2 Ocak 2020 Perşembe

Herkes Kendi İşini Yapmalı! ***


Etrafı düşmanla çevrili bir ülkede yaşıyoruz. Biraz sendelesek bizi yok etmek için akbabalar gibi üzerimize üşüşecek ülkeler var. Ortadoğu’daki savaş ve iç savaş durumları bizi hep olumsuz etkiliyor. Zaten 80 yılından beri PKK denilen kanlı terör örgütüyle başımız dertte. Dağ ve kırsalda yuvalanan bu terör örgütünün şehirdeki ikizi olan FETÖ ile son yıllarda başarısız kanlı bir darbe teşebbüsüne maruz kaldık. Tehlike daha tam geçmiş değil. Çünkü bu sinsi örgüt milletimizin göz bebeği askeriyenin içinde yuvalanmış. Ordumuz Irak ve Suriye’ye zaman zaman operasyon düzenlemekte. Libya’daki iç karışıklığı önlemek için bu ülkeye asker gönderiyoruz. Stratejik ortağımız denilen ABD ile hiç olmadığı kadar gerilimli günler yaşıyoruz. Böyle bir ülkede yaşıyorsanız orduya büyük önem vermek ve güçlü bir orduya sahip olmak zorundasınız. Ordu, yarın sefere çıkacakmış gibi savaşa hazır olmalı. Aynı zamanda askeri işlerden anlayan danışmanlara da ihtiyacınız var.

Ülkeyi yönetenler; ordumuz ne durumda, neye ihtiyacı var, asker, teçhizat ve teknoloji yönünden yeterli mi, bir savaş çıktığı zaman stratejimiz ve taktiğimiz ne olmalı gibi askeri konularda yol göstersin diye danışman tayin ediyor. Böyle bir danışman, askeri konulara yoğunlaşıp eksik ve zaaf yönlerimizi tespit ederek giderilmesi için hükümete öneri sunup yol göstereceği yerde, ilahiyatçıların bile kendi arasında, gelip gelmeyeceği tartışma konusu olan Mehdilik konusunda “Mehdi gelecek. Ortamı buna göre hazırlamalıyız” açıklamasında bulunuyor ve esas vazifesinin dışında gündeme geliyorsa ne oluyoruz dememek mümkün değil. Çünkü Mehdi beklemek, Mehdi ile ilgili görüş serdetmek askerin ve askeri alanda danışmanlık yapanların işi değil.
Kendi görev alanı dışında açıklama yapmak şimdiki muvazzaf askerimizde yok. Zira asker, olması gereken alanına çekildi. Ama eski TSK’da, ülkeyi dıştan gelebilecek tehlikelere karşı korumaktan ziyade vatandaşla uğraşmak, siyasete baskı yapmak, Cumhurbaşkanı seçimine müdahale etmek, kılık kıyafetle uğraşmak, kendilerini laikliğin güvencesi görmek, irtica adı altında bu milletin değerleriyle mücadele etmek gibi bir gelenek vardı. Vazifesinin dışında her işe burnunu sokan ve her şeyi tehdit olarak algılayan asker, maalesef burnunun dibinde yuvalanan terör örgütü mensuplarını göremedi. Türkiye bunun bedelini çok ağır ödedi. Yaptığı açıklamayla gündeme gelen ve tartışma konusu olan danışmanımız da eski bir asker olduğu için görev alanı dışındaki işlere karışmak, sanırım genlerinde kalmış olmalı. Türkiye o devri, bir daha açılmayacak şekilde geride bıraktı. Birileri bunu danışmana anlatmalı. Hala danışman olarak kalması gerekiyorsa esas alanına odaklanmalı. Zira buna çok ihtiyacımız var.
İlgili danışmanın, görev alanı dışında yaptığı bu açıklamayı okuyunca yazıma son vermeden, aklıma gelen iki anekdotu sizinle paylaşmak istiyorum. Sanırım bu anekdotlar ne demek istediğimi daha iyi anlatır:
Bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri, incelemesi için Shakespeare'e gönderir. Ünlü yazarın cevabı: “Dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın...” olur.
Sefer esnasında bir padişahın atının üzengisi bozulur. Eratın içinden bir tamirci aranır. Bir asker onu kısa süre içinde tamir eder. Askerin ustalığı, padişahın hoşuna gider. Bir kese altınla ödüllendirir onu. Ardından işine son verir. Adamları: "Padişahım! Oldu mu şimdi yaptığınız? Aynı anda hem ödül hem de ceza verdiniz" derler. Padişah: "Hem de çok iyi oldu. Çünkü asker, üzenginin tamirini çok güzel yaptı. Demek ki bu konuda çok maharetli. Fakat bu askerimizin asıl görevi askerliktir. Eğer bir insan bir başka işi kendi işinden daha iyi yapıyorsa asıl işini ihmal eder. Bu yüzden askerlik görevine son verdim" der.
Sanırım maksadımı anlatabildim. Başka söze ne hacet!

***04/01/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Ahlak Bekçiliğine Soyunmak ***

Van ili Çatak ilçesinde lisede görev yapan bir erkek öğretmen, aynı okulda çalışan bir kadın meslektaşını, 20 Mayıs doğum günü dolayısıyla sarılarak tebrik eder. Bu kutlama burada kalmaz. Aynı okuldan iki öğretmen, birbirlerini kutlayan öğretmenleri idareye şikayet eder. Okul müdürü, yaşanan görüntülerin uygunsuz olduğu iddiasıyla 2 öğretmen hakkında idari soruşturma açılmasını talep eder. Van Valiliği, 2 öğretmen hakkında soruşturma izni verir. Bunun üzerine Van Milli Eğitim Müdürlüğü Disiplin Kurulu, olayın araştırılması için müfettişler görevlendirir. Okula gelen müfettişler hem kamera kayıtlarını inceler hem de öğretmenlerin savunmalarını alır. Aynı zamanda Çatak Kaymakamlığı da öğretmenlerden hem savunma ister hem de Çatak Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunur.

Savcılık "Sarılmak suç değil" diyerek kovuşturmaya gerek görmezken Milli Eğitim Müdürlüğü, yapılan savunmaları disiplin yönünden yeterli görmeyip sarılmayı “uygunsuz” bulur ve kadın öğretmene aylıktan kesme, erkek öğretmene de sürgün cezası verir.

Gazetelere yansıyan haberin özeti böyle. Olay gazetelerde yazılanlardan ibaret ise orta yerde suç unsuru olarak karşıt iki cinsin birbirine sarılması var. Olayın perde gerisinde başka neler var? Belki de adı geçen öğretmenlerin senli-benli konuşmaları, çok sıkı fıkı olmaları okulda ayyuka çıkmış, ilişkileri birlikte çalıştığı diğer öğretmenleri rahatsız etmiş olabilir. Bunları bilmiyoruz. Çünkü gizli yürütülen disiplin soruşturmasının içeriğini bilme imkanımız yok. Farz edelim ki ikili, ilişkilerini ileri boyutlara taşımış olsunlar. İkilinin hal ve tavırları, eğitim ve öğretimi engellemiş, okulun sosyal barışını bozmuş, öğrencilerine kötü örnek olmuş olabilir mi? Böyle bir durum varsa da gazetelere yansımış şekliyle haklarında böyle bir isnat yok. İlçe kaymakamının yaptığı suç duyurusuna da savcılık “Kovuşturmaya gerek olmadığına” dair karar vermiş.

Kameralarla tespit edilen sarılarak tebrik etme eylemini savcılık, suç olarak nitelendirmeyerek doğru karar vermiş. Zira birbirlerinden şikayetçi olmadıkları müddetçe karşıt cinslerin birbirleriyle sarılmaları ve kucaklaşmaları, birbirlerini öpmeleri, nikahsız birliktelik yaşamaları, aynı evi ve aynı ortamı paylaşmaları kanunlarımıza göre suç değil. Din, nikah düşen karşıt cinslerin birbirlerine sarılmalarını, senli benli olmalarını uygun görmez. Halkımızın ekserisinin ahlak anlayışı da tıpkı dinin görüşü gibidir. Örf ve âdetlerimiz de din ve ahlak anlayışımız çerçevesinde şekillenmiştir. Nikahsız birliktelikler kanunen suç olmasa da toplum bu tür birlikteliklere pek sıcak bakmaz.

Evlenmelerinde sakınca olmayan, birbirine nikah düşen iki kişinin gizli veya alenen sarılmalarını sıcak karşılayan biri değilim. Bırakalım nikah düşen karşıt cins ile sarılmayı, toplumun büyük bir kesimi -ben dahil- umum içinde eşiyle dahi sarılmaz. Nerede, evli olmadığı halde birbirine sarılan birilerini görsem garip karşılarım. İçimizde yaşayan birçok kişi de bu durumu benim gibi değerlendirdiğini düşünüyorum. Ama içimizde sayıları azımsanamayacak bir kesim daha var ki sarılmayı garipsemez. Bir kesim bu durumu dine, örfe ve genel ahlaka mugayir görürken diğer kesim sakınca görmüyor.

Bu durumu sadece din, örf ve ahlak sınırlandırmaz. Toplumdan topluma değişse de kişilerarası ilişkilerde alan kavramı ta 1966 yılında Edward T. Hall tarafından tanımlanmıştır:

Mahrem alan: Bedenimizden 45 cm kadar uzaklığı eder. Bu alana anne-baba, eş, sevgili ve çocuk gibi yakın akrabalar girer.

Kişisel alan: 45-120 cm.lik bir mesafedir. Dost, arkadaş, yakın ilişkide olunan ve hoşlanılan kişilerin kullandığı alandır.

Sosyal alan: 120 cm ile 2 metrelik bir alandır. Bu alan kişisel olmayan ilişkilere ve nezaket ilişkilerine ayrılmıştır. Yeni tanışılan ya da az tanınan kişiler ile sosyal aktivitelerde, resmi işlerin yürütüldüğü iş görüşmelerinde, alışveriş vb. durumlarda kullanılır. 

Kamusal Alan: 2 metreden daha uzak bir alanı kapsar. Tanınmayan kişiler topluma açık olan bu alanda tutulmaktadır.

Yazımı biraz uzatmış olsam da olması gerekeni ifade etmeye çalıştım. Yeniden Van Çatak’taki lisede cereyan eden sarılma olayına ve bunun sonucunda verilen disiplin cezalarına gelirsek, bu olay savcılık ve disiplin soruşturması boyutuna getirilmemeliydi. Okulun müdürü, bu duruma vakıf olduğu zaman tarafları odasına alarak bir görüşme yapmalıydı. Onlara bölgenin hassasiyetini anlatmalıydı. Okul ortamında ilişkilerde belirli mesafenin korunması gerektiği üzerinde durabilirdi. Fakat okul müdürü bu olayı disiplin yönünden çözme yoluna gidiyor. Bu tür meseleleri savcılığın ve disiplin soruşturmasının çözmeyeceğini bir yönetici bilmeliydi. Kimse kusura bakmasın, bu olayda sarılma eylemini gerçekleştirenleri şikayet eden iki öğretmen, bu meseleyi ilçe boyutuna taşıyan okul müdürü, iddiaları ciddi görerek soruşturma açılmasını teklif eden milli eğitim, inceleme ve soruşturmaya onay veren valilik ve adli bir vaka gibi savcılığa suç duyurusunda bulunan ilçe kaymakamlığı, tabir yerinde ise ahlak bekçiliğine soyunmuşlardır. Ezcümle, bu mesele bu boyutlara getirilmemeliydi ve böyle çözme yoluna gidilmemeliydi. Çünkü bu mesele böyle çözülmez.

***09/01/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

1 Ocak 2020 Çarşamba

İlk Günün Sürprizleri

Yeni yıl yeni yıl dediniz. Sevinçten göbek attınız. Ben de bir şey var, hayatım değişecek, mutlu günler yakın, bakalım bahtıma ne çıkacak deyip hazır tatil de yapılmışken yılın ilk gününün keyfini çıkarayım dedim ve kendimi dışarıya attım.

Gördüğüm, beni iyi şeylerin beklemediğiydi. Hasılı yıla olumsuz havadisle başladım. Eskiler, nasıl başlarsan öyle gider derler. Şom ağızlılıklarından öyle demiş olmalılar. Umarım öyle gitmez. 

*Duyduğum ilk haber, bugün tatil olduğu için 10 saat ücretim kesilmiş.
*Can havliyle ekmek almaya gittim. Para üstünü beklerken fırıncı, üste para istedi. Ne parası demeye kalmadan "Efendim! Ekmek 1,20 kuruş oldu" dedi.

Yeni yıl ile birlikte gelen zamlardan, cezalardan ve vergilerden haberim yok. Öğrenmek de istemiyorum. Çünkü hepsini aynı anda öğrenerek -kalmayan- yüreğime insin istemiyorum. Sağlığım açısından sindire sindire anlayacağım.

Sevindirici haberler de yok değildi:
*Çarşıya gitmek için otobüse bindim. Fiyat eski tarife.
*Çay içmek için çay ocağına oturdum. Çay da eski fiyat.
*Dönüşte birkaç kalem ihtiyacımı almak için markete girdim. Fiyatlar belli aralıklarla değiştiği için hangi ürünün fiyatının değişip değişmediğini tespit edemedim. Tespit edemeyince moralim bozulmadı. Zamsız almış gibi hissettim kendimi.
*Çıkışta alışveriş fişine baktım. 01 Ocak 2018"den beri fiyatı sabit kalan alışveriş poşeti vardı. Hala 25 kuruş. Bu da beni mutlu etti.

Ben böyle basit şeylere dikkat ederek basitliğimi gösterirken arabasını otobüs durağına park eden araçları, çekici marifetiyle çekmeye çalışan trafik polislerinin hummalı çalışması dikkatimi çekti. İlk günün sürprizini, geldiği zaman arabasını yerinde bulamayacak araç sahipleri yaşayacak. Çekici, arabasını çekip giderken onlar da arkadan derin bir iç çekecekler. Keşke tüm iş, arkadan iç geçirmeye kalsa... Birkaç gün ne yediklerinden ne de içtiklerinden bir şey anlarlar.

Not: Bu arada ulaşıma da zam gelmiş. İlk günüm mahmurluğundan gelen zammın farkına varamamışım.