Büyük Faktör

Karar gazetesindeki bir haberde, OECD verilerine göre Türkiye'de tüketici enflasyonu, Ocak 2025 itibariyle 8 aydır düşüş eğiliminde olmasına rağmen % 40'ın üzerinde kaldı. OECD ortalaması ise % 4 olarak gerçekleşti.

Gıda enflasyonu ise 41,8'e gerilemesine rağmen Türkiye, OECD ülkeleri içerisinde en yüksek enflasyona sahip ülke olmaya devam etti. OECD yıllık enflasyonu ise 4,7 olarak tespit edildi.

G7 ülkelerinde yıllık enflasyon 2,9 seviyesinde sabit kaldı.

G20 ülkelerinde yıllık enflasyon 5,0 seviyesinde sabit kaldı.

Yine Karar'daki bir habere göre Türkiye gıda enflasyonunda, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ülkeleri arasında % 41,7 oranla en yüksek enflasyona sahip ülke olduğu ortaya çıktı. 

İİT ülkeleri içerisinde Türkiye'yi gıda enflasyonunda % 27,3 ile İran, 26 ile Nijerya, 21,8 ile Filistin, 20,8 ile Lübnan takip etti. 
İstanbul Planlama Ajansı (İPA) başkanı Buğra Gökçe'ye göre bizde gıda ve tüketici enflasyonunun yüksek olmasının "temel sebebinin ekonomi politikaları, TL'nin değer kaybı ve yüksek enflasyondur".

Verdiğim iki ayrı haberde de görüleceği üzere Türkiye gıda ve tüketici enflasyonunda hem OECD hem de İİT ülkeleri arasında açık ara şampiyon. 

Bu durum sadece OECD ve İİT arasında değil, ASAL Araştırma'nın yaptığı bir ankette de Türkiye'nin en önemli ve ilk sorununun % 61,2 ile ekonomi olduğu, ikinci sıradaki sorunun % 6,3 ile işsizliğin takip ettiği görülecektir. İşsizliğin de ekonomi ile ilişkili olduğu düşünülürse, karşımıza 66,5'luk bir oran çıkmaktadır. 

Bu oranları vermedeki niyetim, faturayı birilerine çıkarmak, suçlu bunlar demek değil. Bir tespiti ortaya koymak, hali pürmelalimiz bu demektir. Ekonomimiz komada demektir. 

Görünen o ki şöyle böyle değil, biz enflasyonun altında eziliyoruz. Ölmüşüz de ağlayanımız yok. Hem OECD hem İİT ülkelerine göre bir utanç tablosu ile karşı karşıyayız. 

Kimse kusura bakmasın, bu tablo savunulacak ve gerekçe üretilecek bir tablo değil. 

Bu tablo, sadece mevcut hükümetin üzerine yıkılacak bir tablo da değil. Çünkü enflasyon sadece günümüz değil, bu ülkenin geçmişten günümüze bu ülkeye yön verenlerin maruz bıraktığı bir tablodur. Hiç şu ya da bu gerekçenin arkasına sığınmaya gerek yok. Her biri, yapması gerekenleri yapmadıklarından, yapmaması gerekenleri yaptıklarından, pansuman tedbirlerle sorunu daha da büyütmelerinin bir karnesidir. Dünya Mersin'e giderken bizdeki ekonomi yönetiminin tersine yol almasının bir sonucudur. Daha doğrusu inadın kurbanıyız. Radikal tedbirlerden ziyade seçim kazanma uğruna seçim politikası uygulayarak bir ülke insanının ateşe atılmasından ibarettir. 

Durum bu iken yani bol sıfırlı bir enflasyonla şampiyonluğu kimseye vermeyen bir tablo ile karşı karşıya iken, suçu zam yapan esnafa atmayalım. Onları ahlaksızlıkla suçlamayalım. Çünkü enflasyon bir toplumu ahlaksız yapan en önemli faktördür. Bizi ahlaksız yapan, daha fazla kazanma hırsıyla gözümüzü döndüren, insafı, vicdanı ve makulü elden bıraktıran en önemli sebep, yüksek enflasyondur. Bunda yani ahlaksızlığımızdaki en büyük pay sahibi de ekonomiye zamanında tedbir almayanlardır. 

Bazı Ülkelere Biçilen Rol

Geri kalmış ve gelişmekte olan ülkeler kendi başına yetmeyen ülkeler.

Kendi kendine yetmeyen bu ülkeler gelişmiş ülkelerin pazarıdır. Çünkü bu tür ülkelerde para edecek orijinal üretim yoktur. Gelişmiş ülkelerde maliyeti yüksek olan ürünler ucuz işçilikle bu ülkelerde üretilir. Onların hizmetine sunulur.

Bu ülkeler çok uluslu şirketlerin para basma makinesidir. O ülkelerde işletme açarak o ülkenin insanını çalıştıracak o ülkeye veya o ülkeden başka ülkelere satarlar.

Her iktidar döneminde bu işletmeler işini yürütür. Bu şirketler uluslararası dokunulmazlığa sahiptir.

Sürekli borçlu yaşar bu ülkeler. Çünkü gelir ve gideri karşılamaz. Hep borçlanarak yüklü faiz öderler.

Paraları döviz karşısında puldur. Enflasyon ve enflasyonla mücadele bu ülkelerin kaderi olarak biçilmiştir.

Bu tür ülkelerde kutuplaşma yaygındır. Toplum siyah ve beyaz diye ikiye ve daha fazlasına bölünmüştür.

Teamülleri ve işleyen bir devlet sistemleri yoktur. Devlete kişi değil, kişilere devlet teslim edilir. Kişilerle devlet yönetilir. Ortak aklın esemesi okunmaz. Kişiler sahibine göre kişner teşbihte hata olmazsa.

İşe yarar hemen hemen her şeyleri ithal olduğu gibi yöneticileri de ithaldir. İthal derken illaki başka ülkelerde özellikle gelişmiş ülkelerden yönetici gelmesi gerekmiyor. Bir şekilde zamanında bu tür ülkelere yerleşmiş, o ülkenin dilini, dinini ve kültürünü öğrenmiş kişiler seçilir, daha doğrusu seçtirilir. O ülkenin her bir yerine serpiştirilmiş bu tip kişiler zamanı gelince yönetici adayı olarak ortaya çıkarılır.

Alternatif olarak çıkarılanlar da istedikleri kişilerden oluşur. Kendisini iyi pazarlayan yönetime gelir.

Kısaca bu tür ülkeler için seçilen yöneticiler o ülkenin bağrından çıkan kişilerden oluşmaz. Çünkü böyle ülkeler o ülkenin yerli unsurlarına bırakılacak kadar tesadüflere bırakılmaz. Alternatiflerin hangisi daha fazla oy alırsa iktidara gelenler onlarla çalışmak zorunda.

Adı sanı, inancı ve ırkı o ülkeye ait yerli gibi görünen nice yönetici vardır ki hepsinin menşei şu ya da bu şekilde ya Sabetayisttir ya Yahudi'dir ya da göçmendir.

Özel yetiştirilmiş bu tiplerden, o ülkenin milliyetçisi de çıkarılır, dincisi de solcusu da sağcısı da liberali de.

O ülkelerin en büyük sermayedarlarının kökeni de şu ya da bu şekilde aynı aile yapısına çıkar.

Hem sermayedarıyla hem yöneticisi ile o ülke bir şekilde güdülür.

Halkın güdülmesi ve yönlendirilmesi sadece sermaye ve yönetim kadrosuyla olmaz. O ülkeye ihtiyaç ne kadar insan kaynağı gerekiyorsa; gazete, TV, basın, ressam, akademisyen vs. ne kadar meslek grubu varsa her birini her köşe başına yerleştirirler. Bunlar halkı bir şekilde yönlendirir.

O ülkede ne kadar taban varsa tüm tabanların başına bunlar getirilir. İstisnalar kaideyi bozmamakla birlikte İslamcısı da onlardan, milliyetçisi de onlardan, laik ve seküler olanı da onlardan, tarikatın başındaki de onlardan, liberal ve demokratı da onlardan. Yani tüm köşe başları onlardan.

Gariban halk da perde gerisini bilmeden bunların ideolojilerini gönüllü olarak savunur. Uğruna kutuplaşır, birbirini yer bitirir. Birinden kaçar, diğerine yakalanır. 

Bu kutuplaşmadan en fazla yaralanan ise yönetime talip olanlar olur. Çünkü birbirini öcü gibi gören kutuplar şu gelmesin, bu gelmesin diye safları sıklaştırır. Halk kurtarıcı diye lanse edilenlerin etrafında kenetlenir.

Gerçeklerin er veya geç ortaya çıkma gibi bir huyu var sözü bu ülkeler için geçerli değildir. Çünkü bu ülkelerde gerçeklerden ziyade algı yönetimi vardır. Gerçekler asla ortaya çıkmaz. Ülkenin her bir şeyi algılar üzerine yürür. Daha doğrusu yürütülür.

Kısaca, geri kalmış veya gelişmekte olan ülkeler hiçbir zaman bir başına bırakılmaz. Asla kendi kendine yönetilmezler. Özel yetiştirilmiş proje kişiler eliyle yönetilir. Bu ülkelere yönetici seçilenler o ülkenin seçilmiş yöneticisi olsa da aslında her biri bu ülkeler için seçilmiş ve atanmış özel kişilerdir. Bunlar pirincin içindeki beyaz taş gibidir. Kırılan diş, bu ülkelerin asli insanının dişi olur. Üzülen, bu ülkenin asıl insanı olur.

5 Mart 2025 Çarşamba

Azrail Buralarda Dolaşıyor

İlçemde dün bir, bugün üç kişi vefat etti.

Arka arkaya bu vefat haberlerini alınca amcaoğlum Tevfik Abi aklıma geldi.

Benden iki yaş büyük Tevfik Abi, hatır bilir, hatır almayı da.

Bir cenaze olduğunda ekmek teknesini kapatır, uzak yakın demez, o cenazeye mutlaka katılır.

Vefalı biri. Mübarek günlerde ve haftada bir büyüklerini arar, hal ve hatırlarını sorar. Onların hayır dualarını alır.

Hayatın tüm sıkıntılarına rağmen espri yapmayı da ihmal etmez. Espriden de anlar.

Ortamını bulduğunda konuşmayı da sever, dinlemeyi de.

Biraz hızlı konuşur ama ne dediğini anlarız.

İbadetlerini elinden geldiği kadar yapar.

Tek korkusu ramazan orucu. Günler gelmeden ramazanın korkusunu içinde hisseder. Bu oruçtan kurtulmanın yolu yok mu diye her ramazan öncesi arar. Hafızım, tutmasak olmaz mı der gülerek. Ağa! Tek çaresi var. Bir doktor bulacaksın. O doktor sana oruç tutma diyecek. Sen de tutmayacaksın diyecek. Sen de tutmayacaksın. Başka da yolu yok derim. Birlikte güleriz.

Bu ramazan aramadı. Sanırım unuttu ya da nasılsa bundan kurtuluş yok. Sağa sola telefon açmama gerek yok. Naçar tutacağım demiş olmalı. Hoş, esprisine söyler. Her türlü zorluğuna rağmen orucunu da geçirmez.

Yalnız oruç oruç markete gittiğinde ihtiyaç veya değil, şunu da ver, bunu da ver diyerek ellerinde poşet evin yolunu tuttuğu söylenir. Bunu kendisine sorduğumda, doğru, öyle yaparım der. 

Karşılaştığım zaman benim bir zamanlar anlattığım şu oruç fıkrasını anlatır:

Yaşlı biri uzun günlerde oruç tutuyormuş. Evde otura otura bir türlü vakit geçirememiş. Gözü hep güneşte imiş ama görünen o ki güneş kendini tepeye sabitlemiş. Batma gibi bir düşüncesi yok.

Biraz vakit geçsin diye evden çıkıp baraja doğru giderken yol kenarında bir ağacın altında nevalesini çıkarmış, yemek yiyen birini görür.

Elinde baston adamın yanına varır. "Utanmıyor musun oruç tutmamaya" demiş tanımadığı adama. Adam da "Ben Hristiyan’ım" demiş. Yaşlı amca, "O zaman dininin kıymetini bil" demiş. Yoluna revan olmuş.

Beni gördüğünde bu fıkrayı anlatır. Anlatırken de fıkrayı ilk defa duymuş gibi katıla katıla güler.

Amcaoğlum, çocukluk, gençlik ve yaşlılık halinin çoğunu ilçede geçirdikten sonra Konya merkeze taşındı. Selçuklu, Yazır'da oturur. Ben de Meram Yaka'da oturuyordum bir zamanlar. Birkaç defa “hafızım, gelip gitmiyoruz, görüşemiyoruz. Niye gelmiyorsun” dedi. Haklıydı. Mahcup da oldum ama hiç bozuntuya vermeden, ağa! Sen ta Yazır'dasın, bende Yaka'dayım. Oturduğumuz yerin mesafesi bir şehir mesafesi gibi. Gidip gelmek zor. En iyisi sen ölürsen seni Yazır’a, ben ölürsem beni de bu tarafta bir mezara defnetsinler dedim. Birlikte gülüştük.

Onu hatırlamamın sebebi, bugün ilçemizde üç kişinin aynı gün ölmesi. Böyle peşi sıra ölen olduğunda, beni görür görmez "Hafızım, ortalıkta pek dolaşma. Bugünlerde Azrail bizim buralarda dolaşıyor. Bak, şu gitti, bu gitti, bir haftada kaç kişi birden öldü, haberin olsun derdi.

Kulakları çınlasın.

Bu Kadar Benzerlik Tesadüf Olabilir mi?

İkisinin de fakülte diploması tartışmalı.

İkisi de gençliğinde futbol oynamış.

İkisi de medyatik, hiç gündemden düşmüyorlar.

İkisi de yaptıkları ve yapmadıklarıyla, söz ve eylemleriyle hep tartışmanın merkezinde.

İkisi de aynı yerde belediye başkanlığı yaptı.

Birinin önünü kesmek için okuduğu şiir yüzünden ceza alarak mahkum edildi. Kısa da olsa hapis hayatı yattı. Siyasi yasaklı oldu. Bundan sonra muhtar bile olamaz dendi. Belki muhtar olamadı ama kaç dönem vekillik ve başbakanlık yaptı. Üçüncü dönemdir de Cumhurbaşkanı. Meclis erken seçim kararı alırsa veya bir Anayasa değişikliği olursa 4.defa Cumhurbaşkanı olacak en güçlü aday konumunda. Kısaca önü kesilmek istedikçe ve mağdur edildikçe önü açıldı. Kimseye nasip olmayan makamlar kendisine nasip oldu veya tevdi edildi. Halen tek etkili ve yetkili.

Öbürü de daha mahkum olmadı, belediye başkanlığı elinden alınmadı ama gerekli ve gereksiz yargılamalarla belediye başkanlığı yapmaya devam ediyor. Açılan veya açılacak davalarda mahkum olur da görevden el çektirilir mi bilmem. Çünkü bunu zaman gösterecek. Şu var ki kamuoyunda mahkum olacak beklentisi var. Mahkum olduğunda mağdur sayılır mı? Yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olur mu bilinmez ama mevcut Cumhurbaşkanının karşısında en güçlü Cumhurbaşkanı adayı olma potansiyelini taşımaya devam ediyor.

İkisine dair verdiğim örneklerden de anlaşılacağı gibi bu kadar benzerlik tesadüf olamaz. Çünkü ülke yönetiminin teslim edileceği eller tesadüflere bırakılamaz.

Öyle anlaşılıyor ki tepeye çıkmanın yolu, önünü kesmeye çalışmak, bunu yaparken mağduriyet oluşturmak, seçmeni oy vermeye yöneltmek olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü halkımızın çoğu her ne kadar gücün yanında yer alsa da yeri geldiği zaman mağdurun yanında kenetlenmesini bilir.

Anlatmak istediğim, önü kesilmek için yapılan onca şey, ülkenin geleceğinde söz sahibi olması istenen kişiye yol açmak içindir.

Zirveye tırmanan kişi de ben buraya ne badireler atlatarak geldim. Tüm engelleri birer birer aşarak tırmandım diyecek.

Bunun yapılabilmesi için belli zaman diliminde siyaset tıkanıyor. Ülkenin çözüm bekleyen sorunları çoğalıyor. Enflasyon, hayat pahalılığı ve ekonomik kriz derinleşiyor. Halk mevcut yönetenlerden umudunu kesiyor.

Böyle bir zamanda bir zamanlar mağdur edilen kişiye haydi sıra sende deniyor.

Kısaca, ülkenin yönetiminde söz sahibi olacak kişiler için ortam hazırlanıyor. Yönetime gelmesi istenen kişi de sorunları çözecek bir kurtarıcı rolünü üstleniyor. Bir bakmışsın sandıktan çıkıveriyor.

Hülasa, yönetimde söz sahibi olacak kişi veya kişiler, halkın bağrından çıkmıyor. Perde gerisinde ülkeye yön verenler kiminle çalışacağını belirliyor, onlara yol veriyor. Yönetim öyle herkesin başararak geldiği, tesadüflere bırakıldığı bir yer değil çünkü.

4 Mart 2025 Salı

Hiçbiri Partisi

Asal Araştırma,15-22 Şubat tarihleri arasında, 26 ilde 2 bin kişiyle CATI (Bilgisayar Destekli Telefonda Anket) yöntemiyle yaptığı anketin bulgularını kamuoyu ile paylaştı.

Sizce Türkiye’nin en önemli sorunu nedir” sorusuna ankete katılanların,

% 61,2’si ekonomi/hayat pahalılığı,

% 6,3’ü işsizlik,

% 5,8’i adalet,

% 2,7’i eğitim,

% 2,4’ü terör,

% 2,2’i göçmen/mülteci,

% 2 ile hükümet,

Diğerleri asayiş (1,3), muhalefet (1,2), sağlık ve Kürt sorunu (1,0), deprem/kentsel dönüşüm (0,7), diğer (7,5), hepsi (2,9), cevap yok (1,8) şeklinde cevap vermiş.

Katılımcılara, “Türkiye’nin sorunlarını hangi siyasi parti çözebilir” sorusu yönetilmiş. Alınan cevaplar şöyle:

% 38,3 ile Hiçbiri,

% 22 ile AK Parti,

% 16,3 ile CHP,

DEM Parti (3,6), MHP (3,3), İyi Parti (2,1), Zafer Partisi (1,9), RP (1,8), diğer (2), fikrim yok/cevap yok (9,1) şeklinde cevap vermiş.

Anket ne derece tüm Türkiye seçmenini temsil eder, bu tartışılır. Ama eldeki bu araştırmadan hareket edersek, ortada garip bir durum var. Çünkü araştırmaya katılanların % 38,3’ü, “Sorunu kim çözer” sorusuna “Hiçbiri” cevabını vermiş. Yani seçimde “Hiçbiri” seçeneği sandıktan 1. çıkıyor.

Bu demektir ki seçmen siyasetten ya da mevcut siyasi partilerden umudunu kesmiş. Hiçbiri çözemez demiştir. Yüzün üzerinde her kesime hitap eden irili, ufaklı partilerimiz olmasına rağmen seçmen hiçbiri demiş. Eğer “Hiçbiri Partisi” kurulursa sandıktan birinci çıkar. Meraklı ve ilgililerine duyurulur. Üstelik partinin adı da belli: Hiçbiri Partisi.

Burada amacım siyaset yapmak değil. Şu çözer, bu çözer demiyorum. Yalnız bu ortaya çıkan tablo üzerine kafa yormak gerektiğini, özellikle siyasi partilerin uzun uzadıya seçmen niçin bize güvenmiyor, niçin bizden umudunu kesti, niçin umut olamıyoruz sorularına cevap aramaları gerektiğini düşünüyorum. Siyaset kurumu bu soruya çözüm üretemezse, siyasetten umudunu kesmiş insanımız başka arayışlara yönelir. Bu da tasvip edilecek bir yol olmaz. Çünkü bu ülkenin siyaset dışında başka çıkış yolu yok.