Dini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Temmuz 2025 Perşembe

Enayi aranıyor

YouTube'da tefsir sohbetleri yapan bir akademisyenle karşılaştık. Yanımdaki arkadaş, "Hocam, yaptığın tefsirleri dinleyen var mı" diye bir soru sordu. Yanlış duymadı isem, "Her zaman bir enayi bulunur" dedi tefsir yapan kişi. Soruyu soran arkadaş "Eşim sizi takip ediyor bu arada" dedi.

Açıkçası böyle bir cevap beklemiyordum. Hele ki bir enayi bulunur demesi garibime gitti. Beklerdim ki "Hocam, insanımız eskisi gibi camiye gidip vaaz dinlemiyor. Ezan okunurken cumaya giriyor. Her devrin bir anlatım aracı, yol ve yöntemi olur. Bu devirde herkes sosyal medyayı kullanıyor. Biz de çağın bu iletişim aracını kullanalım istedik. Herkese oturduğu yerden cep telefonu marifetiyle Allah'ın kelamını duyurmayı yol edindik. Olur ki bir kişi de olsa belki dinleyen çıkar. En azından irşat görevimizi yapmış olurum" türünden bir şeyler söylesin ya da "Öyle deme. Bak ben Hanya'dayım. Sen ise Konya'dasın. YouTube aracılığıyla konuştuğumdan haberdarsın. Bak eşin dinliyormuş" diyebilirdi. Gel gör ki "Her zaman bir enayi bulunur" demeyi uygun buldu.

Bu yazıyı yazmaya koyulduğumda, acaba "bir enayi bulunur" derken konuşmacı olarak kendisini mi kastetti diye düşünmeye başladım. Eğer böyle ise kullandığı enayi kelimesine bir şey demem. Tevazuunu gösterdi derim. Kafamda bir tereddüt kalmasın diye teyit için soruyu sorana sordum. O da benim anladığım gibi anlamış diyemiyorum. Çünkü o da neyi kastettiğini çözememiş. Sonrasında çay içerken bu enayi kelimesini bir daha kullanmış. Neyi kastettiğini sormak istemiş ama ortam müsait olmamış. Şu var ki sorulan soru ile verilen cevabı karşılaştırdığımda siyak ve sibaktan dinleyiciyi enayi yerine koyması daha uygun gibi görünüyor. 

Akademisyenin ya da din adına tefsir türünden sohbet yapanların iç hallerini bilmem.

İçlerinde bildiğini anlatmak için çırpınanları vardır.

Bir şeyler yapmış olmak ve dostlar alışverişte görsün türünden anlatanlar vardır.

Şöhret olmak için yapanlar vardır.

Din adına ne yapıyorsunuz diyenlere Youtube'da tefsir sohbetleri yapıyorum demek için konuşanları vardır.

Her ne sebeple Youtube'da program yaparlarsa yapsınlar ama dinleyenleri enayi görmek hiç masum olmasa gerek.

Hiç kimse kendi sattığını yiyecek bir enayi aramasın.

Cevap verirken de argo bir sıfat olan enayi kelimesini ağzına almasın. Çünkü başkasına enayi yaftası yakıştırması tefsir sohbetleri yapan bir ilahiyatçıya hiç yakışmaz. Bu yola girmiş, bu yolun yolcusu olan birine daha güzel bir üslup yakışır. En azından vatandaş öyle bekler.

2 Temmuz 2025 Çarşamba

Milletin Aklıyla Dalga Geçmek

Enflasyonda dünyanın ilk beş ülkesi arasında olduğumuz, hayat pahalılığının belimizi büktüğü, faiz oranları yönünden yine dünyanın ilk sıralarını zorladığımız bir gerçek. Bu durum geçici bir durum değil, 2018 yılından beri bize musallat oldu. Bugünden yarına gideceğe de benzemiyor.

Bu vahim durumu daha iyi anlamak için kiraların en düşük emekli maaşı alanların emekli maaşını geçtiğini söylersek ekonominin ne derece vahim olduğu ortaya çıkar. (Buna bir örnek: Karşı komşumuz, dul bir kadın. Kocasından kalma maaşla geçinen biri. Emekli maaşı da en düşük emekli maaşı. Yani 14 bin küsur alıyor. Aylık 18 binden bir yıllık kiranın peşinatını damadı verdi. Kira bedeli peşin ödenince kira 22 binden 18 bine inmiş oldu. Damadı olmasa 14 bin alırken kirası 18 bin lira olan bir yerde kadının kalması mümkün değil).

Paramızın döviz karşısında eridiğini söylemeye zaten gerek yok.

Zamlar zaten durmuyor. Bir yıl önceki bir ürünün fiyatını bu yıl karşılaştırırsak aradaki uçurumu görünce bizde olduk bir Yedi Uyur dememek mümkün değil.

2 Temmuz itibariyle hanelere gelen yüzde 25 doğal gaz zammı, başka bir zam gelmese bile 2026 kışının dar ve sabit gelirlinin belini bükeceği şimdiden aşikar.

Bağımlılık yapan enflasyonist ortam yeni zenginler ortaya çıkarırken en düşük emekli maaşı alanların, asgari ücretle çalışanların, kısaca sabit gelirlilerin bu yüksek enflasyondan etkilenmemesi mümkün değil.

Durum bu iken herhangi bir devlet yetkilisinin "Sabit gelirliyi bugüne kadar enflasyona ezdirmedik. Bundan sonra da ezdirmeyeceğiz" türünden açıklama yapması,

"Biz ödedik ama halkımıza bedel ödetmedik" meyanında açıklamaya yer vermesi vs.

Milletin aklıyla dalga geçmekten başka bir şey değil. Çünkü herkesin gözü önünde cereyan eden, çoğunluğun iliklerine kadar hissettiği bir durumu bu şekil bedel ödetmedik şeklinde izah etmek, olsa olsa milletin aklıyla dalga geçmek olur.

Halbuki "Enflasyona ezdirmedik, ezdirmeyeceğiz", "Biz ödedik, milletimize bedel ödetmedik" deneceği yerde, "Faiz başımızın belası, enflasyon hakeza, hayat pahalılığı fiili bir durum. Toplum olarak her birimiz derinden etkileniyoruz. Az daha sabır..." dense, herkesin bildiği fiili bir durumu tespit anlamına gelir ki buna kimsenin diyeceği bir şey olmaz. Bu tür bir açıklama yerine" bedel ödetmedik" denmesinin makul bir izahı olamaz.

Enflasyon, hayat pahalılığı, yüksek faizler, zamlar er veya geç durulur. Millet bu sıkıntılı durumun altından eş dost yardımıyla kalkar. İyi günler gelir. Belki de bir gün unutur gider. Ama milletin unutmayacağı şey aklıyla dalga geçilmesi. Unutulmasın ki millet yediği kuru ayazı unutur belki. Ama aklıyla dalga geçilmesini unutmaz.

Yetkililerimiz şunu bilsin ki Hucurat süresinde kadın olsun erkek olsun bir toplulukla alay etmesin. Olur ki alaya aldığınız sizden daha hayırlı olabilir" denir mealen.

Din, insan onurunu rencide etmesi yönüyle alaya almayı ve dalga geçmeyi yasaklar.

Kısaca olan oldu. Bari milletin aklıyla dalga geçmeyelim. Unutmayalım ki alaya almak ve dalga geçmek hem haramdır hem günahtır hem vebaldir hem de kul hakkıdır. Ne insanlığa sığar ne de ahlaka.

29 Haziran 2025 Pazar

Diyanet'in Açtığı Yola Girdim

Cumaya gidenler bilir. 27 Haziran 2025 tarihli hutbe, “Kamu Malı Dokunulmazlığı” üzerine idi. Epey bir gündem oluşturan ve ses getiren bu hutbede kamu malı ihlali olan birçok örneğe yer verilmişti.

Örnekler yerinde idi. Fakat kamu malı ihlaline giren örnekler bununla sınırlı değil. Zira say say bitmez.

Diyanet madem bu hutbe ile kamu malına dair örnekler verdi. Ben de bu yazımda bu örneklere ilaveten kamu malı ihlallerine örnekler vereceğim.

Başka kamu malı ihlali neler olabilir? Mesela,

Kamu sırtından iftar yapmak,

İhalelerde yandaş gözetmek,

Kamu malını zarara uğratmak,

Paramızı pul etmek,

Enflasyon ve hayat pahalılığına çözüm üretmemek ya da üretememek,

Kişisel hata, yanlış ve hırslarımızın zararını millete ödetmek,

Mülkün temeli olan adaleti kendi emellerimize alet etmek, yargı eliyle korku yaratmak ve had bildirmek,

Yüksek faizle milleti faiz girdabına sürüklemek, milleti faizle beslenir duruma düşürmek,

Uzman ve araştırmacı adı altında kadrolar ihdas ederek binlerce insanımızı kızağa çekerek çalışmadan maaş almalarını sağlamak, yani bankamatik yöneticiliği ihdas etmek,

Devlet kadrolarına alımları mülakatla yapmak, alımlarda ahbap çavuş ilişkisine resmiyet kazandırmak ve kılıfına uydurmak,

Hazineyi zarara uğratılacağı biline biline diğer ülkelerden daha yüksek faizle borç almak,

Kur garantili TL'ye izin vermek,

Kamu-Özel İşbirliği adı altında yol, köprü, hastane, havaalanı vs. yaptırarak işletmelere yolcu ve müşteri garantisi vermek, yeterli yolcu ve müşteri gelmediği zaman bunu hazineden karşılamak, adına da bir kuruş para harcamadan yaptırmak demek suretiyle algı oluşturmak,

İstihdam üretmeyeceği ve gelecek vadetmediği bilindiği halde bol bol üniversite açarak; okumuş, genç nesillerin işsizliğini artırmak, insan kaynağını yönetememek, gençliğin geleceğini yok etmek,

Beyin göçüne bigane kalmak,

Gereksiz kamu binası, cami, Kur'an kursu vs. yapımına izin vermek,

Kamu kadrolarını ihtiyacı dışında şişirmek,

Ehliyet ve liyakat bir tarafa bırakarak sadakati öncelemek,

Suçun bireyselliğini göz ardı ederek bir grup ve camiaya mensup olanlara toptancı yaklaşmak suretiyle terörist ilan etmek, hedef göstermek ve toplumdan dışlamak,

Hizmet aracı adı altında makam araçları olarak kullanılan fiili bir duruma bir düzenleme getirmemek, ihtiyaç olmadığı halde araç kiralama yoluna gitmek,

Kamu kaynaklarını yerli yerince kullanmamak,

Her türlü denetim, şeffaflık ve hesap verebilirliği sistemleştirememek, yapanın yanına kâr kalmasına göz yummak, suçluyu korumak, suçsuza çamur atmak, kişi ve kurumlar üzerinden algı oluşturmak,

Toplumu kutuplaştırmak suretiyle korkular oluşturmak, tarafgir bakış açısını meşrulaştırmak,

Kendi menfaat ve geleceğimizi memleket yararının önüne geçirmek,

Erken emekliliğe geçit vermek, ülkeyi genç emekli cenneti haline dönüştürmek,

Kişisel hırslarımıza kamunun imkânlarını alet etmek, 

Bir kişinin birden fazla yerden maaş almasına izin vermek, 

"Huzur hakkı" adı altında kamu malını kişilere peşkeş çekmek vs. 

Gördüğünüz gibi kamu malı ihlalleri say say bitmez.

Not: Bu yazı ile amacım siyaset yapmak ya da kişiselleştirme değil. Gördüklerimden hareketle kendi çapımda bir tespitte bulunmaktır. Verdiğim örnekleri de kamu malı ihlali görmekteyim. Katılır veya katılmazsınız. Kamu malı ihlaline dair bu yolu da unutmayın ki Diyanet açtı. Ben de bu yola girdim. Gözüme çarpanları örneklendirdim. Durum bundan ibaret. Lütfen öküz altında buzağı aramayalım.

Hayatın İçinden Bir Hutbe

27 Haziran 2025 tarihli “Kamu Malı Dokunulmazdır” başlıklı cuma hutbesi halkın gündemine oturdu. Epey bir beğeni aldı. Sosyal medyada hutbe paylaşıldı. Üç beş kişi bir araya gelmişse muhabbet konusu hutbe üzerine oldu.

Ben de hutbe konusunu ağzı açık dinleyenlerdendim. Hutbeyi değerlendirmemi isteyenler oldu.

Gelen tepkilerden anladığım kadarıyla belli ki halkımız böyle hutbe konularına susamış. Ümit ederim ki halkın dertlendiği bu tür hayatın içinden hutbelerin arkası gelir ve her hafta halkın gündemine oturur.

Burada hutbede şundan, bundan bahsedildi demeyeceğim. Hutbeyi dinlemeyip merak edenler de Diyanet’in sayfasından hutbeyi indirip okuyabilir.

Açıkçası, hayatın içinden, daha doğrusu sıra dışı bir hutbe idi. Böyle bir konu seçtiği için Diyanet’i tebrik etmek lazım. Çünkü hutbe dediğin, insanımıza, suya ve sabuna dokunmalı, hayatın içinden olmalı. Problem ve dertlerimizi dile getiren ve yol gösteren olmalı. Doğrusu hutbe dediğin böyle olmalı.

Bir diğer husus, kamu malı dokunulmazlığına dair farklı örnekler verilerek bahsedilen bu hutbeden 5-6 hutbe konusu çıkarılabilirdi. Cemaatin ilgi gösterdiği ve can kulağıyla dinlediği bu konuyu, öyle zannediyorum, Diyanet, bir defada değinmekle yetinmeyi seçti. İsterim ki bu içerikli konulara bundan sonra Diyanet belirli aralıklarla yer versin.

Bu kısa değerlendirmeden sonra hutbeyi can kulağıyla dinlerken kafama takılan bir soruyu burada sorup irdelemek isterim. Acaba bu hutbenin muhatabı kimdi? Camiye gelen cemaat mi yoksa kamu malını tasarrufunda bulunduran etkili, yetkili ve sorumlu kişiler mi? Daha doğrusu yönetilenler mi, yönetenler mi? Her ne kadar hutbenin muhatabı her ikisi olsa da kamu malına sahip çıkacak, kamu malını yetim malı bilecek kesim esas yöneticilerdir.

Ne demek istediğimi, hutbede verilen bazı örneklere yer vererek açmak isterim:

“Hiç kimse bu mallar (kamu malları) üzerinde şahsi ve keyfi bir tasarrufta bulunamaz.

Kamu imkânlarını amacı dışında kullanmak, kamuya ait işleri yavaşlatmak ya da aksatmak, verilen görevleri layıkıyla yerine getirmemek,

Kamu hizmetlerini sunarken insanlar arasında ayrım yapmak, tanıdığı kişilere öncelik vermek, çalışma saatlerinde şahsi işlerle meşgul olmak,

Bir kişinin yapabileceği bir iş için birden fazla kişiyi işe almak.

Torpil yapmak ve yaptırmak, adam kayırmak ve kollamak, gençlerimizin hayallerini çalmaktır,

Devletin; tarımda, hayvancılıkta ve ticarette verdiği destekleri amacı dışında kullanmak. Daha fazla destek almak için olmayan tarlaları varmış gibi beyan etmek ya da vasıfsız tarlaları vasıflı göstermek,

İhtiyacı olmadığı halde sosyal yardım almak, ailesinden kalan maaşı alabilmek için resmiyette boşanıp gerçekte birlikte yaşamaya devam etmek,

Naylon fatura ile vergi kaçırmak, sahte belgelerle mal beyanını düşük göstermek,

Engelli muafiyetinden yararlanılarak alınan aracı amacı dışında kullanmak, vergi imtiyazını istismar edip bunu bir rant kapısına çevirmek vs.

Tüm bunları yapmak vebaldir, günahtır, haramdır, ateşten gömlek giymektir. El hak doğrudur.

Hutbede verilen tüm bu kötü örnekler bu toplumda aynıyla vakidir. Tüm bunlara dur diyecek ve açık kapı bırakmayacak da devlettir. Daha doğrusu devlete yön veren etkili, yetkili ve de sorumlu olan kişilerdir. Çünkü yönetilen ve kamuda çalışan halk olarak bizler, bu kötü filleri işlemek istesek bile bize dur diyecek, yakamıza yapışacak, hesap soracak ve cezalandıracak bir devlet mekanizması olursa vatandaş olarak bizler bu tür cürümlere yeltenemeyiz. Bunun için her şeyiyle oturmuş, işleyen bir devlet sistemi, kamu malı ihlalini bertaraf eder.

Kısaca bu hutbe yönetilen halktan ziyade devlete yön verenlere, kamu malı tasarrufuna sahip olanlara okunmalı. Pekala, üst düzey devlet yöneticileri Kocatepe ya da Ayasofya’ya toplayıp “böyle böyle suçlar var. Bu suçlarda payın büyüğü sizde, bu cürümlerin önüne geçme sorumluluğu sizde. Önce siz kendinizi temizleyin. Siz düzelirseniz, yani boşluk bırakmayacak ve savsaklamayacak şekilde görevinizi bihakkın yerine getirirseniz, kamu malı ihlalleri bıçak gibi kesilir...” denmelidir.

Şu hususa da değinerek yazımı sonlandırayım. Kamu malı ihlaline dair verilen bu kadar örneğin içine, pekala adalet sistemi de eklenebilirdi. Çünkü adalet yönünden de bilerek ya da bilmeyerek yaptığımız hata ve yanlışlar çok. Unutmayalım ki adil yargılamamak da bir nevi kamu malı ihlalidir. Kişileri adil yargılamamak da günahtır, vebaldir, haramdır.

Kısaca, İsterim ki bu hutbe havada kalmaz. herkes üzerine düşen payı alır ve gereğini yapar. Çünkü bu hutbe “Sözün meclisten dışarı” değil, içeri bir hutbe. Hem yönetilenleri hem de yönetenleri ilgilendirmektedir. Daha çok da yönetenleri. Yönetenler doğru olursa halk da doğru olur. 

25 Haziran 2025 Çarşamba

Bahtıma Yanayım

Çarşıda tanıdığım bir esnaf var. Zaman zaman uğrayıp çayını içerim. Ben uğramayı uzatırsam, sağ olsun, neredesin, haydi gel, bekliyorum diye telefon açar.

Bir başka esnafın yanında iken dün yine aradı, neredesin diye. Hem esnafı hem de birlikte buluşup çay içtiğim arkadaşı da alarak esnafın yanına uğradık.

Çaylarımızı içtik.

Birlikte geldiğimiz esnaf, çayın ardından müsaade alıp gitti. Biz iki arkadaş oturmaya devam ettik.

Laf lafı açtı. Kalkalım derken ikindi ezanı okundu.

Ezan okununca işini bırakıp camiye giden esnaf, “şu önümdeki işi bitireyim de namazı birlikte kılalım” dedi.

İkindi namazı kılındıktan ve cemaat dağıldıktan sonra esnaf işini bitirdi. “Haydi namazımızı kılalım” dedi. Birlikte çarşı içindeki mescide girdik.

Abdesti taze olan arkadaş imamlığa geçti. Biz iki kişi arkasında saf tutarken aynı çarşıda çalışan bir esnaf da katıldı cemaate.

Tekbir almadan önce alnımı koyacağım halının temiz olmadığı gözüme ilişti. Kaç gündür ya da kaç haftadır temizlenmiyorsa artık.

Halının temiz yerlerine alnımı koymama rağmen halıdaki küllük alnıma yapıştı.

Namaz kıldığımız yer imam odasının ön tarafı idi. Biz namaz kılarken yanındaki biriyle konuşarak imam çıkıp gitti.

Tesbihatı yaptıktan sonra yanımdaki çarşı esnafına, caminiz çok kirli. Şu halıya bakar mısın? Hiç bakan eden yok mu dedim. Sadece ben değil, o anda bulunan dört kişi de caminin kirli olduğu konusunda hemfikirdi.

Esnaf, "İmam gitti az önce. Caminin temizliğinden biz de şikayetçiyiz. Çarşı esnafı olarak camiyi temizleyecek birini bulduk. İmama, şu gün saat 09.00'da gelip temizlikçinin başında duruver" dedik. "Erken olur, o saatte kalkıp gelemem dedi beyefendi. Hasılı caminin temizlik işi kaldı" dedi.

Garip bir durum vardı orta yerde. Hem caminin temiz olmaması garip hem de imamın "O saatte kalkıp gelemem" demesi garip. Beyefendi o vakitte kalkıp gelemezmiş.

Gelemem diyen kişi fahri olarak görev yapan biri değil. Diyanet'in kadrolu imamı.

Gariplik bu kadarla sınırlı değil. Tarihi çarşıdaki mescide kadrolu birinin verilmesi. Burada tek garip olmayan, esnafın ya da müşterilerin namazlarını kılacağı bir yerin mescit olarak tahsis edilmesi.

Ben bir camide özellikle bu çarşı camiinde görevli olacağım. Mahalleli ya da çarşı esnafı bir temizlikçi bulacak. Ben gelmeyeceğim. Camide yatarım temizlikçi gelecek, camim tertemiz ve pırıl pırıl olacak diye. İmamın böylesine de pes doğrusu.

Bahsettiğim çarşı mescidinde öğle ve ikindi olmak üzere günde iki vakit namaz kılınıyor. Belki kışın kısa günlerinde akşam namazı da kılınıyordur. Ama yazın sadece öğle ve ikindi namazları kılınıyor. Yani iki vakit kıldırması için Diyanet buraya kadrolu birini görevli atıyor. Ben böyle bir camide görev yapacağım. İnanın, bırakın temizlikçi bulmayı camiyi kendim temizlerim.

İki vakit mesai yapan bu görevli, emsal meslektaşlarından daha düşük bir maaş mı alıyor? Bildiğim kadarıyla beş vakit namaz kıldıran diğer imamlarla aynı maaşı alıyor.

Burada eğri oturup doğru konuşmak lazım. Yirmişer dakikadan ibaret toplamda kırk dakikalık bir mesai için dünyanın hiçbir yerinde kadrolu bir görevli ataması yapılmaz. Eğer iki vakit namaz için bir görevli atanıyorsa, bu görev kebap bir görev olur.

Devletin kırk dakikalık bir mesai için sair imam ve müezzinlere verdiği kadar maaş vermesi hiç hakkaniyete sığmaz. Ki bu çarşı camiine görevli atamaya bile gerek yok. Namazını cemaatle kılmak isteyen çarşı esnafı pekala çarşıya yakın camilere gidip cemaatle namazınu kılabilir. Namazını cemaatle kılmak isteyip diğer camilere gitmek istemeyen esnaf arasından biri de imam olabilir. Çünkü eskisi gibi değil, şu anda namaz kıldırmayı bilen insanımızın sayısı az değil. Cemaatle namaz için illa kadrolu ve resmi bir görevlinin olması şart değil. Devlet kadroları şişirerek ihtiyaç veya değil, herkese, her yere böyle kadro tahsis etmesi gibi bir lüksü olmamalı. İlla bir görevli verecekse, çarşılarda dahi görevli atayacaksa pekala böyle yerlere iki vakit namaz kıldıracak ücretli imam görevlendirebilir.

Bu arada yanlış meslek seçmişim. Bugünkü aklım olsaydı, bu çarşı veya iki vakit mesaisi olan herhangi bir camide görev almak ve burada emekli olmak isterdim. Öğleye kadar yatar, öğle namazına doğru çarşıya çıkar, öğle namazını kıldırır, namaz sonrası ikindiye kadar çarşıdaki işlerimi halleder, eşle dostla çayımı içer, ikindi namazından sonra ertesi gün öğleye kadar haydi bana eyvallah deyip evimin yolunu tutardım. Emekli olduktan sonra da şu kadar yıl hizmet ettim derdim. Vay be! Ne görevler varmış da benim haberim yokmuş. Bahtıma yanayım.

14 Haziran 2025 Cumartesi

Güle Oynaya mı, Ağlaya Sızlaya mı?

"Konya Büyükşehir Belediyesi Konya İl Müftülüğü paydaşlığında gerçekleştirilen, "Güle oynaya camiye gel" projesi kapsamında, 1 Ocak 2016-31 Aralık 2016 tarihleri arasında doğan ve başvuru yaptığı camide 30 Haziran-18 Ağustos tarihleri arasında en az kırk gün sabah namazına gelen çocuklara, bisiklet hediye edilecek"
.

Başvurular 13-23 Haziran tarihleri arasında İnternet üzerinden yapılacak.

Büyükşehir Belediyesi başlattığı bu proje ile "Evlatlarımızı cami ve İbadetle tanıştırarak ibadet alışkanlıklarını küçük yaşlarda kazandırmayı" amaçlamaktadır.

Belediyenin bu projesi 2018 yılından beri her yaz döneminde uygulanmakta.

İlk başladığı yıl yanlış hatırlamıyorsam 7-14 yaş aracılığındaki çocukları kapsamıştı bu proje. Sonraki yıllarda ve bu yıl, 9 yaşındaki çocuklara yönelik bir uygulama.

2018 yılından beri bu proje kapsamında 91 bin bisiklet dağıtılmış. Bu seneki hedefin 100 bini geçmek olduğu belirtilmekte.

Projeye dair bu kısa bilgilendirmenin ardından, 2018 yılından itibaren uygulanmakta olan bu projeye dair kendi görüşümü belirtmek istiyorum.

Kampanya için kırk gün süresinin belirlenmesiyle, bundan muradın, bir işi kırk gün boyunca yapanın o işi bırakamayacağı ve devamlı olacağı düşünülmüş. Buna eyvallah.

Yine aynı şekilde dokuz yaşındaki çocukların seçilmesi ise Hz Muhammed'in "Çocuklarınızı yedi yaşına geldiği zaman namaza başlatın. Dokuz yaşına geldikleri halde namaza başlamadılarsa..." sözüyle, çocukları küçük yaşta namaza alıştırma gözetilmiş.

Proje ile çocuklarımıza ibadet alışkanlığı kazandırmak amaçlandığına göre 2018 yılından beri uygulanmakta olan bu projede başarıya ulaşıldığına dair elde bir veri var mı? Mesela 40 gün boyunca sabah namazına gelip bisiklet almaya hak kazanan kaç çocuk namaza devam ediyor? İmamlardan ve camiye devam eden cemaatten duyduğumuza göre bisiklet hediyesinin ardından camiye devam eden çocuk yok. Durum bu iken niçin bu projede ısrar ediliyor? Aynı yöntemi yedi yıldır uygulayarak farklı sonuç beklemek ne derece doğru?

Belediye ve İl Müftülüğü, sabah namazı dışında bir başka projeye imza atmayı düşünmüyor mu? Niçin sadece namaz niçin sadece sabah namazı niçin sadece bisiklet? Niçin kitap okuma alışkanlığına yönelik bir projeye öncülük edilmez? Mesela 40 gün boyunca Konya'daki kütüphanelere gelip günde bir saat kitap okuyan çocuklara hediye kampanyası yapılabilir. Çünkü bu toplumun cami ve namaz ihmali dışında okuma sorunu da var. Kitap okuma projesi mutlaka düşünülüp hayata geçirilmeli.

Diyelim ki namaz önceliğimiz. Ağaç yaş iken eğilir misali çocuklarımızı önce namaza başlatalım. İyi, güzel de niçin sabah namazı? Mübarekler, sabah namazı dediğiniz namaz, kişiye hele çocuğa en zor gelen namaz. Gecelerin kısa olduğu, herkeste uyku probleminin olduğu, kişinin uykuyu alamadığı bir mevsim. Amacımız çocuğu namaza başlatmak mı? Çocuğa illallah dedirtmek mi? Bu ne demek biliyor musunuz? Sen misin bisiklet isteyen? Gör o zaman Hanya'yı Konya'yı demek. Madem çocuklarımızı namaza başlatacağız. En kolay vakitlerden başlatmak daha pedagojik olmaz mı? Mesela öğle, ikindi ve akşam namazına çocuk bir başına gidebilir. Caminin etrafında veya mahallesinde oyun oynayan çocuk ezanı duyar duymaz oynamayı bırakır, koşar abdest alır, namaza gider. Hem de güle oynaya yapar bunu. Gördüğünüz gibi bir vakit yerine üç vakit namaz kıldırabiliriz çocuklara. Çocuklar bu vakitlerde kıldığı namazda zorlanmaz. Çocuk bu üç vakit camiye gitmek için anne, baba, ağabey ve ablaya ihtiyaç hissetmez. Uyku problemi olmaz. Halbuki sabah namazı öyle mi? Bir defa sabahın köründe, zifiri karanlıkta hiçbir çocuk yanında aileden biri olmadan camiye gidemez. Gitse de aile salmaz.

Çocuğu namaza başlatmak ve ona ödül olarak bisiklet vermek için seçilen bu sabah namazı, matematiğe yeni başlayan, daha çarpım tablosu ve dört işlemi bilmeyen çocuğa trigonometri ve karekök öğretmeye benzer. Halbuki matematik ve diğer derslerde kolaydan zora doğru bir seyir izlenir. Pedagojiye uygun olan da budur.

Tüm bunlardan geçtim. Projenin başlığı olarak seçilen "Güle oynaya sabah namazına gel" sloganına gelelim. Büyükler bile sabah namazına giderken yarı uykulu gider. Yani güle oynaya camiye gitmez. Değil ki dokuz yaşındaki ana kuzusu bir çocuk güle oynaya sabah namazına gitsin. Olsa olsa anne babası güç bela uykudan uyandırır. Yarı uykulu camiye gider. Yani camiye giderken güle oynaya gitmez. Gitse gitse ağlaya sızlaya gider. Bu tespitime, geçmişte bisiklet projesine katılan torununu sabah namazına götüren bir dede hak verdi: "Torunum camide başını dizime koydu. Uyumaya başladı. Ayıp olur, kalk diye uyandırdım" dedi. Kısaca namaza özellikle sabah namazına güle oynaya gidilmez. Öğle, ikindi ve akşam namazları için belki güle oynaya düşünülebilir.

Verilen hediyeye gelince. Bisiklet kullanmayı yaygınlaştırmak için güzel bir hediye. Konya bisiklet sürmeye de en uygun şehirlerden biri.

Bisikletlerin sponsoru büyük bir ihtimalle Büyükşehir Belediyesi. Belediye de projeye dahil olan çocuk sayısı kadar bisiklet temin etmek zorunda. Bunu temin için öyle zannediyorum, bisikletleri ihale ile almaktadır. En uygun teklifi verenden satın almakta. Eğer böyle ise satıştan sadece bir veya birkaç firma faydalanır. Halbuki şehirde toptan ve perakende bisiklet satışı yapan çok sayıda satıcı vardır. Bu satıştan tüm esnafın faydalanmasında yarar görüyorum. Bunun için ihalede en uygun teklif verilen bisiklet fiyatı ailenin hesabına yatırılabilir ya da bisiklet çeki vererek bu kampanyaya katılan ne kadar esnaf varsa vatandaş dilediğinden bisiklet alabilir. Böylece şehirdeki tüm bisiklet sektörü gözetilmiş olur.

Bir diğer husus, binlerce bisiklet belediyeye ek maliyet getirir. Bu sponsorluğu, belediyenin üstlenmesinden ziyade başka STK'ler, dernekler ve yardım kuruluşları üstlenebilir. Konya Müftülüğü Bisikletlerin temini için cuma namazı sonrası yardım sergisi açabilir. Hayırseverlerden yardım toplanabilir. İsterim ki kamu bu işe sponsor olmasın. Kamu, kurum ve kuruluşları, kaynaklarını belediyenin asli görevlerine ayırabilir.

Bu konuda daha önce birkaç defa yazı yazmıştım. Yılda bir bu proje tekrar gündeme gelince yeniden ele almak istedim. Niyetim, pişmiş aşa su katmak değil. Temenni ederim ki proje başarılı olur, amaçlanan hedefe ulaşılır.

12 Haziran 2025 Perşembe

Bankamatik Memurluğu Caiz mi?

Türkiye'de geçmişten günümüze şöyle böyle değil, baya bankamatik memuru var. Sayısını bilmiyoruz.

Halk arasında bankamatik memuru dense de aslında resmiyette kimse bankamatik memuru değil.

Hele bu mesleği icra edenlerin hiçbiri memur değil. Hepsi bir zaman müdürlük yapmış. Vekaleten başladıkları bu görevleri zamanla asalete dönüşmüş. Sonra birileri bunlara kızağa çekerek yerine bir başkasını yönetici atamış. Yeni atadığını da bir süre sonra alıp yerine bir başkasını oturtmuş.

İşte bu kızağa çekilenlere halk bankamatik memuru diyor. Bu tip kızağa çekilenler maaş ve özlük haklarını almaya devam ediyor. Adları da kah uzman kah araştırmacı oluyor. Neyin uzmanı ya da neyi araştırıyor demeyin. Atandıkları kadro adı böyle. Yoksa herhangi bir şeyin uzmanlığını ya da bir şeyin araştırmasını yapmıyorlar.

Bunları maaş ve diğer özlük hakları hesaplarına yatar. Bunlar da ihtiyaç oldukça maaşlarını kullanırlar.

Yerleri, yurtları yoktur. Mesai kavramları da yoktur. Kendilerine neredesiniz, gelin biraz çalışın diyen de olmaz.

Mesai kavramları ve ayrıldıkları kuruma herhangi bir sorumlulukları da olmadığı için bunlar çarşı, pazar, köy, kasaba, tatil merkezleri dolaşır dururlar. Yani 7/24, 365 gün boşlar.

Otur, halk, gel, git denmeyen bu kişiler, emeklilik öncesi emeklilik yaşarlar. Emeklilikten tek farkı emekli maaşı almamaları, çalışan gibi maaş almaları.

Araştırmacı ya da uzman olduktan sonra bunların tek yaptığı, bir uzmanın deyimiyle şöyle: “Şu kadar yıl kamuya hizmet ettik. Bundan sonra karıya hizmet ediyoruz” şeklindedir.

Halkımız bankamatik memuru dediği bu kızağa çekilmiş kişileri görse, bir güzel hoşbeş yapıyor, nerede, ne iş yaptığını soruyor. Görevini söyleyince oh ne güzel diyor. Bankamatik memuru yanlarından gidince başlıyorlar bunların arkasından konuşmaya: "Bunların aldığı caiz mi? Kesinlikle caiz değil, iş yapmadan para almak caiz olmaz" şeklinde kendi aralarında konuşup duruyor.

Kızağa çekilmek suretiyle uzman ya da araştırmacı kadrosuna alınıp herhangi bir görevi ve mesaisi olmayan bu tip yöneticilerin aldıkları maaş caiz mi, değil mi? Bunun üzerinde hiç durmayacağım. Çünkü bu sorunun muhatabı bu tip bankamatik memurları değil, onları kızağa alanlardır. Çünkü bunları bankamatik memuru yapan onlardır. Bunlara maaş ve özlük haklarını vermeye devam edenlerdir. Bunları alanında herhangi bir işte istihdam etmeyip çalışan bir kişi gibi maaş vermeye devam edenlerdir. Bunlardan ve tecrübesinden yararlanmayanlardır. Kısaca bu işin asıl suçluları, bir müddet yöneticilikten sonra bunlara araştırmacı ya da uzman adı altında bir kadro istihdam edenlerdir. Eğer birilerine kızılacaksa eğer birilerine hesap sorulacaksa eğer caiz mi denecekse bunun suçlusu insan kaynağını yerinde kullanmayanlardır. Devletin parasını çarçur edenlerdir.

İnsanları önce yönetici yapıp sonra beğenmedim deyip kızağa çekerek onları bankamatik memuru yapmaktansa, yöneticiliğe getirilecek kişiyi yönetici yapmadan önce "Yöneticilik üzerinden bir şekilde alınırsa asli görevine dönersin" denmelidir. Böylece piyasada bankamatik memuru kalmaz.

4 Haziran 2025 Çarşamba

Allah Arapları Bildiği gibi Yapsın!

Petrol ve doğal gaz gibi yeraltı kaynaklarının dışında, dünyaya verebildikleri bir katma değeri olmayan Ortadoğu'daki Arap ülkelerinin hanedanları, lüks ve şatafat içerisinde bir hayat sürüyorlar. Nasılsa para gani. Toprağın altı verdikçe veriyor.

Bu zenginlikten halkları da nasiplense gam yemeyeceğim. Belki de çoğunun halkı yiyecek ekmeğe muhtaçtır.

Petrol ve doğal gaz zengini bu Arap kralları bu devasa serveti ne yapıyorlar?

Afrika'da açlıktan kırılan insanlara mı yardım ediyorlar? Sanmıyorum. Yardım yapıyorlarsa da devede kulak misalidir.

Yıllardır kanayan yara Filistin'in elinden mi tutuyorlar? Yerle bir olmuş Gazze'yi imar için seferber mi oluyorlar? Hiç sanmıyorum. Servetlerinin zekatlarını bile verseler Filistin ve Gazze'yi imar ederler. Verseler verseler dilenciye sadaka misali sadaka verirler. Bunu da dostlar alışverişte görsün diye yaparlar. Arap ülke liderlerinin Filistin ve Gazze diye bir dertlerinin olduğuna inanmıyorum. Bugün Filistin ve Gazze yok olsa, buralarda tek Filistinli kalmasa, vah diyeceklerini sanmıyorum. Belki de oh be kurtulduk deyip zil takar oynarlar. Bitmiş, tükenmiş Suriye’yi yeniden imar mı ediyorlar? Güldürmeyin beni.

Peki, dünya zengini bu Arap ülke liderleri bu devasa bütçeyi nereye harcıyorlar? Çünkü ne kadar lüks ve debdebeli hayat sürseler de petrol ve doğal gaz geliri harca harca bitmez.

Zenginin parası züğürdün çenesini yorar misali ben de biraz kafa yorayım. Sahi dudak uçuklatan bu serveti Araplar ne yapıyorlar?

Her işi bitirdiler, yapacak hiçbir işleri kalmadı. Başta Müslümanlar olmak üzere dünyada aç ve sefil hiçbir insan bırakmadılar. Hala da paraları olduğuna göre Araplar, futbol endüstrisine yaptırım yapıyorlar. Petrol ve doğal gaz dışında her şeyleri ithal olan bu Araplar futbolcu da ithal ediyorlar. Hem de futbolunun sonuna gelmiş, uzatmalara oynayan nerede ünlü futbolcu varsa, dünyanın parasını ve servetini vererek onları transfer ediyorlar. Başka kulüplerin verdiğinin üç, beş, on katı fark etmiyor onlar için. Yeter ki gelsin. Yönünü ülkelerine dönmeyecek futbolculara öyle uçuk kaçık transfer ücreti veriyorlar ki futbolcular da jübilesine bir kala Arap topraklarına ayak basıyor. İki, üç sene dişimi sıkar, paraya para demem, bir ömür yerim, harca harca bitmez diyorlar.

Bu kadar ünlü futbolcuyu transfer edip dünyanın parasını veren bu Arap kulüplerini gören de bunlar Şampiyonlar ligine katılacak sanır. Adamların tek derdi Asya kupasına katılmak.

Hayırsız evladın baba parasını bu şekil çarçur etmesi dışında geriye kalan serveti başka ne yapıyorlar derseniz, yolda görse yüzüne bakmaz efendileri topraklarına bir bastı. Trilyonca dolarları ticari anlaşma adı altında Trump'a hediye ettiler. Yani borç batağındaki ABD'yi kurtarmak için el verdiler. Ne de olsa din kardeşleri zorda kalmış. Ayaklarına kadar şeref vermiş. Vermeyip de ne yapacaklar? Yeter ki Trump'ın hışmına uğramasınlar. Yere ki Trump bunların ülkelerine gelerek bunların yüzüne baksın. Bir bakışa ülkelerini bile verirler. Ne de olsa varlık sebebi efendilerini memnun etmek birinci vazifeleridir.

Verdiğim bu iki örnek bile Arap ülke hanedanlarının nasıl bir haletiruhiye içinde olduklarını, neyi dert edindiklerini bariz bir şekilde ortaya koyar. Öyle ya insanın kalitesi, nasıl kazandığıyla değil, nasıl ve nereye harcadığından belli olurmuş. Bunların kalitesi de bu.

Ne diyeyim? Allah bildiği gibi yapsın bu sömürge valilerini ve kral görünümlü köleleri...

2 Haziran 2025 Pazartesi

Bazı Meallere Yasak Gelebilir mi?

Torba yasada yapılan değişiklikle Diyanet İşler Başkanlığına yeni görev verildi.

Kanunun verdiği yetkiye dayanarak Diyanet, yazılan mealler hakkında, özel kişi ve kurumların talebi üzerine ya da Başkanlık olarak resen inceleme başlatabilecek veya başkasına incelettirebilecek. Eğer bir mealin İslam dininin temel niteliklerine aykırı olduğu kurul tarafından tespit edilirse, Başkanlık mahkemeye müracaat etmek suretiyle mealin yasaklanmasını, toplanmasını, imha edilmesini, şayet meal dijital ortamda ise yayının durdurulmasını isteyebilecek.

Meal sahibi mahkemeye 15 gün içinde itiraz edebilecek. Ama bu itiraz mealin toplanmasını engellemeyecek.

Bazılarımız meallerin Diyanet tarafından incelenmesini savunabilir ise de bu torba yasa ile yapılan değişikliği ben yasakçı zihniyet olarak görürüm. İslam'ın temel nitelikleri ifadesi sübjektiftir. Bunun sonucunda birçok meale yasak getirilebilir. Çünkü bizler mealden ziyade mealin kim tarafından yazıldığına bakarız. Kişiye ya da kişinin İslami görüşü içimize sinmiyorsa pekala onun mealini de sakıncalı görebiliyoruz. Bir görüşünden dolayı kişiyi İslam dairesinden çıkarabiliyoruz.

Yol yakınken Meclisten geçen bu yasa değişikliğine neşter vurmada fayda var. Değilse meal yasağı ile anılır bu ülke. Üstelik meal yasağının kimseye ve bu ülkeye faydası olmaz. Ayrıca yasakların cezbedici yönü vardır. İnsanımız yasaklanan meali elde edip okumak bile ister.

Meal yasağından ziyade İslam'ın ve toplumun hoşgörüsü ve özgürlük ön planda tutulmalı.

Ki mealler Kur'an'ın aslı değildir. Tercümesidir. Hiçbir meal de Kur'an'ı yerini tutamaz. Mealdeki yanlışlık yazarı bağlar.

İnsanımız meal okuyacaksa rastgele meal alıp okumaz. Bilene sorup hangisini alayım diye danışır.

Çoğu insanımız da tek meal ile yetinmez. Bir ayetin anlamını farklı meallere bakarak test eder. Bu yönüyle çok sayıdaki meali zenginlik olarak görmek gerekir.

Diyanet yine mealler incelesin, inceletsin. Yanlışlıklar varsa meal sahibini ve kamuoyunu bilgilendirsin. "Bu mealin şurasına, burasına, şu kısmına katılmıyoruz. Bu meali tavsiye etmiyoruz. Buradaki yanlışlık veya görüş meal sahibi bağlar" desin. Meal sahibini yanlışından dönmek için ikna edici bir yol ve üslup kullanılsın.

Diyanetin bir başka yapacağı, mealin yanında orijinal sayfaya da yer verilmesini sağlamak olmalı. Ötesi, dediğim gibi yasakçı zihniyettir, işgüzarlıktır.

Sıra Sıra Yardım Kuruluşları

Kayalıpark'tan geçtim kurban bayramı öncesi. Farklı yardım kuruluşları PTT'nin önü boyunca sıra sıra stant açmış. Sayısı dikkatimi çekince üşenmeyip saydım. 13 tane hepsi.

Hepsi kurban bağışı için buradalar. Öyle zannediyorum, hepsi hem yurtiçi bağış alıyorlar hem de yurtdışı. Yurtiçi ve yurtdışı kurban kesim bedelleri hepsinde de farklı farklı.

İçlerinde sadece Konya'ya hitap eden yerel yardım kuruluşu var mı bilmiyorum. Sanırım hepsi Türkiye çapında teşkilatlanmış durumda. Yurtiçi ve yurtdışı bağış aldıklarına göre Konya ve Türkiye dışına da hizmet veriyorlar.

Günlük ve toplamda ne kadar bağış topluyorlar bilmiyorum. Yalnız stantlarda görevli birer kişi dışında statlar genelde boş. Toplanan bağışların ne kadarı yurtiçi ne kadarı yurtdışı bunu da kestirmek mümkün değil. Fakat yurtiçi ve yurtdışı kurban bedelleri arasında uçurum olduğu göz önüne alınırsa zannedersem bağışçıların çoğunun tercihi yurtdışı olur.

Kayalıpark'ta açılan bu stantlar kurban bayramına mahsus. Bir de yine aynı mevkide Hacı Hasan Camisinin önünde sabahtan akşama hasta iki çocuk için açılmış iki ayrı stant var.

Tekrar kurban bağışı için açılmış yardım kuruluşu stantlarına gelirsek, sanırım yardım kuruluşlarının hepsi burada stant açmamış. Çünkü bildiğim kadarıyla Türkiye'de organize yardım kuruluşu bu sayıdan çok fazla.

Neyse biz gelelim sadede. Yukarıda bu yardım kuruluşlarının stantlarında pek kimseyi göremedim dedim. Çünkü yurtiçi ve yurtdışı kurban bağışında bulunacak insanımız bu işi standa gelip yapmaktan ziyade oturduğu yerden Iban aracılığı ile yapıyor. Ayrıca nakit bulundurmasına, standa gelmesine gerek kalmıyor. Bu durumda stantlar gereksiz. Belki tanıtım ve danışmanlık hizmeti yönüyle gerekli olabilir.

Bir diğer husus, yurtiçi kurban bedeli ile yurtdışı kurban bedeli arasındaki uçurum. Bu konuda daha önce yazdığım için burada bunun üzerinde durmayacağım.

Esas değinmek istediğim, ülkede yerel veya ulusal yardım kuruluş sayısının fazlalığı. Bence aynı amaca hizmet eden bu kadar yardım kuruluşu fazla.

Bir de her yardım kuruluşu hem yurtiçi hem yurtdışı kurban bedeli alıyor. Yurtiçi kurban bedelini anlıyorum. Ama her birinin yurtdışı organizasyonunu anlamış değilim. Çünkü yurtdışı organizasyonu zordur ve külfetlidir. Aynı zamanda maliyettir. Madem aynı amaca hizmet ediliyorsa, yardım kuruluşlarının aralarında ülke planlaması olmalı diye düşünüyorum. Pekala her bir yardım kuruluşu bir ülke ya da bölgede kesebilir. Mesela Afrika'daki kurban kesmek istiyorum diyen bir bağışçıya, yardım kuruluşu, o bölgede falan yardım kuruluşu kesiyor. Bağışınızı oraya yapabilirsiniz diyebilmeli. Yardım kuruluşları bunu kendi aralarında halledebilir. Buna devletin ilgili kurumu öncülük edebilir.

Bir diğer husus, gördüğüm kadarıyla tüm yardım kuruluşları genelde aynı tür hizmet veriyor. Pekala yardım kuruluşları daha dar bir alanda hizmet verebilir. Mesela, bir tanesi sadece öğrencilere burs verebilir. Bir tanesi sadece kurban işine bakabilir. Bir tanesi fakirlere yardım edebilir. Bir tanesi aşevi vasıtasıyla yemek dağıtabilir. Bu dediğimle istiyorum ki yardım kuruluşları belli bir hizmet alanında ihtisaslaşmalı. Yeni yardım kuruluşu kurulacaksa hangi alanda boşluk ve ihtiyaç varsa o alana yönelik kurulmalı. Kısaca her yardım kuruluşu her dalda oynamamalı.

Bu dediklerim için yardım kuruluşlarını planlayacak bir çatı kuruluşa ihtiyaç var. Buna da devletin öncülük etmesi gerekir.

Burada güven problemi akla gelebilir. Kişiler bir yardım kuruluşuna güveniyorken diğerine güvenmeyebilir. Aynı şekilde devletin ilgili kurumunun çatı rolü üstlenmesine de sıcak bakmayabilir. Bunlar şeffaflık, denetim, takip ve tedbir ile halledilebilir. Yeter ki bu iş dert edinilsin.

23 Mayıs 2025 Cuma

O Başlar Örtülecek

Fi tarihinde bir İHL'de yaz dönemi teşehhüt miktarı kadar müdürlük yaptım.

TEOG sonucuna göre sınavla öğrenci alan bir okuldu o zamanlar çalıştığım bu okul.

Sonuçlar açıklanmış, kazanan öğrencilerin kaydı otomatik yapılmıştı.

Bir gün okulu kazanan bir kız çocuğu annesiyle okula geldi. Kız ve annesi benimle görüşmek istemiş.

Bahçede iken yanıma geldiler.

Okulu kazanan kız çocuğunda biraz tedirginlik gözlemledim. Anne, bilgi almak için merak ettiği birkaç soru sordu. Ben de cevap verdim.

Yanı başımızda bizi sessizce dinleyen müstakbel öğrenci, "Bir soru da ben sorabilir miyim" dedi. Buyur kızım, elbette dedim.

"Okulda başı örtmek zorunlu mu" dedi. Kızım, zorunluluk diye bir şey yok. İsteğe bağlı dedim.

Bu cevabımdan cesaret bularak "Şimdi ben başı açık okula gelebilirim. Kimse bana bir şey demez değil mi" dedi.

Elbette dedim.

"Okulunuzda başı açık kız öğrenci var mı" dedi.

Var ama azınlıkta. Çoğunluğu başı örtülü. Baskı olmadan, kimse bir şey demeden kendi isteğinle zamanla başını örteceğini düşünüyorum dedim.

Kız, "Ben örtmem" dese sorduğu sorulara verdiğim cevaplar kızı rahatlattı.

Rahatını bozan annesi idi. Çünkü kız başörtüsüne dair her soru sorduğunda annesi, "Örteceksin örteceksin. Mecbursun”, dedi durdu.

Sonrasında anne kız ayrıldılar.

Ortaokulu yeni bitirmiş, yeni liseli olmuş çiçeği burnundaki bu lise namzedi kızın başı açık, annesinin ise kapalıydı.

Belli ki imam hatibe gidersem, başımı örtecekler. Ben başımı örtmek istemiyorum endişesiyle İHL'yi tercih etmek istemedi. Ailesi zorla tercih yaptırdı.

*

Bir hafta on gün sonra yeni öğretim yılı başladı. Okuldan tayinim çıktığı için müdür başyardımcısına, açılış töreninde konuşma yapmasını söyledim. Kendim de öğrencilerin arkasındaki velilerin arasına geçtim.

Müdür başyardımcısı, yeni eğitim ve öğretime dair kısa bir konuşma yaptı. Okulun kurallarını hatırlattı. Bazı bilgiler verdi. Ardından "Başı açık kız öğrenciler görüyorum. O Başlar örtülecek. Başı açık kız öğrenci istemiyorum bu okulda" dedi. Dedi ama başımdan kaynar sular döküldü. İçimden yapma hocam dedim. Çünkü yardımcının bu açıklaması hiç pedagojik değildi. Zorla güzellik olmazdı.

11 yıl öncesi başımdan geçen bu anekdotu bana hatırlatan ve yazıya döktüren ise 20.05.2025 tarihli Anadolu'da Bugün gazetesinde çıkan bir haber.

Habere göre "Hafızlık ve yabancı dil ağırlıklı öğrenci kabul eden bir proje İHO, ilkokul dördüncü sınıfta okuyan öğrenciler için seçme sınavı yapar. Okulunda okumayı hak eden öğrencilerin asıl ve yedek listesi belli olur. Okul müdürü asıl ve yedek listede ismi olan öğrencilerin velileriyle bir bilgilendirme toplantısı yapar. Müdür toplantıda, 'Başı açık öğrencilerin kaydını yapmayacağını' söyler. Okulun sınavını kazanan öğrencilerden bir tanesi de 10 yaşındaki bir kız çocuğu. İddiaya göre okul müdürü başı açık olduğu için kızın kaydını yapmaz. Şikayet üzerine milli eğitim müdürlüğü hakkında inceleme başlatır".

İddianın içeriği bu şekilde. Adı üzerinde iddia. Bu iddianın gerçek olup olmadığı yapılan inceleme sonucunda belli olur. Yalnız 2014 yılında bizzat yaşadığım anekdot gözümün önüne gelince, bu iddia doğrudur ya da aslı yoktur diyemiyorum. Çünkü her müdür ya da okul yönetimi aynı şekilde olmasa da imam hatip okullarının çoğu yöneticileri bu şekil baskıcı düşünceye sahip. İstiyorlar ki isteyerek veya zorla bu başlar örtülecek. Halbuki böyle düşünmek yerine, okula, başı açığı da gelsin, başı örtülü olan da. Zaten bu okullarda okuyan çoğu kız öğrencinin başı örtülü olur. Az sayıda başı açık olanların önemli bir kısmı da zamanla örtünür. Belki de örtmeyen birkaç öğrenci kalır. Varsın bu çocuklar da başı açık mezun olsun. Mezun öğrenci de "Bu okulu başı açık bitirdim. Allah var. Kimse bana baskı yapmadı" deyip belki sonra örtünür. Halbuki baskı ya da mahalle baskısıyla örtünen çocuğun okul dışında veya mezun olduktan sonra başını açması kuvvetle muhtemel. Çünkü istemeyerek örtünmüştür.

Sözümü fazla uzatmadan, ister başlar açılacak densin, ister başlar örtülecek densin. Bu iki zıt görüş de baskıcı zihniyeti temsil eder. Aralarında zıtlık dışında bir fark yoktur. Aynı amaca hizmet eder. İnsanın zihnine ve beynine bakmaktan ziyade kaportaya bakan zihniyettir. Bu zihniyetin ise pedagojik olmadığı, nefret ve tiksinmeyi barındırdığı maalesef bir gerçek.

16 Mayıs 2025 Cuma

Al-Ayyala Dansının Düşündürdükleri

Trump'ın Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirliklerini (BAE) kapsayan tek taraflı ticari gezisi ilginç görüntülere sahne oldu.

Trump hem cebini doldurdu hem de en üst düzeyde ağırlandı. BAE hizmette kusur etmedi. Daha doğrusu hizmette kusur edemezdi. Çünkü ne de olsa iktidarda kalmasını ABD’ye borçlu.

Trilyon dolarlık anlaşmalara imza atarak ülkesine dönen Trump'ın Birleşik Arap Emirliklerinde (BAE) karşılanması hem sanal alemde hem de sosyal medyada yazılıp çizildi.

Karşılama töreni yazılıp çizilmeyecek gibi değil. BAE'nin kültürüne uygun bir tören olabilir ama görüntüler ilginç, bir o kadar da rezilliği barındırıyor.

Güya BAE için geleneksel al-Ayyala dansı imiş bunun adı. Bu dans, önemli konukları karşılamak için misafirperverlik ve birlik sembolü imiş.

Sarayın önünde gelinlik elbisesi gibi beyaz elbiseler giymiş, aynı ebat uzun saçlarıyla, sağlı sollu kadınlar, yan yana dizilmiş. Trump gelirken saçlarını bir sağa bir sola sallamak suretiyle dans yapıyorlar. Kadınların saçlarını bu şekil ritmik şekilde savurması BAE'nin kültürel bir geleneği imiş.

Kadınların bembeyaz elbiseleri içerisinde upuzun saçlarıyla başlarını sallaması görüntülerini izleyince, siz ne dersiniz bilmiyorum ama ben çok garipsedim, üzüldüm.

Müslümanlar bir taraftan Mehmet Akif’in, "Bacımın örtüsü batmakta rezilin gözüne/Acırım tükürüğe billahi tükürsem yüzüne" şiiriyle büyüsün. Hepsi olmasa da büyük bir çoğunluk haremlik selamlık uygulasın. Hanımını, kızını göstermemeye çalışsın. Kızların başı açılmasın. Zira Allah'ın emri diye mücadele etsin. Başörtüsü bizim kırmızıçizgimiz desin. Diğer taraftan da önemli birini karşılamak için uzun saçlarıyla başlarını bir sağa bir sola çevirerek saçlarını savursunlar. Yani Trump'a arzı endam etsinler. Tek kelimeyle rezalet ve maskaralık.

Bir ülke bir insan kendini rezil etmek ve Gülünç duruma düşürmek istese bu derece başarılı olamaz.

Ben böyle kültürün böyle geleneğin böyle dansın böyle İslam anlayışının içine tüküreyim dedim içimden. Yalnız tükürüğüme yazık.

Görüyorum ki çağdışı kalmış kültürü ve geleneğiyle bu zihniyetin dünyaya verebileceği bir şey yok. Omurga zaten yok. Bu görüntülerine bu ülke, ne kadar parası olursa olsun, ne derece lüks içinde yaşarsa yaşasın, daha göçebelikten ve bedevilikten kurtulamamış.

Önemli görüp trilyon dolara imza attıkları kişi de Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren, Gazzeliye hayatı dar eden İsrail’in en büyük destekçisi. Üstelik önemli görülen bu misafir, Gazze’yi Filistinlilerden arındırmayı planlıyor. Görünen o ki Gazzelinin en büyük düşmanı, ABD’nin dümen suyuna girmiş, ABD’ye para akıtan, güya aynı soy ve dine inanan bu Arap ülkeleri. Biz hiç düşmanı sağda solda aramayalım.

Vah yazık vah...

Not: Al-Ayyala, Umman'ın kuzey batısında ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin her yerinde uygulanan popüler ve etkileyici bir kültürel performanstır. Al-Ayyala, ilahiler, davul müziği ve dans içerir. Birleşik Arap Emirlikleri'nde, geleneksel elbiseler giyen kızlar önde durur ve uzun saçlarını bir yandan diğer yana savururlar. Melodi, düzensiz tekrarlanan bir düzende yedi tondan oluşur ve ilahiler duruma göre değişir. Al-Ayyala, hem Umman Sultanlığı'nda hem de Birleşik Arap Emirlikleri'nde düğünlerde ve diğer şenlikli günlerde icra edilir. (UNESCO)

2 Mayıs 2025 Cuma

Esra Erol Hutbesi *

Diyanet kişiye özel hutbe irat etmeyi sevdi galiba.

Dezenformasyon bilgi yaydığı için Hucurat süresinin ilgili ayetlerini okuyup açıklayarak önce Rasim Ozan Kütahyalı ile ilgili bir hutbe verdi.

Şimdi de çarpık ilişkileri gündüz kuşağına çıkartarak zinayı özendiriyor diyerek Esra Erol’u hedef alan bir hutbe okuttu.

İkilinin hutbelerini hatip okurken aha bu Rasim’in, aha bu da Esra Erol’un hutbesi dedim. İkisini de kıskandım doğrusu. Ekranlardan inmeyen bu ikili nihayet camiye de girdi.

Bu günler geçer de yıllar sonra bu ikili, adımıza hutbe bile okundu diye çoluk ve çocuklarına anlatacaklar.

İşin garibi çoluk çocuğuma ve torunlarıma anlatacağım böyle şanlı bir geçmişim maalesef yok.

Malumunuz bu haftanın (2.5.2025) hutbesi zina üzerine idi.

Çok fazla uzatmadan Esra Erol’un kastedildiği hutbenin ilgili bölümüne burada yer vermek isterim:

“Dijital mecralarda yaygınlaşan, evlilik müessesesini istismar eden sohbet ve evlilik siteleri, gençleri evlilikten uzaklaştırmakta, zinaya sürüklemektedir. Dostluk ve dertleşme gibi düşüncelerle başlayan kadın erkek arkadaşlıkları kişileri, zina batağına çekmektedir. Hâsılı, göz, harama baka baka; kulak, günahı dinleye dinleye; dil, kötülüğü konuşa konuşa zinaya alışmakta, sonrasında bu çirkin fiili işlemek sıradan hale gelmektedir.
Değerli Müminler!
Kötülüğün işlenmesi kadar onun yaygınlaşmasına zemin hazırlamak da büyük bir günah, ağır bir vebaldir. Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de, “Müminler arasında ahlâksızlığın yaygınlaşmasını isteyenlere dünyada ve ahirette can yakıcı bir azap vardır...” buyurarak bu hususa dikkatlerimizi çekmektedir. Bu sebepledir ki insan onurunu ayaklar altına alan zinanın ve ona götüren yolların magazin programlarına malzeme olması asla kabul edilemez. Çok nadir görülen çirkin bir hadisenin, çarpık bir ilişkinin, bazı gündüz kuşağı programlarında, sinema ve dizilerde reyting uğruna haftalarca gündemde tutulması, toplumun dini ve ahlaki değerlerini hiçe sayan büyük bir sorumsuzluktur. Aile birliğine zarar veren zinayı işleyenlerle, bunların yaptığı kötülükleri ekranlara taşıyan ya da sosyal medyada paylaşanlar aynı günahın ortaklarıdır”.

Görünen o ki Diyanet kabuğunu kırdı. Sansasyonel haberlere ve toplumsal infiale sebebiyet veren programları hutbe konusu edinmeye başladı. Bu geleneği devam ettirirse, bundan sonra bu tür kişiye özel hutbeleri çok dinleyeceğiz. Çünkü bizde bu tür gündem eksik olmaz.

Bu arada Diyanet’e de bir önerim olacak. Namazlardan sonra illa yardım toplanmaya devam edilecekse, kişiye özel hutbelere yer verdiği zaman namaz sonrası açılan yardım sergisi de hutbe konusuyla orantılı olursa daha iyi olur. Mesela Rasim’in hutbesinde, dezenformasyon bilgi yaymasından dolayı mağdur olanlara toplansa yardım.

Yine Esra Erol hutbesinde de evliliği sıkıntıya giren veya parasızlıktan dolayı evlenemeyen gençlere toplanabilir yardım.

*05.05.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

30 Nisan 2025 Çarşamba

Vicdanlara Bırakılan Değerler

Deprem, sel baskını, yangın, dolu gibi doğal afetler olduğunda, ramazan orucunda ve kurban bayramında fiyatlar katlanır.

Böylesi durumlarda insanımız, "Bunlar fırsatçı. Ahlak, Allah korkusu ve vicdan yok" gibi serzenişlerde bulunur.

Bu durum yani fırsatçılık bildim bileli böyle.

Peki, insanımızda Allah korkusu, ahlak ve vicdan olduğunda fırsatçılık olmayacak mı?

Kanaatime göre yine olur. Çünkü insanımızın eline fırsat geçmeye görsün. Mutlaka değerlendirmek ister. Fırsatçılık yapan kimse de "Serbest piyasa değil mi? İstediğime satarım. Üstelik maliyetler arttı. Çoluk çocuğumun rızkını da düşünmek zorundayım. Sonra dövizin durumunu görmüyor musun" gibi gerekçeler üretir.

Durum bu iken "Ahlaklı nesil yetiştirmek lazım. Dindar nesli çoğaltmak lazım" demek suretiyle bireyin eğitilmesinin gerekliliğine vurgu yaparız.

Elbette çocuklarımız milli ve manevi değerlerle yetişsin. Dindar olmaları için gerekli çabayı gösterelim. Ama tek başına dini eğitim, dindar nesil, milli ve manevi değerlere bağlılık, barış ve huzurun gelmesi ve fırsatçılığın kalkması için yeterli olamaz. Çünkü kişilerin vicdanına ve insafına bırakılan bu değerlerin bir yaptırımı yoktur. Yaptırımı olmayan değerlerin ise toplumda çok bir etkisi olmaz. Herkes bildiğini okumaya devam eder.

Çocukların eğitimi için çaba sarf ederken bir taraftan da denetim ve yaptırımın olduğu müeyyideleri kanun maddesi haline getirmek gerekir. Kanuna koymak yeterli mi? Yeterli olmaz. Çünkü uygulanmayan kanun da tıpkı ahlak, Allah korkusu ve vicdan gibi olur. Bu yüzden konan kanun tavizsiz bir şekilde uygulamaya konmalıdır.

Kanunlar tavizsiz uygulansa, uymayanlara cezayı müeyyide uygulansa toplum düzelir. Değilse bir arpa boyu yol alamayız. Yine aynı konulardan şikayetçi olmaya devam ederiz.

Mesela ÖSYM her sınavın kılavuzunu her yıl yayımlar. Nelerin yasak olduğu kurallarını belirler. ÖSYM koyduğu kuralların uygulanıp uygulanmadığının denetimi yapar. Tüm kuralları tavizsiz uygulatır.

Kanunla belirlenen kurallar da tıpkı ÖSYM gibi olmalıdır.

Bir başka örnek vermek istersek, Zambaklar ülkesi diye bilinen Finlandiya halkı, bir zamanlar kaba, saba kişilerden oluşurken konan kuralların uygulamasıyla o kaba, saba diye bilinen halk kendine çekidüzen vermiştir. Devlet bu işi kanuna koyduğu ağır müeyyide ile çözmüştür.

Bizim ülke insanımızın Beyaz Zambaklar ülkesi gibi olmaması için hiçbir sebep yok. Devlet kanuna koyduğu kuralların denetim, uygulama ve müeyyidesini belli bir süre ÖSYM’ye bıraksa ya da ÖSYM benzeri bir mekanizma kursa, kısa zamanda büyük mesafe alırız.

Örnek Bir Dini Lider

Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri Papa Francis, 21 Nisan Pazartesi günü 88 yaşında hayatını kaybetti.

Vefatının ardından hakkında yazılıp çizilenler şunlar:

12 yıllık papalık görevi için maaş almayı reddetmiş. Maaşını kilise fonlarına ve hayır işlerine harcamış.

Papalık Sarayı yerine misafirhanede kalmayı tercih etmiş.

Sade kıyafetler giymiş.

Üzerinde kayıtlı hiçbir mülk bırakmamış.

Kişisel banka hesabı da yokmuş.

Geride sadece 100-150 dolar para bırakmış.

Papa Francis inancı kendisine. Yalnız görünen o ki imkanlar içerisinde yoksulluğu seçmiş. Ne yer ne içersem kâr, günümü gün edeyim dememiş. 

Aldığı veya kiraladığı araba ile anılmamış. 

Kısaca Francis itibardan tasarruf olmaz dememiş.

İnancı kendisine Papa’nın. Yalnız mütevazı ve sade yaşantısı, başta din adamları olmak üzere devlet başkanlarına da örnek olacak türden.

Papa arkasında yüklü miktarda servet bıraksaydı, sağlığında tahsis edilen sarayda kalsaydı, öyle zannediyorum, bu kadar dikkat çekmezdi.

Ümit ediyorum ki Francis’in bu sade yaşantısı örnek alınır.

Gönlüm isterdi ki örnek verdiğim kişi Papa değil de bizden biri olsun. 

Ne diyelim, darısı bizdeki Diyanet İşleri Başkanına, tarikat şeyhlerine, devleti yönetenlere... 

26 Nisan 2025 Cumartesi

Yurtiçi ve Yurtdışı Kurbanlık Bedelleri *


Diyanet İşleri Başkanlığının açıkladığı 2025 yılı yurtiçi ve yurtdışı vekaletle kurban kesme bedelleri dikkatimi çekti. Buna göre yurtiçi bedelini 13.500 lira, yurtdışını ise 5.450 lira olarak açıkladı.

Diğer yardım kuruluşlarının kurban bedellerine bakmadım.

Diyanet her kıtada keseceği kurbanlık bedeli için her kıtada tek fiyat belirlerken diğer yardım kuruluşlarının her bölge için farklı kesim ücreti belirlediğini görmek mümkün.

Diğer yardım kuruluşlarının kesim bedellerini bir tarafa bırakarak Diyanetin belirlediği kesim ücreti üzerinden değerlendirme yapalım.

Kurban bayramına bir aydan fazla bir zaman olduğu için yurtiçinde kurban bedellerinin nerelerde olacağını şimdiden kestirmek mümkün değilse de 13.500 liraya normal bir küçükbaş almanın zor olacağını söyleyebilirim.

Esas değinmek istediğim, yurtiçi kurban bedeli ile yurtdışı kurban bedeli arasındaki uçurum. Yurtiçi bir kurban bedeli ile yurtdışında yaklaşık üç kurban kesmek mümkün. Garipsediğim nokta da burası.

Normal şartlarda yurtiçi kurban bedeli daha uygun, yurtdışı daha pahalı olması gerekirken tersi bir durum söz konusu.

Bu durum sadece bu yıla mahsus bir fiyat farkı değil, bildim bileli böyle.

Nedense bizde kurbanlıklar cep yakarken yurtdışında ise uygundan da öte çok ucuz.

Yurtiçi ve yurtdışı kurban kesim ücretleri arasında bu şekil uçurum varken, keseceği kurbanlığı bağışlamak isteyenler arasından, kaç kişi yurtiçi için vekalet verir? Yurtdışına gönderirim. Aynı fiyata iki hatta üç kurban keserim diye düşünmesi kadar normal bir şey olamaz.

Elbette kurban bağışçısı, kurbanını istediği yerde kestirme hakkına sahip ise de bu fiyat uçurumu, kişiyi ister istemez yurtdışını tercihe yöneltir. Yurtdışındaki insanlar daha fazla ihtiyaç sahibi olabilir. Yalnız bu ülkede de azımsanmayacak ihtiyaç sahibi olduğu bir gerçek. Çünkü bu ülkede askıda ekmek, askıda süt, askıda sebze ve meyve uygulaması var.

Yeniden yurtiçi ve yurtdışı kurban bedelleri arasındaki uçuruma dönersek, bu uçurum, ülke ekonomisindeki vahim tabloyu göstermesi bakımından üzücüdür. Paramızın pul olduğunun bir göstergesidir. Bu ülkede fiyatların normal olmadığına bir örnektir. Hayat pahalılığının yine bel bükmeye devam ettiğine dair acı bir tablodur.

Bir gün yurtiçi kurban kesim bedelinin, yurtdışı kurban bedelinden daha düşük olduğunu görürsem, bu ülkede ekonominin normalleştiğine ve iyiye doğru gittiğine inanacağım. Bekleyip göreceğiz. Yurtiçi ile yurtdışı kurban bedeli aynı olursa, bu da kabulümdür.

*02.05.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

21 Nisan 2025 Pazartesi

Merinos Halı'ya İtibar Suikastı mı Yapılıyor?

Ne zamandır Merinos Halı ile ilgili bu paylaşım sosyal medyada dolaşımda. Bazen paylaşımlara bir ara verilir, sonra yeniden paylaşımlar yapılır.

Genelde bu tür paylaşımları dindar, mütedeyyin, dini eğitim almış, dini hassasiyeti yüksek kişiler paylaşıyor. İçlerinde din görevlileri ve ilahiyat eğitimi almış kişiler de çoğunlukta.

Güya, Merinos Halı'nın sahibi, fabrikasında çalışan personelin cumaya bile gitmesine izin vermiyormuş. İşyerinde de mescit açılmasına izin vermemiş.

Merinos Halı ile ilgili iyice kabak tadı veren bu tür paylaşımların aslı astarı var mı diye o değilden sanal aleme göz gezdirdim.

Yaptığım araştırmada hem namaz yasağına dair hem de bırakın yasağı, fabrikada mescit olduğu gibi civar camilere cuma için işçi taşıyan servis konduğuna dair haberlere rastladım.

Aşağıda kısa kısa bu açıklamalara ve parantez içinde de kaynağına yer vereceğim.

"Merinos halının sahibi İbrahim Erdemoğlu, işçilerin ibadet hassasiyetine sağduyulu bir şekilde yaklaşarak, fabrikada 11 mescit açtı. Fabrikanın çeşitli bölümlerinde bulunan işçi sayılarına göre büyük ve küçük mescitler açan Erdemoğlu, ayrıca Cuma günleri işçilere özel olarak en yakın camiye servis kaldırıyor. İşçiler artık rahat bir şekilde vakit ve Cuma namazlarını kılabiliyor". (Yeni Akit, Risale Haber)

Dün Merinos Halı’nın sahibi, Erdemoğlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Sayın İbrahim Erdemoğlu’nun “Biz inançlı ve dini bütün insanlarız. Kesinlikle çalışanlarımıza namaz kılmayı yasaklamadık. Değil bir işçinin inançlarından ötürü ibadetini engellemek, dilini, dinini, mezhebini, ırkını, siyasi görüşüne hayatta ayrıcalık yapılmamıştır. Bir tane çalışanım da bize böyle bir saygısızlık yapıldı derse işletmenin tamamını kapatırım” şeklinde yapmış olduğu açıklama yine her türlü izahtan varestedir. (Adıyaman Ses)

Erdemoğlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Erdemoğlu, kurumda cumaya gitmenin yasaklandığı ile ilgili olarak da şunları kaydediyor: “Merinos ülkemize camiler, okullar, yurtlar, sağlık ocakları yaptırmış bir kurumdur. Merinos kurumunda kesinlikle cuma namazına yasak koymamız söz konusu olamaz. Tüm çalışan arkadaşlarımızın cuma namazı ibadetlerini sağlıklı ifa edebilmeleri için fabrikamızdan servis konulmuştur. Tüm inançlara saygılıyız.” (Yenişafak)

Gaziantep'te 20 sivil toplum örgütü, işçilerine namaz yasağı koyduğu için Merinos Halı'nın merkez fabrikasının önünde basın açıklaması yaptı. (Habername)

Merinos Halı'ya dair dört kaynağa yer verdim. Verdiğim dört kaynak da 2010 yılına ait.

Üç tanesinde işçilerin cumaya gitmesinin engellenmesi bir tarafa, fabrikada mescitler açıldığından, civar camilere cuma için servis kaldırıldığından bahsederken bir haber sitesi cumaya yasak konduğundan bahsediyor.

Yıl 2025 olmasına rağmen 2010 yılında belki de bir yanlış anlaşılmadan kaynaklı haberlere, hala günümüzde sosyal medyada yer verilmesi ilginç. Üstelik Yenişafak hariç diğerleri küçük siteler. Merinos'a ait olumlu ve olumsuz haberler dijital ortamda varken araştırılmadan firmaya itibar suikastı yapılması ya cehalet ya da kasıt ve art niyetin bir göstergesidir.

Durum bu iken "bir fâsık size bir haber getirirse, doğruluğunu araştırın" ayetini iyi bilenlerin, firmaya ait bu paylaşımları ne Müslümanlığa sığar ne de insanlığa. Bu konularda dikkatli olmak lazım. Önümüze düşen her şeyi doğru diye paylaşmayalım. Her gördüğümüzü ve önümüze düşeni paylaşmak bize günah olarak yeter.

Aslı astarı olmayan bu paylaşımları görünce şu anekdot aklıma geldi. Bir arkadaş bir vaizin FETÖ'cü şikayeti üzerine uzun süre açıkta kaldı. Sonunda mahkemeye çıktı. Hakim mahkemede "Bu arkadaşın FETÖ'cü olduğunu nereden biliyorsun" diye şikayetçiye sorar. Şikayetçi, "Ben bunun FETÖ'cü olduğunu duydum. Başka da hakkında bir şey bilmiyorum" deyince, şikayetçiye ne iş yaptığını sorar hakim. Vaizlik yaptığını öğrenince, "Sen Hucurat süresi 6.ayeti kürsüde nasıl açıklıyorsun? Ayıp bu yaptığın diyerek vaizi azarlar ve arkadaşın göreve iradesine hükmeder. Burada duyularla iftira atanın bir vaiz olduğu gerçekten düşündürücü değil mi? 

Gördüğüm ve anladığım kadarıyla Merinos Halı'ya ait paylaşımlar da birer duyumdan ibaret ve bu duyum 2010 yılından beri dolaşımda. Tek kelimeyle sözün bittiği noktadayız. Vah yazık bize. 

Not: İlgi gösterenler için alıntı yaptığım sitelerin adresini yazıyorum:

https://www.risalehaber.com/merinos-namaz-kilmak-isteyen-isciyi-duydu-124123h.htm

https://www.yenisafak.com/gundem/5-bin-calisana-patronluk-firsati-326099

https://adiyamanses.com.tr/rPJTepzi

https://www.habername.com/haber-gaziantepten-merinosa-sert-tepki-50201.htm

18 Nisan 2025 Cuma

KKTC'de Neler Oluyor? *

Laikliğin sert ve tavizsiz uygulanması sonucunda, Türkiye uzun yıllar başörtüsü ve kılık kıyafet sorunu, laik ve anti laik gerilimi yaşadı. Partiler ve halk kutuplaştı. Başörtüsü gericilik, başı açıklık ise ilericilik gösterildi.

Başörtüsü dini bir simgedir. Okullara bu simge ile girilemez. Kamusal alanda başörtüsü takılamaz dendi. Üniversitelere başı örtülü kız çocukları alınmadı. Kayıt dönemlerinde başı örtülü çocuklar ikna odalarına alındı.

İkna olmayan kız çocukları okulunu bıraktı. Kimi başını açıp derslere girdi kimi de peruk vb. şeyler takmak suretiyle derslerine devam etti.

İnancın önündeki bu engelin kaldırılması için ülke çapında başörtüsüne özgürlük mitingleri, yürüyüşleri ve protesto eylemleri yapıldı.

Kamusal alanda başörtüsü ile görünen çalışanlara 28 Şubat sürecinde disiplin işlemleri yapıldı. Başını açmamakta direnenler görevden el çektirildi.

Partiler de ikiye bölündü. Eğitim ve öğretim engellenmesin diye üniversitelerde kılık kıyafet serbesttir türünden bir madde ile Anayasada yapılan değişiklik "411 el kaosa kalktı" şeklinde duyuruldu. Bu değişikliğe öncülük eden partiye kapatma davası açıldı. Anayasa Mahkemesi üyeleri oy çokluğu ile partinin kapatılmasına karar verdi. Nitelikli çoğunluk olmadığı için parti kapatma uygulamaya geçmedi.

Seçimlere başörtüsü damgasını vurdu. Kimi başörtüsüne özgürlüğü savundu kimi de yasağı. Hem yasağı savunanlar hem de yasağa karşı çıkanlar bu süreçten ekmek yedi.

Yargı ve kurumlar da yasaktan yana tavır aldı.

Kısaca bu süreçte başı örtülü olan yandı, başörtüsünü savunan da yandı.

Sonuçta başörtüsüne özgürlük diyenler büyük zafere imza attı. Yasağı savunanlar ise kaybetti. Bugün ülkede başörtüsü üzerinden bir tartışma yok. İsteyen, kamusal alanda başını örtebiliyor.

Kaybedenler sadece yasağı savunanlar değildi. Ülke de kaybetti. Çünkü Türkiye'nin uzun yıllarını alan, mağduriyetlere sebep olan bu gereksiz mücadele, ülkeye çok şeyler kaybettirdi. İnsanımız yok yere kutuplaştırıldı. Bugün bu yönde bir kutuplaşma olmasa da çoğumuzun bilinçaltında bu kutuplaşmanın izleri var. Yeter ki birileri yeniden deşelesin. Bu hastalığımız yeniden depreşir.

Niyetim, uzun yıllarımızı heba ettiğimiz başörtüsüne değinmek, bu süreci anlatmak değildi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti okullarında yaşanan başörtüsü yasağı haberlere konu olunca, ister istemez Türkiye'de bir zamanlar yaşanan bu yasağa dikkat çektim ve kendi kendime dedim ki bizim yıllarımıza mal olan başörtüsü yasağını şimdi KKTC yaşıyor. Belli ki KKTC yetkilileri ve insanı, ana vatan Türkiye'nin yaşadığı bir süreçten ibret almamış ve yeni yaşamaya karar vermiş. Belli ki KKTC bizi çok gerilerde takip ediyor. Belli ki bizi bu konuda hocası olarak görüyor. Halbuki bu yasağın faydası olsaydı, bu ülke görürdü bu faydayı. Gel de bunu Kıbrıslı soydaşlarımıza anlat.

KKTC'nin etkili ve yetkili kişileri! Yanlış yoldasınız. Bizim dünümüzü değil, bugünümüzü örnek alın. Çünkü bu yasağın kimseye faydası yok. Yok yere gerilimi tırmandırmayın. Bilin ki bu yasak ülkenizin huzur ve mutluluğunu kaçırır. Gelin vazgeçin bu yasakçı zihniyetten. İyi bir laik, iyi bir dindar olmayı değil, iyi bir insan olun. Aranızda empati yapın. Birbirinizin giyim ve kuşamına saygı duyun. Birlik olun. Birbirinizin mutsuzluğu üzerine mutluluk kurmayın. Yoksa kaybeden sizler olursunuz.

Ki sizin birlik olma zamanınız. Kılık kıyafet yasağı ve bu tartışmalar üzerinden yıllarınızı yok yere heba etmeyin. Sizin bu gereksiz tartışmadan ziyade yapacağınız çok şey var. Daha devlet bile olamadınız. Dünyada sizi tanıyan ülke yok. Türkî Cumhuriyetleri bile Güney Kıbrıs'ta büyükelçilik açarken sizin bu işleri bırakıp bir araya gelip iyi bir diplomasi yürütmeniz ve ülkenizin tanınması için çaba sarf etmeniz gerekir. Sizin elzem konunuz budur. Gerisi, birbirinizi alt edemeyeceğiniz zaman kaybıdır.

*23.04.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

12 Nisan 2025 Cumartesi

Mücadelelerde En Etkili Silah *

“Konstantin, Rum hükümdarı olduğunda yaşı ilerlemiş ve ahlakı da kötüleşmişti. Ayrıca cüzzam hastalığına yakalanmıştı.

Halk onu tahttan indirmek istedi ve bunu ona bildirip şöyle dediler:

“Tahtı bırak. İçinde bulunduğun nimet ve imkânlardan hiçbir şey kaybetmeyecek şekilde sana mal-mülk vereceğiz.”

Konstantin danışmanlarıyla istişare etti, ona dediler ki: “Sen halkla baş edemezsin. Onlar seni tahttan indirmek için birleştiler.”

Konstantin: “Peki çözüm nedir?” diye sordu.

Danışmanları: “Dini kullanarak çözüm bulacaksın. …Hristiyanlık dinine girer ve insanları bu dine davet edersin. Böyle olunca insanlar ayrılığa düşecektir. Sana itaat edenlerle birlikte isyan edenlere karşı savaşırsın. Şu bir gerçek ki din uğruna savaşan hiçbir millet asla kaybetmez” dediler.

Konstantin bu denilenleri yaptı ve Rumlara karşı zafer kazandı. Onların kitaplarını ve felsefi eserlerini yaktırdı. Kiliseler inşa edip insanları Hristiyanlığa davet etti”. (İbn Miskeveyh, Tecaribü’l-Ümem, I, 111.)

Kıssadan hisse, Konstantin, altından kaymakta olan iktidar koltuğunu koruma yolu olarak çareyi dine sarılmada bulmuş. Hikayeden anlaşıldığına göre bunda da başarılı olmuş. Yine bu hikayeden anlaşıldığına göre Konstantin din silahını kullanmadan önce Hristiyanlığa inanmıyor. Bunun için önce Hristiyanlığa giriyor, sonra hem Hristiyanlık propagandası yapıyor hem de kiliseler inşa ediyor. Kısaca dinin yılmaz bir savunucusu ve koruyucusu olup çıkıyor.

Dini ilk kullanan Konstantin mi, daha önce başka iktidar sahipleri de dini bu şekil kullandı mı bilmiyorum. Bildiğim, Konstantin’den sonra dini kullanan kullanana. Üstelik bu kullanma sadece iktidarda kalmak için değil, iktidara gelmek için de kullanılıyor. Belli ki din rekabette etkili bir silah. Bu silahla yola çıkanların mağlup olması mümkün değildir. Çünkü kimse din üzerinden yapılan satışla başa çıkamaz ve rekabet edemez. Yoluna din ile çıkanlar rakiplerine göre maça her daim 1-0 önde başlarlar. Çünkü din, halkı motive etme, kenetleme ve taraftar kazanma, aynı zamanda kutuplaştırma özelliğine sahip.

Gerçekten amaç iktidar olmak ve iktidarda tutunmak olunca, din burada bir aparat bir araç olmakta.

İktidar sahiplerinin hedefinde iktidar olmak ya da iktidar kalmak var. Ama rakiplerle rekabet ise din üzerinden yürütülmekte. Özellikle zorda kalındığı durumlarda din iyi bir araç olmakta. Dinî kullananlar dinin yılmaz savunucusu olur, karşı tarafta rakip olarak belirledikleri ise din düşmanı, dini özgürlükleri kısıtlamak isteyen olarak gösterilir. Buna dava denir, uğruna ölürüz denir. Olur biter. Din düşmanı damgası yiyenler ise bu algıdan kolay kolay kurtulamaz. Hep savunmada kalırlar.

Din sadece iktidar olmak için değil aynı zamanda savaşlarda da kullanılır. Avrupalı devletlerin Osmanlı ile yaptıkları savaşın gerisinde ekonomik ve toprak elde etme sebepleri varken, halkı savaşa katmak ve haklı olduklarını göstermek için dini öne sürüyorlar. Bundandır ki bu savaşlar tarihe Haçlı Seferleri diye geçmiştir.
Yine İsrail, devletinin küçücük toprağını genişletme hedefini arzımevûd (vaat edilmiş topraklar) demek suretiyle yayılmacılığına din sosu veriyor.

Aynı şekilde Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlının da yaptıkları çoğu savaşlara, ila-yı kelimetullah ve fetih demek suretiyle toprak elde etmeye başka bir anlam yüklediklerini söyleyebiliriz.

Kısaca dinler hemen hemen her alanda kullanılmaya müsait ve birilerinin emellerini ve hedeflerini gerçekleştirmek için kullandıkları en büyük silahtır.

*14.04.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

6 Nisan 2025 Pazar

Yağmur ve Zekât Kıyası *

Ramazan bayramı tatiline denk gelen cuma namazını bir arkadaşla beraber Larende caddesindeki bir camide kıldım.

Ezana yakın camiye girdik. Cami ortasındaki minberin sağındaki bir yere oturduk. Ezan da başladı bu arada. Aynı zamanda kendisini görmesem de bir vaizin konuşması geldi kulağıma. "Bu gece Kadir gecesi olabilir. Yarın da arife gününü idrak edeceğiz" diyordu.

Yanımdaki arkadaşa, bu ne iş dedim. "Konuşma banttan olmalı" deyince, jeton düştü.

Ezanın bitimi sünnetleri kıldık. Hatip hutbe irat etmeye başladı. Hutbe, “çocuğun yetişmesinde ailenin rolü" konulu bir hutbe idi.

Hutbenin sonunda hatip yağmur kıtlığından bahsetti ve zekât vermenin önemine işaret etti. Ardından peygambere atfettiği bir hadis okudu: "Hangi millet mallarının zekâtını vermezse mutlaka gökten yağmur kesilir. Hayvanlar da olmasaydı tek damla yağmur düşmezdi" dedi. Hutbeyi bitirdi.

Çıkışta, başı ve sonu farklı olan hutbe metnine İnternetten baktım. Metinde zekât ve yağmur ilişkisinden bahseden bir parantez yoktu. Belli ki hutbe metninin sonuna hatip ekleme yapmıştı.

Yolda yürürken arkadaş konuyu açtı. İmamınki de iş. Avrupa'da zekât mı var ki her gün yağmur yağıyor neredeyse" dedi. Ben de ah bu kıyası imam da yapabilseydi dedim.

Öyle ya zekât bildiğim kadarıyla İslam dininde var. Diğer dinlerde oranı ve şartları belli böyle bir ibadet ve yardımlaşma yok. Yani zekât vermemelerine rağmen dünyanın çoğu yerine yağmur yağıyor.

Bizim Karadeniz'e de durmadan yağmur yağar. Karadeniz halkı eksiksiz zekâtını veriyor da ondan mı yağmur yağıyor?

Tüm bunları ve daha fazlasını hutbeye çıkıp yüzlerce kişiye metinden veya irticalen konuşan hatibin düşünmesi gerekir. Biraz sorumluluk sahibi olması lazım. Mikrofonu ve sessiz cemaati görünce, doğru-yanlış içindekini boşaltmaması gerek. Lafın nereye varacağını hesap etmesi lazım. Sorumluluk bunu gerektirir.

Hurafe ve duyumların hutbe ve vaaza taşınması, herhangi bir kaynakta da olsa görüp okuduğunu aktarması, buna da peygamberi alet etmesi olacak şey değil. Bu yaptığı peygambere de en büyük iftiradır.

İmamın derdi hepimizde olduğu gibi yağmur yağmaması ise "Susuzluk kapıda. Suları tasarruflu kullanalım" diyebilirdi. Zekât eksikliğini hissediyorsa, "İmkanı olan kardeşlerimiz, ihtiyaç sahiplerine zekatlarını vererek onları sevindirsin" diyebilirdi.

Bunları usulünce dile getirmek varken yağmurun yağmamasını zekât vermemeye indirgemesini ne akıl ne mantık ne din kabul eder. Çünkü yağmurun yağma şartları bellidir. Yağmurun zekatla bir bağı yoktur.

Kimse, efendim, okuduğum bir hadis. Falan kaynakta yazıyor. Ben kendimden bir şey katmadım gibi bir savunma yapmaya kalkmasın. Nasıl ki her duyduğunu aktarması kişiye günah olarak yeterse, her yazılanı akıl süzgecinden geçirmeden aktarması da kişiye günah ve vebal olarak yeter de artar bile.

Nedense herhangi bir olumsuzlukta insanımızı suçlamayı marifet biliyoruz. Ayıptır ayıp. Mesela bir insan tanırım. Elinden Kur'an düşürmeyen, ibadetlerine devamlı biri. Bunun da oğlu hastalanmıştı. Yaşı büyük olmasına rağmen idrarını kaçırıyordu. Adam bunun neyi var deyip çocuğunu doktora götüreceği yerde "Ne olacak? Beynamaz olunca işte böyle hasta olur" dedi. Bu sözleri duyunca pes doğru diyebildim kendi kendime.

Bir diğer husus, bu imam daha önceden yapılmış bir konuşmayı banttan verdi diyelim. En azından bu vaazı ezanla birlikte kapatsaydı, hatibin Kadir gecesi ve arifeden bahsettiği kısmı kimse duyup şaşırmazdı. Ciddiyetten uzak gördüm imamın bu tavrını da.

Aman, kime ne diyorum. Yağmur ile zekât bağlantısını kuran birinden ben ne hassasiyet bekliyorum.

Diyanet, bu şekil sapla samanı karıştıran, az bir mantık dahi yürütemeyen personeli için gönderilen metnin dışına çıkılmaması talimatı vermesinde fayda var.

*11.04.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.