Siyasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Siyasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ağustos 2025 Çarşamba

Kaporta Zihniyeti Değişmeli

Bu ülke giyim kuşam ve dış görünüşten çok çekti. Ben buna kaporta diyorum.

Toplum olarak kaportaya verdiğimiz önemi ve yaptığımız mücadeleyi bir türlü geride bırakmadık. Kaporta birinci önceliğimiz olunca doğru dürüst başka meselelere eğilemedik. Varsa yoksa kaporta.

Ülkenin geçmişi ve zaman zaman nükseden kaporta yüzünden bu toplum az gerilim yaşamadı. Az bedel ödenmedi. Mağduriyetler yaşandı.

Görünen o ki yeter bu kaporta ile uğraştığımız, sonu gelmeyen didişmelerimize son diyemiyoruz.

Bir an için ortalık duruldu. Toplumsal konsensüs sağlandı. Artık herkes birbirinin yaşam ve giyim tarzına saygı göstermek zorunda olduğunu öğrendi dediğimiz an, yine bir kaporta meselesi gündeme düşüyor.

Şu var ki iki zıt kutup birbirine galebe çalmaya çalışıyor. Bu çapda dahi bunun emarelerini bariz bir şekilde görebiliyoruz. Yeter ki savunduğumuz fikir ve zihniyet muktedir olsun. Kim tutar bizi. İçimizde biriktirdiklerimizi hemen boşaltıveriyoruz. Yani bilinçaltımız ortaya çıkıveriyor.

Ne demek istediğimi biraz daha açayım. Bu ülkenin yakın geçmişinde, dini gerekçelerle başını örtenlere hayat zindan edildi. Okullara alınmadı. Bunlara çağ dışı zihniyet, örümcek kafalı dendi. Başörtüsü laikliğe aykırı görüldü. Kamusal alan kapalılara zindan edildi. Adeta başörtüsü avına çıkıldı. Devletin askeri de yargısı da bu mücadeleye alet edildi.

Devran döndü. Başörtüsü devletin her kademesinde serbest oldu. Daha önce vebalı kabul edilen giyim kuşam adeta tercih sebebi oldu. Başörtülü-başörtüsüz birbiriyle tartışmadan ve gerilim yaşamadan yan yana yürümeye tanık olduk.

Sevindirici bir durumdu bu. Artık toplum olarak birbirimizin giyim kuşamına saygı göstermeyi öğrenmiştik. Toplumsal barış gelmişti. Teşbihte hata olmasın, kurtla kuzu bir aradaydı.

Gel gör ki durum böyle değilmiş. Görünen o ki birileri, geçmişte yaşatılan travmayı unutamamış, içine atmış. Bireysel de olsa içinde tuttuğu diline geliveriyor. Hekimin, çıplak diye hastasını muayene etmekten imtina etmesi de buna örnektir. Bireysel diyorum. Çünkü tüm doktorlar böyle değil. Yalnız bireysel olmayan bir durum var. Doktorun çıplak ve teşhirci diyerek muayene etmediği hasta olayını savunan savunana. Sosyal medyaya bakıldığı zaman doktorun bu tavrına destek veren yüz binler var. Bu da doktorun yalnız olmadığını gösterir. Öyle zannediyorum, doktora destek verenlerin kahir ekseriyeti; dindar, mütedeyyin, muhafazakar ve İslamcı kesim. Öyle zannediyorum, geçmiş başörtüsü mücadelesinde çocuğu, eşi veya bir yakını mağdur edilmiş ya da başörtüsünü savunan kişiler olmalı. Bunlar da travmayı atlatamayan belli ki.

Dün başörtüsüyle mücadele için kız çocuklarına hayatı zindan edenler ile bugün çıplak diye yine kız çocuklarını muayeneden kaçınma durumu iki farklı zihniyeti temsil eder. Bu iki zihniyet de birbirine zıt zihniyet olsalar da aynı kapıya çıkar. Çünkü kapalılığı savunan da açıklığı savunan da kaportacıdır. Dış görünüşüne göre kızları değerlendiriyor. Bakmayın, zaman zaman çok masum ve hoşgörülü olduklarına. Gücü eline geçiren, zihniyetini ortaya koyup dayatmaya yelteniyor. O yüzden bu iki zıt kutup birbirinden besleniyor. Biri olmadan, diğeri olmaz. Çünkü yaşayamaz. Haliyle bu dram, bitmeyen hikaye olarak bizden bir parça olarak devam eder gider.

Bu bitmeyen hikayede kadınlar hep nesne iken hikayenin kahramanları nedense hep erkekler. Açık veya kapalı haliyle kadın mağdur oluyorken erkekler rol alıyor veya rol çalıyor.

Burada şunu da söylemek isterim. Kapalılığı savunan zihniyet de açıklığı savunan zihniyet de yanlış yolda. Ne zaman ki giyim ve kuşamı kişilerin bireysel tercihi kabul edip içimize sinmese de hoşgörülü yaklaşıp saygı göstermeyi hayat felsefesi kabul etmedikçe bu iki zihniyetten bu ülkeye hayır yoktur.

Açıklık veya kapalılık kadının tercihidir. İsteyen istediği şekilde giyinmelidir. Erkekler bu işten elini ve eteğini çekmelidir. Giyim kuşam konusunda bana laf düşmese de açıklık veya kapalılık konusunda neyi savunduğum merak edilirse, normal ve makul kapalılık ve açıklığı uygun görürüm. Yüzü ve gözü görünmeyen kapalılığı da anadan üryan giyim kuşamı da tasvip etmiyorum. Yine de garibimize gitse de kadınların tercihine saygı göstermek bizim olmazsa olmazımız olmalı. Kadınlar da ne şekilde giyinirse giyinsin ama kendine yakışanı giyinsin. Unutmayalım ki insanlar kıyafetleriyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanır. Nice açıklar vardır, kapalıdan daha kapalı. Nice kapalılar var ki açıktan daha açık.

Biz ne zaman ki giyim, kuşam ve kaportayı bırakıp insanların fikirlerine bakarsak ülke olarak mesafe alırız. Yoksa her zaman ki gibi yaya kalmaya devam ederiz.

Lütfen, açığı da kapalısı da açığı savunan da kapalılığı savunan da bu zihniyetini kendine saklasın. Birbirimize hayatı zindan etmesin. Birbirinin hayat tarzına müdahale etmedikçe herkes istediği giyim kuşamıyla toplum içinde arzı endam etsin. Eğer bir giyim ve kuşamı tasvip etmemişsek bunun yolu o kişiyle iletişime geçip onunla güzel bir üslupla konuşmaktır. İnanın, suçlamadan konuşma yolunu seçmek bize mesafe aldırır, belki kazanabiliriz de ama şöyle olacaksın, böyle olacaksın dayatması, hazırında o kişiyi bizden uzaklaştırır. Amacımız bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Maalesef taraflarda üzüm yeme düşüncesinin olduğunu düşünmüyorum.

Son göz, doktoru tefe koymayalım. Doktoru göklere de çıkarmayalım. Lütfen taraflar savundukları zihniyetlerini gözden geçirsinler. Zihniyetlerini sorgulasınlar. Birbirimize hayatı zindan etmeyelim. Şayet zihniyetlerimizi sorgularsak, birbirimizi anlamaya çalışırsak, pekala, birlikte hoşgörü içinde yaşanabilir bir ülke bırakabiliriz bizden sonraki neslimize.

26 Ağustos 2025 Salı

Zam Sebep, Enflasyon Sonuç

2026-2027 yıllarını kapsayan zam görüşmesi anlaşmazlıkla sonuçlanmış. İş her defasında olduğu gibi Hakem Heyetine kalmış.

Hakem Heyeti de 2026 için önerilen 11+7 zam oranını aynen onamış. Ama 2027 için teklif edilen 4+4'lük zammı yetersiz bularak 5+4'e çıkarmış. Böylece 2026-2027 zam pazarlığında nihai karar verilmiş oldu.

Öncelikle 2027 yılının ilk altı ayına Hakem Heyetinin inisiyatif kullanarak 1 puan eklemesi, Heyetin memurları düşündüğünün bir göstergesi. Sağ olsunlar, var olsunlar.

Bu zammın memurlara hayırlı olmasını ve gelecek zamlarla birlikte maaşlarını güle güle harcamasını dilerim.

Sözlerimi nihayete erdirmeden bazılarına bir çift laf etmek isterim.

Gazeteden okuduğuma göre yetkili konfederasyonlar zammı beğenmeyerek toplantı masasını terk etmişler. Ayıp etmişler. Ayıp ayıp. Bu memurlar, size masayı terk edin diye mi yetki verdi. Yetmez ama evet, Allah bereket versin, hiç yoktan iyidir deyip imzalayamaz mı idiniz? 2-3 puan daha artış olsa göğe mi erecektiniz? Hep istiyorsunuz. Hiç vermiyorsunuz. İstediğinizi de alamıyorsunuz. Ama ne edersiniz ki yetki sizde. Ama devlet terbiyesi, imzalamanız yönündeydi. . Hatta hiç vermeseniz de olurdu demekti. Heyhat ki göremedim bunu. Unutmayın ki devlet yönetmek ve bütçe hazırlamak ve hesap kitap yapmak bekarların işi değil. Belli ki bekarsınız.

Ya Hakem Heyetine ne demeli? Görüşme anlaşmazlıkla sonuçlanmış. Hakem Heyetine düşen de kabul görmeyen öneriyi onaylamaktan ibaretti. Ne hakla ikinci yılın 4+4 zam oranını 5+4'e revize ederler. Verirken sanki ceplerinden veriyorlar. Kimin parasını kime veriyorsunuz? Ayıp ayıp. Sizin yaptığınız bu değişiklik memur sendikalarının yaptığı ayıptan da ayıp. Belli ki Hakem Heyeti de bekar. Bekar olunca bütçe nedir, nereden bilecekler.

Verdikleri bu bir puanlık artış aşağı doğru hızla giden enflasyonu azdırırsa bunun vebalini nasıl verecekler? Bunu düşündüklerini sanmıyorum. Halbuki memura bir puan artış bütçeye artı yük getirecek. Bu da enflasyonun azması demek. Unutmasınlar ki memura zam sebep ise enflasyon ise sonuçtur. Durum bu iken gel de Hakem Heyetine bunu anlat.

Memur olup da bu zammı beğenmeyen varsa ve enflasyonun altında yine ezileceğiz denirse, derim ki felaket tellallığı yapmayın. Ne demek beğenmemek. Nankörlüğün gereği yok. Beğenmiyorsan istifa edeceksin. Senin yerine zamsız çalışacak milyonlar var. Kimse seni orada zorla tutmuyor.

Sonra ne demek yine enflasyona ezileceğiz. Ne zaman ezildiniz ki yine ezileceğiz diyorsunuz. Unutmayın ki bugüne kadar memur enflasyona ezdirilmedi. Yine ezdirilmeyecek.

Diyelim ki zam oranı enflasyonun altında kaldı. Altı ay sonra enflasyon farkını bugüne kadar almadınız mı? Sizin bir kuruşunuz devlette kaldı mı bugüne kadar da böyle dersiniz. Dişini sıkıp altı ay sonra al. Var mı alacak, verecek. Yok. O zaman bu isyan niye? Unutmayın ki azı beğenmeyen çoğu bulamaz.

Görünen o ki bu memur sendikaları da Hakem Heyeti de zammı az gören memurlar da enflasyondan beslenmek isteyenler. Yok öyle yağma. Eski Türkiye'de kaldı sizin bu istekleriniz. 

Haydi gidin işinize.

Bir söz de insaflı esnaf kardeşlerime gelsin. Biliyorum kâr marjında hep insaflı davrandınız. İşte size bir imkan daha. 2026'da ürünlere 11+7, 2027'de de 5+4 zam yansıtın. Biliyorum bunu size hatırlatmak çok abestir. Zaten yaptığınız bir şey. 

Son olarak bir söz de devlete gelsin. Bazı ülkeler ocak ve temmuzda vergi oranlarını artırırken yaşanan enflasyona göre zam yapıyor, memura zammı ise hedeflediği üzerinden zam veriyor. Biliyorum sen böyle yapmazsın. Haydi sen de 2026 ve 2027 yıllarında hedeflediğin enflasyon oranında vergilere zam yap. Sakın o ülkeleri örnek alma. 

Not: Tam içimden gelerek yazdığım bir yazı. Böyle bir yazı için samimiyet ve içtenlik gerek. Sizde bu içtenlik yoksa beni anlamazsınız. 

20 Ağustos 2025 Çarşamba

Bok Böceği

Bugün, gündelik hayatta ağzıma almadığım, yazılarımda yazılışına bile yer vermediğim bir kelimeyi yazımda çok kullanacağım. Ben yazdıkça, siz okudukça ben mahcup olacağım ama ne demek istediğimi ifade edebilmek için mecburum. Şimdiden affınıza sığınırım. Yalnız af talebinde bulunmuyorum. Dikkatinizi çekerim.

Bu suçuma ortak olarak da TDK sözlüğünü alacağım. Öyle ya TDK bile bu kelimeye yer vermişse ben niye yer vermeyeyim.

Uzatmayayım. Bok böceğinden bahsedeceğim size. Adında halavet olmayan bu böceğin faydası çokmuş. Faydalarını yer vermeyeceğim. Bu faydaları merak ediyorsanız sanal aleme başvurabilirsiniz.

Bu bok böceğini yazarken aslı var veya yok. Bir hikayeye yer vereceğim. Daha doğrusu fabla. Anlatacağım kısa fablın aslı yoksa bok böcekleri hakkını helal etsin.

Bildiğiniz gibi bok böcekleri yaptığı pislikleri yuvarlarmış. Bu pislik belki de kendi yaptığı pislik de olabilir. Belli ki bu evrende ona biçilen rol bu. Yaptığı iş boktan iş olsa da görevini yaptığı için ancak takdir ederiz. Çünkü hakkıyla yapılan her görev kutsaldır. Buraya kadar bok böceğinin yaptığına eyvallah. Sanırım bundan sonrası uydurma olsa gerek. Bok böceği pisliğini yuvarlarken "Etraf ne pis kokuyor" diye burnunu tıkarmış.

Öyle zannediyorum, bok böceği her ne kadar burnunu tıkasa da etrafı kirletenin kendi pisliği olduğunu biliyordur. İnşallah çevreyi başkası kirletiyor ve kokutuyor diye düşünmüyordur.

Bu da nereden aklına geldi. Kim kokutacak. Elbette bok böceği kokutuyor diyebilirsiniz. Böyle derken bok böceğinin etrafı kendisinin kokuttuğunu inkar ettiğini ben de sanmıyorum. Belki de hiçbir hayvan yapıp ettiğini gizleme durumunda değildir. Bu olsa olsa insana mahsus bir şey olsa gerek. İnsanın içinde elbette istisnaları vardır. Bu haltı ben işledim diye itiraf eder. Hatta döner döner özür diler.

Ama tüm insanlar böyle değil. Öyleleri var ki tıpkı bu bok böceği gibi ortalığı kirletir, etrafı kokutur. Duyarlı insanlar kokudan burnunu tıkar. Nereden ve kimden geliyor bu koku dendiği zaman "Şu kokutuyor, bu pisledi, bundan dolayı" şeklinde birileri birilerini hedef gösterir. Pisliği daha doğrusu boku başkasının üzerine yıkar. Bu, iftira olur demeyin. İçimizde bunu bal gibi yapanlar var. Buna teşne olanlar da. Bu teşne olanlar, bokun başkası tarafından yapıldığına ikna olurlar. Kokunun başkasından geldiğine dünden razılar. Hiç üzerlerine toz kondurmazlar. Etrafı sevdikleri kişilerin kokuttuğuna da inanmazlar. Çünkü meslek edinmişler bunu. Bir kısmının da bağışıklık yaptığı için burunları koku almıyor.

Beni üzen de bu tip insanların kokudan haberdar olmaması. Haberi olsa da ortamı kirletenin, hayatı yaşanmaz hale getirenin başkası olduğuna inanması.

İstiyorum ki etrafı kokutanların ve bu kokudan rahatsız olmayanların ya da kokuyu başkasının üzerine atanların tıpkı bok böceği gibi etrafı kokutanın kendileri olduğunu bilmeleri. Heyhat ki heyhat.

Çok fazla ileri gitmeden bu bok ve pisleme konusunu kapatmak istiyorum. Yalnız başımdan geçen bir anekdota kısaca yer vererek yazımı nihayete erdireyim.

Adana'da çalışırken birkaç kalem alışveriş için cadde üzerinde bir markete girdim. Evde misafir olduğu için markette hiç oyalanmadım. Alacağımı alıp ödemeyi yaptım. X-Ray cihazından çıkarken ardımdan bir kadın da cihazdan geçti.

Cihazın ötmesiyle birlikte, ne oluyor diye ardıma baktım. Başta güvenlik olmak üzere markettekilerin gözü üzerimizdeydi. Acaba cebimde markete ait bir şey olabilir mi diye kendimden endişelenmedim değil. Şu var ki yüzüm zaten kırmızı. Bu olayla birlikte utancımdan oldum kıpkırmızı.

Güvenlik görevlisi yanımıza doğru gelirken ardımdan bana değecek gibi bir hızla X-Ray cihazından geçen kadın, "Beyefendiden geliyor ses" dedi. Parmağıyla beni gösterdi. Kıpkırmızı olmaya devam. İşim ne başka.

Güvenlik, bir daha geçelim cihazdan. Ama tek tek dedi. Önce ben geçtim. Bir hızla kadın da geçti. Cihaz öttü tekrar. Kadın yine bu beyefendiden dolayı ötüyor dedi. Bu arada kadına göre beyefendi ben oluyorum.

Uzatmayayım. Güvenlik, hanımefendi! Siz benimle gelir misiniz deyip kadını içeri götürdü.

Bu anımda gördüğünüz gibi bok, sidik yok. Marketi kirleten kadının, yaptığı hırsızlığın savunulur bir tarafı yok. Yalnız marketi kirleten kendisi olmasına rağmen bu pisliği yapanın ben olduğumu hedef göstermesi beni düşündürüyor. Etrafınıza bir bakın ya da elinizi çenenize koyup bir düşünün. Etrafı kokutan kimler var? Pisleyenin kendisi olduğunu kabul etmeyen kimler var? Yaptığı pisliği başkasına sıvayan kimler var? Bu tür iftiralara teşne kimler var? Bunların sayısı ne kadar? Kimlerin burunları koku almıyor, gözleri görmüyor, idrak yoksunluğu çekiyor ve etrafın pisliğini sineye çekiyor, başkasının üzerine yıkıyor ya da buna sessiz kalıyor veya bunu savunuyor?

19 Ağustos 2025 Salı

Neyin ya da Kimin Düşmanıyım?

Geçen gün bir akrabamın yanına vardım. Selam, kelam, hal hatırdan sonra akrabam konuyu dönüp dolaştırıp bir yere getirdi:

"Bir yerde, senin daha önce konuşma arasında söylediğin bir cümleyi sarf ettim. Kim söyledi bunu dediler. Ben de senin adını verince, 'Ha o mu? O, ... düşmanı' dediler. O düşman ben oluyorum.

Evet, aynen böyle demişler. Sözüm üzerine olumlu ya da olumsuz bir şey deseler, sizin akraba yanlış söylemiş. Biz buna katılmıyoruz deseler hiç gam yemeyeceğim. Çünkü sözüme dair bir şey söylemeden hakkımdaki kanaatlerini izhar etmişler. Anlaşılan o ki akrabamın yanındakiler beni tanıyan birileri. Artık ne kadar tanıyorlarsa diye hiç merak etmiyorum. Belli ki hakkımda hüküm vermişler. Ben birilerinin düşmanıymışım. Kanaat böyle olunca onların yanında sözümün hiçbir kıymetiharbiyesi olmaz. Çok da tın.

*

Bir başka akrabam var. 80'i devirmiş. Yaşının gereği yürümekte zorlanır. Çünkü dizlerindeki sıvı bitmiş. Çok sık olmasa da zaman zaman ziyaret ederim. Selam, kelam, hal hatırdan öte pek bir şey de konuşmam. Soru sorarsa kısa ve net cevap veririm. Çayımı içer, müsaade alır, kalkarım.

Bu demek değildir ki hiç konuşmam. Bu akrabamın yanında başkaları da varken, dert edindiğim konulardan birini biri açmış, görüşümü sormuşsa, doğru ya da yanlış o konudaki görüşümü söylerim. Söylediğim sözün doğru olduğunu dayatma gibi bir niyetim hiç olmadı.

Bir, iki bu şekil görüşümü sessizce dinleyen bu akrabam, yok öyle değil deyip hiç söze karışmadı. Yanlış düşünüyorsun demedi. Sessiz sessiz dinledi.

*

Bir zaman bir çarşının üçüncü katında esnaf olan bir başka akrabam, "Senin çok yakın bir akraban geçen gün buraya yanıma geldi. Görüşlerinden dolayı dert yandı." Şu arkadaşına bir şey söyle. Ne biçim konuşur böyle" dedi. Kim bu akraba dedim ise de kim olduğunu o söylemedi, ben de üstelemedim. Ama kim olabilir beni tanıyan bu akrabam diye zaman zaman merak etmedim değil.

Aradan epey bir zaman geçtikten sonra esnaf arkadaş, "Geçti gitti. Haberi olmasın. Bir zaman ne biçim konuşuyor, nasıl böyle düşünür diye bana dert yanan akraban falan idi" dedi.

İsmini duyunca şaşırdım. Ne ara buraya, nasıl geldi. Mübarek yürümede zorlanıyor. Madem fikrimden zikrimden şikayetçi. Sana gelinceye kadar bunu bana söyleyebilirdi. Vay be! Nasıl akrabaymış böyle. Üstelik görüşüme başta o olmak üzere kimse katılmak zorunda değil. Garibime giden, o ayaklarla buraya kadar üşenmeyip nasıl geldiği ve benden dert yandığı türünden bir şey söyledim.

Verdiğim iki örnekten anlaşılacağı üzere birileri hakkımda hükmümü vermişler. Onlar nezdinde sözümün hiçbir değeri yok. Ki olabilir. Ama bunu bana söyleyecek özgüveni ve cesaretleri de yok. Fikre fikirle mücadele gibi bir çap ve kapasiteleri de yok. Tek yaptıkları, ardımdan konuşmak, beni başkasıyla çekiştirmek. Bu tip mıymıntı tiplerle işim olmaz. Çünkü ön yargı ve sabit fikirlilikleri tavan yapmış durumda. Belli ki fikir diye birilerinin şakşakçılığını yapıyorlar. O birilerinin yapıp ettiklerini, kırıp döktüklerini yazıp çizen veya ortamında konuşan beni sırf bu yüzden düşman bellemişler.

Ama bunların beni anlamasını istemiyorum. Çünkü ön yargılı trollere hiçbir şey anlatamazsın. Anlatsan da anlayacak kapasiteleri yok. Kafalarını kuma gömmüşler. Dünyayı kendi sabit fikirlerinden ibaret görüyorlar. Aslında bunlara hoşlarına giden şeyleri söylesen, onların dümen suyuna girsen, senden iyisi olmaz ve seni el üstünde tutarlar.

Bu iki örneğe bakarak düşünmeden edemiyorum. Ben mi birine, birilerine, bir şeye düşmanım, onlar mı fikrimden dolayı bana düşman olan?

Şu bilinsin ki hiç kimsenin düşmanı değilim. Asla kişiselleştirmem. Kin de gütmem. Hiç düşmanlığım yok mu? Düşmanlığım var elbet. Ama kişilerden ziyade o kişilerin yapıp ettiklerine, bir şeyi iyi yapacağına inandığım halde yapamadığı gibi kırıp dökenlere, beni hayal kırıklığına uğrattıkları için yapılan şeylere düşmanlığım daha doğrusu serzenişim olur. Bu düşmanlığım elime silah alıp onları topla tüfekle vurmak şeklinde değil. Yapılıp edileni yazı konusu edinir, yapılanı ince ince eleştiririm.

Sorarım. Ne zamandan beri bir konuda fikir serdetmek, birilerinin yapıp ettiklerini yanlış yapıyorsunuz diye eleştirmek düşmanlık oluyor?

Konuşmak ne zamandan beri düşmanlık oluyor? Unutulmasın ki ucunda mimlenme de olsa yazıp çizenden ve konuşandan zarar gelmez. Çünkü ısıracak köpek havlamaz. Ancak yere bakan yürek yakan, görüş serdetmeyenlerden zarar gelir. Görünen o ki bu tiplerin, arkandan kuyunu kazma düşmanlığı olduğu gibi sana iftira atmayı da iyi beceriyorlar.

Neuzu billah böylelerinden.

16 Ağustos 2025 Cumartesi

Hepten Bedavacı Bir Fani

Bir ara 65'ini devirmiş bir fani ile teşehhüt miktarı bir yerde oturmuş oldum. Yanımda birkaç kişi daha vardı.

Birkaç konuya birden girdik. Muhteremin kafa yapısı, anlayışı pes dedirtti bana.

Konu döndü dolaştı. 65 yaşını doldurmuş insanların toplu taşıma araçlarından ve herkesin belediye umum tuvaletlerinden ücretsiz yararlanmasına geldi.

Çoğunluk, ücretsiz hizmetin olmaması yönünde görüş belirtti. Toplu taşımayla ilgili;
En azından yapılan hizmetin maliyeti alınmalı.
İndirimli olabilir.

Devlet, 65 yaşını doldurmuşların hesabına, emeklilere bayram harçlığı verdiği gibi belirlediği bir miktarı ulaşım gideri adı altında aylık yatırabilir. Otobüslere binen de herkes gibi bedelini öder. Bu yöntem aynı zamanda 65'ini doldurup otobüslere binenlerin onurunu da korur. Çünkü başta otobüs şoförleri olmak üzere çoğunluk 65'lilere bedavacı diyor. Homurtular oluyor. Bu homurtular kulaklarına gidiyor.

Günlük biniş sınırı getirilebilir.

Yolcu yoğunluğu az saatlerde otobüse binme şartı getirilebilir.

Türünden herkes kendi çapında bir öneri getirdi.
Tüm bunları yarım ağız dinleyen ise her bir öneriye eleştiri getirdi. Hiçbir öneriye katılmadı. Ücretsiz faydalanıyoruz, ücretsiz binmek hoşuma gidiyor ama ücretsiz olmamalı diyemedi. "Yarın siz de 65 yaşına dayanacaksınız. Bir zamanlar ben de sizin gibi düşünüyordum ama doğrusu ücretsiz olması, sınır getirilmemesi. Belediyelere yük olmuyoruz, belki biraz olabilir ama güzel hizmet. Gündüz saatlerinde otobüsler zaten boş gidip geliyor. Kime, ne zararımız var. Kişi hasta, sabah erken saatte hastaneye gidecekse, bilet mi basmalı. Öyle olmaz. İstediği saatte istediği kadar binmeli" dedi.

Sayın hocam, yarın 65'i bulduğumuzda biz de elbette faydalanacağız ama doğrusu, ücretin alınması dedik ise de Nuh dedi, peygamber demedi.

Bari, her 65'ini dolduran faydalanmasın. Çünkü öyle 65'ini dolduranlar var ki gayrimenkul zengini. Seni, beni, şehri satın alır. En azından geliri belli miktarın altında olanlar, mesela en düşük emekli maaşı alanlar faydalansın bile dedik. "Bu, hiç olmaz. Adil değil. Ayırt etmek de zor" dedi. Siz adaletten ziyade eşitlikçi bir görüşü savunuyorsun dedik. Dedik oğlu dedik. O ise dediğim dedik, kestiğim kestik dedi.

Ücretsiz tuvalet konusunda da maliyeti bari alınmalı önerisine de hiç katılmadı. Hiç alınmamalı, böyle gitmeli. Bu da güzel hizmet" dedi durdu.

Baktım olmayacak. Sustum. O ise kendi çaldı, kendi oynadı.

"Bak, sabah şuraya gittim, buraya gittim. Evden çıktım çıkalı hiç para ödemedim. İyi değil mi bu hizmet" dedi. Yahu bedava hizmet başka hizmetlere yüklenilerek yine bizden çıkar dedik ise de çıkmaz, niye çıksın dedi.

Düşündüm de hayatı beleşe getirmiş biriydi. Nerede beleş, orada yerleş türünden bir profil ile karşı karşıyaydım.

Adam niye savunmasın bu beleşçiliği. Evinden çıktı çıkalı bir kuruş para harcamamış. Ulaşım gideri yok, çay parası ödeme derdi yok. Susadım, şuradan bir su alayım derdi yok. Nasılsa otobüs bedava. Esnaf ziyaretinde çaylar esnaftan. Susamışsa belediyenin tatlı su çeşmeleri var. Yiyip içtiğini boşaltacak tuvaletler de bedava. Hayatı beleş olan biri bu bedavacılığı niye savunmasın.

Konuyu değiştirmek için esnaf, kaplıcada kaç gün kaldın, kaç para verdin diye bana sordu. Dört gecesine iki kişi 12 bin verdim deyince, bizim bedavacı, "Annah, o kadar para kaplıcaya verilir mi? Oraya o kadar vereceğime, üzerine bir üç daha koyar, bir umre daha yapar gelirim" demez mi? Yahu, kaplıcanın yeri ayrı, umrenin yeri ayrı dedim ise de o kendi türküsünü çığırmaya devam etti.

Cebinden para verip de kaç defa hac ve umreye gitti bilmem. Belki gitmiştir. Bildiğim, görevli olarak kaç defa gittiğidir. Bunu da Diyanet çeker. Hatta üste de para verir.

Hayatı beleş olan ve beleşçiliği bu derece savunan bu kişiye daha fazla tahammül edemedim. Müsaade alıp çıktım. Çıkarken, sana boş bir mezar lazım diyecektim ki düşündüm. Konya'da zaten mezar hizmetleri bedava. Söylemeye gerek duymadım.

Siz siz olun, beleş ya da bedava hizmetten yararlanın ama beleşi savunmayın. Tek istediğim bu.

15 Ağustos 2025 Cuma

Himayelerinde

Günümüz siyasetinde zaman zaman kullanılan “Af talebinde bulunmak” ve “... himayelerinde...” tabirlerini çok itici buluyorum.

İtici bulmam, kelime ve kavramlara değil. Kullanıldığı yer itibariyledir. Daha doğrusu kullanan kişilerin kişiliğine uygun bulmadığımdan ve onların da onurunu korumak gerektiğini düşündüğümdendir.

Bizde pek işlemese de istifa gibi bir kavram varken bunun yerine son yıllarda af talebinde bulunmak deyiminin kullanılması akıllara zarar. İkisi de aynı kapıya çıkar. Ne fark eder demeyin. Af talebinde bulunmak deyiminde, istifa eden sanki suçluymuş. İşlediği bu suçtan dolayı af diliyor anlamı çıkar. Yine af talebinde bulunmak deyiminde, istifa eden kişinin onuru geri plana itilmiş, o kişinin haysiyeti korunmuyor demektir.

Gelelim, “himayelerinde” kelimesine. Bu kelime de siyasilerin dilinde bugünlerde sıkça kullanılıyor. Bu kelimeyi de bu yazıya eklememin sebebi, parti değiştiren bir siyasinin rozet takma merasiminde yaptığı kısa konuşmasında kullandığı bu kelimenin dikkatimi çekmesi: “Sayın ...’ın himayelerinde daha fazla hizmet edeceğime bir kere daha söz veriyorum”.

“Himayelerinde” kelimesini sadece siyasiler değil, bazı üst düzey bürokratlar da kullanıyor.

Önce himaye kelimesinin anlamına yer vereyim. Arapçadan dilimize geçmiş himaye kelimesi, “koruyuculuk, kayırma ve elinden tutma” anlamlarına gelmektedir. Buna, koruyup kollama, gözetme, destek olma, destek çıkma, başkalarına göre kayırma ve torpil yapma, referans vs. diyebiliriz.

Koruyup kollama ve gözetme anlamında söylenirse eh dersin. Ama kayırma ve torpil anlamında kullanılırsa kullanıldığı yer itibariyle bu kelimenin savunulacak bir yanı olamaz.

Bu kelime, horozlanan biri için halk arasında “Seni bir himaye eden var. Arkanda kim var” şeklinde söylenir.

Himaye kelimesiyle ilk müşerref olmam, siyer okurken Hz Muhammed’in Ebu Talip’in himayesine girmesi. Amcasının vefatı sonrası Taif’ten dönerken Mekke’ye girebilmek için müşrik olmasına rağmen Mutim b. Adiy’in himayesine girmesi.

Hz Muhammed’in, davasını anlatmak, malına ve canına zarar verilmemesi için Ebu Talip ve Mutim’in himayesine girmesi doğaldır ve anlaşılır. Çünkü Arap kültüründe birinin himayesine girdikten sonra kimse ona zarar veremez. Zarar veren hamiyi (himaye edeni, himayeyi üstleneni) karşısına almış olur. Bu yüzden himaye eden güçlü bir aktör olmalı.

Hiçbir menfaat beklentisi olmadan davasını anlatmak için Hz Muhammed’in güçlü aktörlerin himayesine girmesi anlaşılır.

Himaye, hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, bu kelimeyi de tıpkı af talebinde bulunmak deyiminde olduğu gibi şık bulmuyorum. Çünkü bu kelime de himayesi altına giren kişinin onurunu zedeler. Her tarafa çekilebilecek ve farklı anlamlara sebebiyet verecek bu kelime yerine, “Sayın falan kişiyle bir ekip olacağız. Ekip ruhu içerisinde çalışacağız, güçlerimizi birleştirerek şehrime/ülkeme daha iyi hizmet edeceğime inanıyorum” dense özellikle bu sözü söyleyen kişinin onuru zedelenmemiş olur.

Günümüzde güçlü aktörlerle işbirliği yapmak avantajlar getirse de ne kadar aksaklıklar olsa da kanun ve kurallarıyla işleyen bir devletimiz var. Her kim olursa olsun kanunun kendisine verdiği yetkiyi kullanır. Aksi, yetki aşımı olur. İş yapmak, daha fazla hizmet etmek amacıyla illa birinin ya da birilerinin himayesine girmek gerekmez. Böyle olsa bile himayelerinde ifadesini kullanmamak gerek. Çünkü yaşadığımız devlet Arap kültürünün getirdiği bir sistem değil. O gün kaba kuvvet hakimdi. Bugün ise Anayasa, kanun ve yönetmelikler herkesi bağlar. Herkes mevzuatın verdiği yetkiyi kullanır, mevzuatın verdiği imkanlardan yararlanır.

14 Ağustos 2025 Perşembe

Tarihi Buğday Pazarı'nda Tarih Kokmuyor

Bir yazımda, Avusturya'ya gitmek için başvuru yapan çifte, Avusturya hükümetinin; "Niçin gelmek istediklerini, geçimlerini nasıl sağlayacaklarını, düşündükleri iş yeri için o bölgede aynı işi yapan şu kadar firma olduğunu, bu bölgede o iş yerini açmaya izin veremeyeceklerini, bu iş yerini ancak falan bölgede açabileceklerini, iş yerini açtıktan şu kadar zaman sonra bu kadar kazanç elde ettiklerini belgelemelerini, aksi takdirde oturum izni vermeyeceği" türünden sorup soruşturduğunu, şartlar yerine getirildikten sonra Avusturya hükümetinin çifti ülkelerine kabul ettiğini yazı konusu edinmiş, bizde niçin böyle oturmuş bir devlet düzeninin olmadığına dikkat çekmeye çalışmıştım.

O yazımda açılacak iş yerinin yerine bile Avusturya hükümetinin müdahale ettiği, bunun o bölgedeki aynı işi yapan firmaları korumaya yönelik olduğu da dikkat çeken husustu. Bizde ise iş yeri planlaması yapılmamakta. İsteyen herkes istediği her yerde ve aynı bölgede aynı işi yapabildiği ise hepimizin malumu.

Avusturya ve ülkemizi bırakıp Konya'ya geleyim. Sizi Tarihi Buğday Pazarı çarşısına götüreyim. Burasını Konya'da yaşayanlar bilir. Nicedir atıl durumda olan bu yer bir zamanlar Eski Buğday Pazarı diye bilinirdi.

Bu tarihi çarşı restore edildi. Daha doğrusu aslına uygun yeniden yapıldı. Halkın ve esnafın hizmetine sunuldu. Atıl durumda iken in cin top oynayan bu çarşı, şimdilerde insan yoğunluğu bakımından hareketli. Çarşının hareketliliği, esnafın müşteri çekmesinden kaynaklanmıyor. Çarşı içinde bulunan 7-8 tane çay ocağına geliyor insanımız.

Çay ocakları küçük olmasına rağmen çarşının avlusuna konan masa ve sandalyeler, sabahtan akşama eşiyle, dostuyla muhabbet edip vakit geçirecek ve çay içecek kişilere ev sahipliği yapıyor.

Bu kadar çay ocağını görünce, bu çarşıya Tarihi Buğday Pazarı demekten ziyade "Çay Ocakları Çarşısı" ismini vermek daha uygun düşer.

Hepsinin az veya çok müşterisi olsa da bir çarşı içinde yan yana ve karşılıklı bu kadar çay ocağı plansızlığımızın bir göstergesi. Avlusunda bu kadar oturmuş erkeği gören kadın müşterinin de bu çarşıya gelip küçük esnaftan alışveriş yapması pek mümkün görünmüyor. Zaten çay ocakları dışında burada dükkan açan esnaf adeta sinek avlıyor. Çünkü diğer esnaf da pek farklı bir şey satmıyor. Haliyle çarşı müşteri çekmiyor. Sadece çay satıyor.

Aslına uygun yapılan, zaman zaman oturup çay içtiğim ve vakit geçirdiğim bu çarşının, adına uygun tarihi bir çarşı olmasını isterdim. En azından tarihi hatırlatan, tarih kokan bir çarşı planlanabilirdi. Bu çarşıda ne olabilir ya da neler satılabilirdi? Pekala çarşıdaki kaç dükkanın hangi işi yapabileceği planlaması yapılabilirdi.

Mesela, bu tarihi çarşıda, yok olmaya yüz tutmuş ve can çekişen mesleklere yer verilebilirdi. Kalaycılık, bakıcılık gibi. Sanat değeri olan el sanatları gibi. Antika halı gibi. Yine bu çarşıda, adına uygun olarak ata tohumu satan esnaflara yer açılabilirdi. Aynı şekilde antika eşya satan esnaf da düşünülebilirdi.

Bir çarşıda elbette çay ocağı, wc, küçük bir mescit olsun. Ama bu çarşıyı çarşı yapacak, müşteriyi buraya çekecek satış çeşitliliği olmalı. Adına Tarihi Buğday Pazarı denmişse, bu çarşı buram buram tarih kokmalıydı. Bu çarşı da diğerlerinden farklı olmayacaksa, isteyen istediği şeyi satacaksa, o zaman bu çarşının başındaki Tarihi ibaresini kaldırmak gerek.

Devletin Boşuna Günahını Almışım!

21.07.2025 tarihinde Afyonkarahisar, Sultandağı mevkiinden geçmiştim. 

Bölünmüş yolun hakkı 110 km imiş. Bu hakkı kullanarak yol alıyorken hız limitinin 70 km yazılı levhayı görmüştüm. Frene basıp yavaşlayarak geçtim.

22.07.2025 günü e posta adresime e-Devlet Kapısı'ndan bir bildirim geldi. "Aracınıza ceza düzenlenmiştir" şeklinde.

Hız ihlalini kaçla ihlal ettiğime dair başka da kayıt kürek yoktu. Sadece asgari hız limitinden ceza düzenlendiğine dair 51/2-a ceza maddesi yazıyordu. Oldu olacak, 15 gün önce erken yatırma indiriminden yararlanayım deyip beyan ile cezamı ödedim. 

2167 lira olan cezamı erken ödeyerek 1625,25 TL ödemiş oldum. 

Ödedim ama ödemenin acısıyla mıdır, çenem durmadı. "Olmaz böyle. 110 ile giderken hız sınırını 70'e indirerek EDES uygulaması yapmakta neymiş. Bu yoldan gelip geçen herkes ceza yer. Belli ki devlet bütçeyi düzeltmek için bu yola bel bağlamış. Böyle devlet olur mu?" türünden homurdandım durdum. 

Cezanın acısı geçmiş ve homurdanmayı bırakmıştım ki çarşıdan eve girerken posta kutusunda resmi bir evrak gördüm. Evrak ceza evrakı idi. Görevli memur da zile basmadan imza ve tebliğ tarihini attıktan sonra apartmana koyup gitmiş. 

Ödemesi yapıldığı için evrakı açma gereksinimi duymadım. Alıp eve koydum. Sonra acaba kaçla geçmişim diye merak edip evrakı açtım. 

Evrakı açınca birbiri içine girdirilmiş üç evrak çıktı. Evraklara göz gezdirdim. Gördükçe hayranlığım arttı devlete. O kadar özene bezene ve şeffaf hazırlanmış ki itiraza ve homurdanmaya mahal bırakmamış.

Üç evrak:

Trafik kural ihlali tespit formu,

Trafik idari para cezası karar tutanağı, 

Trafik idari para cezası karar tutanağı tebliğatı.

A4 kağıdından ibaret trafik kural ihlal tespit formunda yok yoktu: 

İhlalin tarihi: 21.07.2025

Saat, dakika ve saniyesi: 12.25.01

Kontrol hız limiti: 80

Kontrol mesafesi: 1261

Araç hızı: 92

Ölçüm aleti: EDS

İhlal yeri:

Ceza maddesi: 52/2-a

Araç bilgileri: 2000 model beyaz Nissan otomobil

Tespit eden, döküm zamanı ve döküm yerine de yer vermiş. 

Tüm bunlar yetmemiş. Aracımın iki tane fotoğrafına yer vermiş. Üç adet plakanın fotoğrafına. Yanımda önde oturan eşimin camı da karartılmış. 

Kısaca bir adet A4 kağıdına neler sığdırmış neler. Homurdanma. Dertlenme. Şikayette bulunma. İşte yaptığının belgesi. Halep orada ise arşın burada diyor. Bu hizmetimizi de unutma diyor. 

Diğer iki kağıtta da (karar ve tebliğ) tutanağında da yok yoktu. 

Tüm bu hizmetleri görünce devlet benim için seferber olmuş deyip mahcup oldum. Radarı görmüyorsun, al bari bunları gör, hepsi saati saatine belgeli demeye getiriyor. 

İnanın, devletin bir ceza için bu kadar efor sarf etmesini, hepsini kaydetmesini, e Devlet aracılığıyla duyurmasını, üzerine her şeyin tutanağını tutup adresime göndermesini düşününce, aldığı bu ceza az bile dedim. Çünkü aldığım cezanın verilen hizmetin yanında esemesi okunmaz.

Kısaca devlet beni mahcup etti. Boşu boşuna devletin günahını almışım.

Not: Bu ceza yazısı yediğim trafik cezasına dair kaçıncı yazı. Yani belki de 20 yılda yediğim ilk ceza. Aynı cezaya işaret eden yazılarıma bakarak bu adam durmadan trafik cezası yiyor diye düşünmeyin. Hiç olmadığı kadar trafik kurallarına uyuyorum. Zaten elim mahkum. 

12 Ağustos 2025 Salı

e-Devlet Kapısı Beni Korkutuyor

Bugünlerde e-Devlet Kapısı'dan e posta adresime bir bildirim gelse, mesajı açarken korkuyorum. Çünkü ne zaman açtım ise aracıma düzenlenen trafik cezası ile karşılaştım.

Bu arada e-Devlet Kapısı'nın hızına da hayran kaldım. Ne zaman radara yakalansam ya da EDES hız sınırını aşsam, daha aracımı park etmeden e postama ceza düşüyor.

Bugünlerde iki defa ceza yedim. Biri hemen, diğeri ise bir gün gecikmeli geldi. Bu bir gün gecikme de gecikme sayılmaz.

Bir de bana yıllar yılı hantal bir devletimiz var diye devleti kötülediler durdular. Devlet kendini o kadar geliştirmiş ki gördüğüm kadarıyla hantallığından eser kalmamış. Çünkü e-Devlet’in hızı demek, devletin hızı demektir.

Devletin işleyiş hızı her alanda mı böyle bilmiyorum ama ceza hızı müthiş. Mesaj hemen geldiğine göre acı haber tez yayılır sözü e-devlet için söylenmiş olmalı.

Maşallah ne hız limitinden ödün veriyor ne radar koymaktan vazgeçiyor ne insafa geliyor ne de cezayı geciktiriyor.

Durum bu iken arabaya binmekten, mesaj kutuma gelen e-Devlet bildiriminden endişelenmeyeyim de ne yapayım?

Aha e-Devlet Kapısı'dan bir mesaj daha. Arabaya da binmedim, yine ne cezası diyerek korka korka mesaj kutuma gittim. Endişem yersizmiş. Çünkü gelen mesaj, e-Devlet Kapısı'ndaki yenilikleri yani hizmetleri haber veriyordu. Şükür be! Bu sefer ucuz atlattım dedim. Kafamdaki e-Devlet Kapısı ön yargısı da gitmiş oldu. Çünkü bana göre e-Devlet Kapısı demek yeni ceza yedin demekti. Artık yeni bir trafik cezasına kadar e-Devlet Kapısı'ndan gelen mesajın yeni bir hizmet duyurusu olabileceğini iyi niyetle düşüneceğim. Bu iyi niyetim yeni bir trafik cezası daha yiyinceye kadar devam edecek.

Devletin trafik cezalarını tebliğdeki hızının sahte diplomalarda da kendini göstermesini bekliyorum. Kim sahte bir diplomaya ya da belgeye yeltenirse, o kişinin e posta adresine, “Yaptığın iş ve aldığın belge sahtedir. Herhangi bir yerde kullanamazsın. Adli soruşturma saklı olmak kaydıyla yaptığınız bu sahtecilikten dolayı adınıza şu kadar para cezası düzenlenmiştir. İki hafta içinde bu cezayı ödediğiniz takdirde % 25 indiriminden yararlanabilirsin” türünden bir mesaj göndermelidir. Bu ceza tebliğini de e-Devlet Kapısı aracılığıyla yapmalıdır. Yani alavere ve dalavereye yelteneni suçüstü yakalamalıdır. Sadece şikayet üzere hareket etmemelidir. Hiçbir şey yapanın yanına kâr kalmamalı.

Devlet, araçlara ceza yazma ve bunu tebliğ etmedeki hızını diğer alanlarda göstermezse, ben buna yine hantal devlet demeye devam ederim.
Bir diğer husus, ekonomiyi düzeltme konusunda trafik cezalarına bel bağlayan devlet, eğer basında yazılıp çizildiği gibi ise sahte diploma alanlara ve düzenleyenlere de zamanında ceza yazsaydı, inanın devlet şu ana kadar hem temizlenir hem de ekonomik yönden belini doğrulturdu. Çünkü görünen o ki bu sektörde çok para dönüyor. Hepsi de kayıt dışı. Devlet bunu da vergilendirmeli ki her şey kayıt içi olsun. Çünkü vergilendirilmemiş kazanç kutsal değildir.

e-Devlet, iyilerin güvenilir kapısı, kötülerin korkulu rüyası olsun. 

Haset Etmenin Gereği Yok

Sınava müracaat şartlarını zorlaştırırsanız,

Sınav ücretini yüklü miktarda alırsanız,

Parası var, yok demeden sınava müracaat için süre belirlerseniz,

Sınav başlamadan önce kapıları kapatırsanız,

Sınav salonuna girerken adayları tepeden tırnağa kontrol ederseniz, adayın kolye, küpesine ve saatine varıncaya kadar çıkarırsanız,

Sınav salonunda biri başkan, diğer gözetmen ile sınav boyunca izlerseniz,

Sınav sorularını zorlaştırırsanız,

Adayın sağa, sola bakmasını engellerseniz,

Sınavda kopya çekmesine izin vermezseniz,

Adayları her yönüyle sıktıkça sıkarsanız,

Adayın istediği fakülteye girmesine zorluk üstüne zorluk çıkarırsanız,

Adayın düşündüğü, aklından geçirdiği hatta aklından bile geçirmediği her yolu tıkarsanız ve adeta nefes aldırmazsanız,

Diploma olmadan ve emsal adaylarla yarışmadan şu işe giremezsin derseniz,

İş başvurusu yaptığı her bir yer, şu diploma olmadan olmaz derseniz... 

Söyleyin, bu aday ne yapsın? İstediği yerde nasıl çalışsın?

Mecburen gidip bir diploma olacak. Ha asıl ha sahte, ne fark eder. Gidip alacak bir yerden. İstedikleri diplomanın hediyesini de bulup buluşturup verecek.

Böyle zorluklarda bizim insanımız yardımseverdir. Mutlaka bir yolunu bulur, o boşluktan girer. Yeni sektörler ortaya çıkar.

Bu sektöre müracaat eden de hediyesini vermek suretiyle diplomasına kavuşacak.

Diplomayla birlikte önü açılacak. İstediği işe girecek.

İşe girince ev bark sahibi olacak, çoluk çocuğa karışacak.

Bence büyütmeyin bu sahte diploma işini. Çok görmeyin insanımızdan bunu. Bırakın bir diploma sahibi olsunlar. Ama gerçek ama sahte. Ne fark eder. Zaten sahtesi gerçeği gibi hazırlanıyorsa, şikayet olmadan sahteliği tespit edilemiyorsa, bunun için kıyamet koparmanın ne alemi var. Lütfen biraz insaflı olun. Biz niçin okuduk, dirsek çürüttük, biz de sahtesini alaydık hazımsızlığı göstermeyin. Hasettir sizin bu yaptığınız. Bırakın, işini çıkaran çıkarsın. Uzanamadığınız peynire bayat demeyi bırakın. Çok gülünç oluyorsunuz çok...

Not: Hiç olmadığı kadar ciddi olduğum yazılarımdan biri ile karşı karşıyasınız. Bilesiniz ki işte bu ciddiyetime hep hayran olmuşumdur. 

Küçük İlçe Belediyelerinin Hizmetleri

Sosyal medya üzerinden vefat ve taziye mesajı yayımlamak.

Haftada kaç semt pazarı kuruluyorsa, belediye hoparlöründen pazar duası yaptırmak.

Pazar esnafını tezgahın başında ziyaret etmek. Her biri ile tokalaşmak ve hayırlı ve bol kazançlar dilemek.

Vakit ve cuma namazlarını ilçeye bağlı köy, mahalle ve ilçe merkezi camilerinde kılmak. Cami cemaatinden önce namazdan çıkmak. Caminin önünde durarak cami cemaati ile tek tek tokalaşmak. Cemaate düşen, mahalle camimize hoş geldin demek, başkanın da hoş bulduk, Allah kabul etsin deyip, hal hatır sorması.

Ara ara mahallede bulunan çay bahçesine giderek hemşerileriyle çay içmek.

Senede en az bir defa değişen kaymakama hoş geldine gitmek.

Senede en az bir bazen iki defa değişen kaymakama veda yemeği vermek.

Öğretmenler gününde öğretmenlere yemek ikram etmek.

İlçe milli eğitim ve kaymakamlığın düzenlediği yarışmalarda ilk üçe giren öğrencilere, üzerinde belediye başkanlarının isminin yazılı olduğu hediyeler almak. İkinciye hediyesini vermek.

Belirli gün ve haftalarda, milli bayramlarda, çelenk sunma programlarında protokolde yerini almak. Ses düzenini kurmak ve ayarlamak.

Kaymakamla arası iyiyse birlikte, değilse bir başına okulları ziyaret ederek öğrencilere hediyeler vermek.

Namaz vakitleri dahil her bir hizmeti yerine getirmek için makam aracını kullanmak. Bundandır ki 7/24 yanında koruma ve makam şoförü bulundurmak.

Hasta ve kurum ziyareti yapmak. Bunu fotoğraf karesiyle ölümsüzleştirmek.

Yaşlılar haftasında yaşlıları ziyaret etmek. Onlara başımızın tacısın, Allah sağlık ve uzun ömürler versin duası etmek. 

Hemşerilerin düğün merasimlerine katılmak. Bir düğünden diğer düğüne katılarak bu mutlu günlerinde onların sevincine ortak olmak.

Anlaşamadığın daire amirlerinin ayağını kaydırmak. Yerlerine söz verdiğin kişilerin atanmasını sağlamak.

İlçene bağlı olduğun büyükşehir ve bakanlıklar tarafından yapılan ve bağışlanan her bir hizmet için teşekkür paylaşımı yapmak.

Hayatın boyunca hiç olmadığı kadar kişiyle tokalaşmak, sarılmak, onlara hal hatır sormak ve hep gülücükler dağıtmak.

Özel arabana binmediğin kadar binmek, özel aracınla her yere gitmediğin yere gitmek, makam aracını her bir yere sürmek.

Tüm bu hizmetleri ve daha fazlasını tek tek fotoğraflatmak ve videoya aldırmak.

Sosyal medyayı iyi ve aktif kullanmak.

Yapılan her bir hizmeti ölümsüzleştirmek için her birini sosyal medyada paylaşmak...

Gördüğünüz gibi küçük de olsa ilçe belediyeciliği ve bu ilçelerde belediye başkanlığı zor. Çünkü bunun için vizyon gerek, efor için güç ve takat gerek. Öyle ya bu kadar hizmete, hizmetten hizmete koşmaya hangi birimizin vücudu dayanır. Şayet belediye başkanlığı düşünüyorsanız, bu yazdıklarımı dikkate almanızda fayda var. Sonra bana zamanında kimse bir şey demedi deyip pişmanlık duymayın. Aha yazdım.

9 Ağustos 2025 Cumartesi

Muhtar Azasının İmza Gücü

Tapuda işim vardı. İntikal için başvuruda bulundum. "Mesaj gelecek, mesajın ardından gelebilirsin. İlla mesajda belirtilen saat ve günde gelmen gerekmez. İncelemelerde eksiklik ve yanlışlık tespit edilirse ilgili arkadaş size dönüş yapar" dedi tapu müdürü.

4-5 gün sonra tapudan mesaj geldi. Ardından ilgili personel aradı: "Hocam, bugün geleceksen, intikalden önce düzeltme yaptırman gerekecek. Bizden alacağın ilmühaberi iki aza, muhtar ve kaymakamlığa imzalatacaksın. Sonrasında intikal tapularını vereceğiz" dedi.

12.20 gibi öğle arasına girmeden tapuya vardım. Daha önceden hazırlanan ilmühaberi aldım.

Mesai başlamadan öğle arası imza işini tamamlayayım dedim.

Azalar kim bilmem. Önce muhtarın iş yerine geldim. Muhtar yokmuş. Telefonunu verdiler. Aradım. Benim çıraklık öğrencilerinden bazılarının yaptığı gibi "Beni tanıdın mı" diye sormadım. Önce kendimi tanıttım. Bir imzanız gerekiyor. Nerede bulabilirim dedim. "Hocam 14.00'de Kaymakamlıkta toplantıda olacağım. 13.30 gibi gelirim" dedi. Şunlar şunlar aza. Onlardan ikisine imza attırabilirsin dedi.

İsimlerini hafızama aldığım bir azaya yöneldim. Arabasıyla eve doğru gidiyormuş. İşaret edip durdurdum. Selam, kelam ve hal hatırdan sonra şu ilmühabere imzan gerekiyor. İmzalayabilir misin dedim. Ne dedi bir tahmin edin bakalım. "Abi, muhtar imzalamadan ben imza atmam. Muhtar da ben imzalamadan imza atmayın diye sıkı sıkıya tembihledi." demez mi. Neye uğradığımı şaşırdım. Alt tarafı tapunun özene bezene incelediği ve hazır hale getirdiği ilmühabere imza atarak formalite yerine gelecek. Üstelik azayı tanırım. Hukukumuz var. Ailecek tanışırız. Oldu, teşekkür ederim dedim ama ayakta dona kaldım. Pekala muhtarı arayıp böyle bir evrak geldi. İmzalayalım mı diye sorabilirdi. 

Sonra kenara çekilip bir akrabamın yanına gelip çömeldim. Bir düşüncedir aldı beni. Muhtar mı büyük, aza mı dedim kendi kendime. Benim bildiğim en üst amir imzayı en son atar. Üyeler ise önceden. Azanın bu kafa yapısına göre muhtar da "Kaymakamlık imzalamadan ben bu ilmühaberi imzalamam" demesi gerekir. Benim bildiğim usul, adap, görgü ve prosedür böyledir. Ama bizimki anlaşılan ne olur ne olmaz diyerek imza atmaktan çekiniyor. Kazara imzadan dolayı başına bir şey gelse, muhtar imzaladı, ben de imzaladım diyecek.

İlmühaberi imzalamak için başka aza kim var derken yakınım dedi ki şu karşıdaki de aza. Ona imzalattır dedi. Orada bulunan iki kişi de aza dedi. Girdim dükkanına. Aza mısın dedim. "Evet" dedi. O zaman şuraya bir imzanı alayım dedim. "Getir imzalayayım" deyip imzaladı. Ardından az önce bulamadığım diğer azanın da geldiğini öğrendim. İkinci aza olarak da o imza attı. Sağ olsun, muhtar imzalamadan atmam demedi. Demek ki aza var, aza var. Biri risk almazken diğeri risk alabiliyor.

Azalarla imza işi bittikten sonra muhtarla buluşmak için kaymakamlığa gittim. Sağ olsun, aradı. "Hocam, ben kaymakamlığa girdim" diye. Yanında imzasını da kaşesini de getirmiş.

Muhtar toplantıya geçerken ben de en son imza için kaymakamlık yazı işleri müdürlüğüne geçtim. Yazı işleri müdürüne ilmühaberi vermeden önce görevli memur aza isimlerini ve imzalarını kontrol etti. Sonra kalkıp yazı işleri müdürünün odasına geçerek ilmühaber ile ilgili bilgi verdikten sonra geri geldi. "Azalardan şu isimli olan kişi yedek aza. Bunun imzası olmaz. Asıl azalardan birinin imzası gerekir. İlmühaberi yenilemeniz gerekir" deyince nevrim döndü. Bu kişiye aza mısın diye de sordum. Azayım dedi bana. Mübarek, yedek isen niye imza atıyorsun. Başka asıl bir üyeye imza attırsam olmaz mı? Çünkü muhtar toplantıya girdi. İlçe dışından geldim dedim ise de olmaz dendi.

Asıl aza da yedek aza da öğlen öğlen başıma iş açtı. Asıl olan önce muhtar imzalasın, sonra ben dedi. Yedek olan da ben yedeğim, asıl varken ben imzalayamam demedi. Sorumluluktan kaçan asıl üyenin de imza atmak için atılan yedek muhtar azasının da alacağı olsun.

Üzüldüğüm taraf aza ve muhtara imzalatarak öğle arası ilmühaber işini bitirdim derken işe sil baştan yeniden başlamam gerekiyor.

Şu var ki bu devirde muhtarlığa ne gerek var. Kaldırılmalı derdim. Hele muhtar azalarının irapta mahalli yok, etkisi yok, yetkisi yok, işi ve işlevi de yok derdim. Sadece seçimlerde alt alta yazılmış muhtar azalarına pusulasında görürdüm isimlerini. Bu isimler de sayım, döküm ve tutanak tutarken seçim sandığında görevli kişilerin iş yükünü artırmaktan, daha doğrusu çileden çıkarmaktan başka da bir işlevi yoktu nazarımda. Çünkü Cumhurbaşkanlığı, Büyükşehir, ilçe belediye başkanlıkları ve belediye meclis seçim iş ve işlemleri zaten epey zaman alıyor. Sandık görevlileri takatten kesildikten sonra muhtar ve aza iş ve işlemleri çekilmez oluyor. Neyse, bu da ayrı bir konu. Yalnız muhtar atmadan imza atmam diyen aza, iyi ki devletin üst düzey sorumlu bir makamında değil. Çünkü imza atmayacak devleti kilitlerdi. Aman ırak olsun devletten böyleleri.

Belki de bu imza atmayan, sen muhtarlıklara gereksiz görüyorsun ama ilmühaberlerde bizim imzamız gerekli. Yarın işin düşer, tıpış tıpış ayağımıza gelirsin. O zaman Hanya'yı, Konya'ya gösteririz sana dedi.

Neyse bırakayım bu işi. Kendi işime döneyim.

Hemen tapuya çıkarak aynı ilmühaberin imzasız çıktısını istedim. Tekrar mahalleye giderek biri aynı diğer farklı iki muhtar azasına evrakı imzalatıp kaymakamlığa geri döndüm. Muhtarın bulunduğu kata gelerek toplantının bitmesini bekledim. Bir 45 dakika bekledikten sonra muhtar toplantıdan çıktı. Durumu izah edip evrakı yeniden imzalatıp onaylattım.

Kaymakamlık yazı işleri müdürlüğüne giderek evrakı tekrar uzattım. Koca kütüğü açarak isim ve imzaları tekrar kontrol etti. "İmzaları azaların kendisi attı değil mi" dedi. Başka kim atacak dedim. Ardından yazı işleri müdürüne evrakı götürerek imzalar benziyor dedi. O da imzalayıp ilmühaberi verdi.

Tapuya çıkıp gerekli yerleri imzaladım. Yatırılması gerek iki ayrı harcı yatırdım. Müdür tapuları imzalayarak verdi.

Müdüre, 1750 metre karelik bir tarlanın tapusu yok dedim. "O tapu başkasına ait. Düzeltme de bundan dolayı idi. Onun üzerine aktardık. Çünkü isimler dışında annenin yaşı, anne ve baba adı tutmuyor" dedi. Canınız sağ olsun deyip çıktım.

Meğer benim git gel, azaları bul, onları bekle, ilmühaberi yenile yaptığım iş, 1750 metre karelik bir arazinin üzerimizden gitmesi içinmiş. Üzerine bir o kadar da yorulduğum yanıma kâr kaldı. Bunu da bana yaptırdılar. Tüm bu işlemlere 12.20'de başlamıştım. 16.30'da bitirdim.
Tarla üzerimizden gittikten sonra kaymakamlık binasından inip 17.00'deki otobüse binmek için karşı yola geçtim. O kadar koşuşturmanın ardından mıdır, eldeki arazinin gitmesinden midir bir iyi susamışım. Markete girerek soğuk bir su aldım. Bir içişte bitirdim. Artık hararetimi ne kadar aldıysa. Çünkü bunun üzerine soğuk su iyi giderdi.

Otobüse bindikten sonra biraderi aradım. Eldeki tarla da gitti. Falan akrabanın üzerine tapuladılar. Yalnız burayı hala biz ekiyoruz. Numarası varsa bir sorar mısın dedim. O da sormuş. "Bizim hiç arazimiz yok. Orası sizin. Ne zaman isterseniz, gelip imzayı atarım" demiş. Tapuda az önce elden çıkan tarla bu şekilde geri gelmiş, hararetim de dinmiş oldu.

Hasılı, tapuda işin mi var, veraset işin mi var. İşin var demek. Gidip gidip geleceksin. Keşke iş intikalden ibaret olsa. Daha bu işin paylaşımı var, tapu harcı var, üzerine ine alma var. Uğraştığıma değse bari.

7 Ağustos 2025 Perşembe

Foseptik Patladı

Görünen o ki burnumuza kadar gelen pis kokuların sebebi foseptiğin patlamasıymış. Şimdi bu pis kokulara katlan da göreyim.

Aslında bu lağım çukuru, patlayınca kadar yüzeye sızıntı verdi. Şakam yok, patlayacağım dedi. Önemsenmedi. Yok bir şey diyerek foseptiğin üzerine toprak atıldı.

Sonra tekrar sızıntı verdi. Bu sefer üzerine asfalt döküldü.

Gel zaman git zaman lağım çukurundan dayanılmaz pis kokular tekrar gelmeye başladı. En iyisi beton atalım. Bir daha ne sızıntı ne koku. Tek çözüm bu dendi.

Yine kokular geliyor şikayetlerine, lağım çukurundan sorumlu kişisi, "Zinhar yalan. Bu, düpedüz iftira. Bu foseptik pislik yaymasın diye o kadar beton ve asfalt döktük. Asfaltın üzeri yalansa yeridir. Hâlâ koku geliyor diyen, burnuna, akıl ve vicdanına baktırsın. Çünkü bunun iyi niyetle bağdaşır bir tarafı yok. Bu insanlara iyilik de yaramıyor. Bu yaptıkları düpedüz hainlik ve nankörlük" türünden şeyler söyler. Hatta aba altından sopa gösterilir. Birkaçını da içeri alırlar. Böylece kulaklara kadar gelen şikayetler kapalı kapılar ardına taşınır.

Bir zaman gelir ki üzerine dökülen beton ve asfalt da fayda vermez. Çünkü her bir yerinden sızıntı yapan lağım çukuru istiap haddinden fazla dökülen pisliğe dayanamaz ve patlar. Koku her bir yere yayılır. Herkes foseptikten çıkan pisliği gözüyle görür.

Çevreye yayılan pis kokular gözle görülür şekilde iyice artar. Foseptikten sorumlu kişi "Tüm bunlar dezenformasyon" açıklamasına yer verir. Fakat kimse bu açıklamaya inanmaz. Çünkü herkes burnuna gelen pis kokuyu hakkalyakin biliyor. Sağır sultana kadar giden bu pis kokulardan sonra açıklamayı yapan sessizliğe bürünür.

Durum bu iken foseptik savunucuları meydanı boş bırakmaz. "Bu lağım çukuru patlamasını biz ortaya çıkardık. Buradan size ekmek çıkmaz" demeye başlar.

Bazıları da mevcut kokuyu savunma adına, "Sosyal medyada öyle bir algı oluşturuldu ki bu ülkede her şey çok kötü, her geçen gün daha da kötüleşiyor. Eğitim, sağlık, ekonomi vs. her şey kötü. Dolayısıyla bu ülke yaşanmaz bir yer. Bu "algı" maalesef tutmuş durumda. Bunun ardından umutsuz kitleler oluşur ve bu ülkeden bir şey çıkmaz. Bu oyuna gelmeyip daha dikkatli olmak gerekir diye düşünüyorum" türünden savunmaya geçti bile.

Görünen o ki buruna gelen pis kokuların adını algı koymuş böyleleri. Gerçekler ne zamandan beri algı oldu, hiç anlamış değilim. Bu tipler çevreye pis kokular yayan foseptiğin kokusundan burun ve gözlerini kaçırıp foseptiğin üzerindeki betonun güzelliğine dikkat çekedursun. Şu var ki patlayan foseptik dikiş tutmaz, yama kabul etmez.

Yazıda bahsettiğim lağım çukuru patlaması aslında lağım çukuru patlaması değil. Çünkü patlayan foseptiği boşaltır, temizlersin. Bol su ile kokuyu giderirsin. Yeni bir foseptik yaparsın. Koku giderici kullanırsın. Kısaca lağım çukuru patlamasının çözümü var.

Görünen o ki gelen pis kokuların sebebi toplumsal yozlaşma, çürüme, kokma ve kokuşmadır. Her şeyin çözümü olur ama yozlaşma ve çürümenin tedavisi yoktur. Hele günü kurtarma adına pansuman tedbirlerle işi geçiştirmek, hazırında problemi büyütmek demektir.

Kim ne derse desin, yaşadığımız, görüp izlediklerimiz bundan ibarettir. Bu kokuşma tek taraflı olmasa da kokuşmanın en büyük müsebbibi, tabiat boşluk kabul etmez dendiği gibi zamanında boşlukları doldurmayan, problemi görmeyen ya da görmezden gelen, halının altına süpüren, zamanında tedbir almayan, tedbir ve denetimi ahbap çavuş ilişkisi ile yürütendir. Zamanında ortaya çıkan iddialara yok diyen iradedir. Gözünün içine baka baka yalan söyleyendir, gerçekleri gizleyendir.

3 Ağustos 2025 Pazar

Devlet Dediğin Böyle Olur

Bir arkadaşım anlattı:
"Kızım ve damadım Avusturya'ya müracaat ettiler. Damadım orada üniversite okuyacak. Kızım da Almancasını geliştirecek kurslara devam edecek. Üniversite okuyanların en fazla yarı zamanlı çalışma gibi bir zorunluluğu olduğundan dolayı çalıştığı yerden aldığı gelirini Avusturya hükümeti bir ailenin geçinmesi için az görüyor. Damadın, bunun haricinde kendisinin yapmış olduğu özel çalışmalardan elde ettiği gelir resmi bir giriş olmadığı için resmen gelir olarak görülmüyor. Haliyle kabul görmüyor.

Damadım pes etmedi. Avusturya hükümetine şu bölgede şu işi kuracağını sundu. Teklifi inceleyen Avusturya hükümeti, "Kurmayı taahhüt ettiğiniz iş için belirttiğimiz bölgede o alanda iş yapan yeteri kadar iş yeri var. Bu bölgede o işi açmanıza izin vermiyoruz. Şu bölgede o işi kurabilirsiniz. Yalnız şu kadar süre içinde bu kadar para kazandığınızı belgelendirmeniz gerekli. Şayet belirttiğimiz miktarda bir kazancınız olmazsa iş yerini kapattırıp sizi geri göndermek durumunda kalırız" türünden bir cevap verir.

Damadım, hükümetin önerdiği yerde iş yeri açarak iş sahibi oluyor. İşi gereği üniversite eğitimine ara vermiş durumda.

Arkadaşın bu açıklamasını ağzım açık dinledim. Vay be adamlardaki devlet anlayışına bak. Ülkelerinde ikamet etmek isteyen herkesi almayıp önce gelirini soruyor. Yeterli görmeyince reddediyor. Şu iş üzerine iş yeri açacağım teklifini ise o bölgede o alana hitap edecek yeterli sektörümüz var diyerek yine reddediyor. Başka yerde o iş yerinin açılmasına izin veriyor ama şu kadar süre zarfında gelirini izleyeceğini, şayet bu kadar kazanç olmazsa iş yerini kapatacağını söylüyor. Bu demektir ki oturma iznini iptal ederim.

Oturmuş bir devlet böyle olur dedim arkadaşa. Sınıra gelen herkesi almıyor. Niye geliyorsun diyor. Aynı bölgede aynı işi yapacak olan başkasına açma izni vermeyerek o bölgedeki esnafını koruyor.

Bizdeki durumu ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. Ki zaten işleyişi biliyoruz. Yine de birkaç kelam etmek isterim.

Bildiğim kadarıyla kaçak veya normal yollarla bu ülkeye gelmek isteyen herkese bu ülkenin kapıları ve sınırları açık. Bu ülke yol geçen hanı gibi desem yanlış olmaz. Gelene niçin geliyorsun denmez. Gelirin nedir? Bu ülkede kaldığın müddetçe geçimini nasıl sağlayacaksın diye sorulmaz. Gelen yabancı bu ülkenin şu bölgesinde şu işi yapacağım, izniniz var mı demez. Devlet de açacağın bu bölgede bu işi yapan yeteri miktarda esnafım var demez.

Sadece yabancıya değil, kendi ülke insanına da sormaz. Eğer bir muhitte yan yana ve karşılıklı 50 dükkan olsa, 50 kişi, belediyeye biz burada market açacağız dese, hepsinin market açmasında hiçbir engel ve sınırlama yok. Buradaki aynı işi yapan diğer esnafı da koruyalım denmez. Yeteri kadar hatta fazlası varken açan kişi de "Herkes nasibini yer. Ya nasip" diye yola çıkar.

Aynı bölgede açılan iş gereği, araç yoğunluğu olsa, bu bölgede oto park sorunu olur da denmez.

Bildiğim kadarıyla son yıllarda eczane açılmasına sınır getirildi. Bunun dışında herhangi bir sektör için bir sınırlama yok.

Ülkemizdeki işleyişle ilgili birkaç kelam edecektim. Gördüğünüz gibi uzattım.

Ama Avusturya hükümetinin işleyişi ve tavrı hoşuma gitti. Gönül isterdi ki Avusturya ülkesinde olan bu işleyiş ülkemde de olsun. Çünkü devlet dediğin böyle olur.

Avusturya ne zaman böyle kuralları olan bir ülke oldu bilmiyorum ama zamanında Viyana’yı alsaydık, belki ya Avusturya’yı kendimize benzetirdik ya da Viyana’dan bu işleyişi alırdık. Şu var ki Viyana elimizden ucuz kurtulmuş.

31 Temmuz 2025 Perşembe

Üslubu Problemli Olanlara Gelsin!

Geçmişte dini bir konu veya siyasi tartışmalarının yapıldığı TV oturumlarını pek kaçırmazdım. Bu tür programlar başlamadan önce elime kumandayı alır, reklamlar hariç bitinceye kadar izlerdim.

Bu tür oturumların konukları ağırlıklı olarak laik ve seküler insanlar, gazeteci yazar ve çizerler olurdu. Bir iki tane de İslamcı yazar çizere yer verirlerdi. Şimdinin tam tersi.

Oturumların bazısında İslamcı yazar çizer olarak zaman zaman Emine Şenlikoğlu da olurdu. Programda farklı düşünce yapısına sahip konuklar eşit olmasa da her konuk aynı süre konuşurdu.

Birkaç konuşmasını izlediğim Emine Şenlikoğlu, tüm konukların konuşmalarını can kulağıyla dinler. Aynı zamanda hepsini not alırdı. Sıra kendisine geldiği zaman tüm konuşmacılara tek tek cevap vermeye çalışırdı. Haliyle konuşma süresini aşınca moderatör uyarırdı. O da daha eleştirileri hepsine cevap vermedim. Bu konularda daha kendi görüşümü söylemedim türünden bir şeyler söylerdi. Sunucu da "Ama Emine Hanım, siz savunduğunuz partinin temsilcisi değilsiniz. Sizi bu amaçla çağırmadık. Hepsine cevap vermek zorunda değilsiniz. Size sorduğum sorunun cevabını hala alamadım" derdi.

Partinin temsilcisi olmasa da belli ki Emine Hanım, tüm eleştiri ve ithamları üzerine alıp onlara cevap vermeyi ve onları savunmayı kendisine misyon edinmişti. İnsanın kendisini bir yere ait hissetmesi herhalde böyle bir şey olsa gerek ise de Şenlikoğlu'nun yaptığı doğru değildi.

Bu durum sadece İslamcılara ait bir durum değil, çoğu laik seküler de aynı misyonu üstleniyor.

Şimdilerde ve nicedir tartışma programı falan izlemiyorum. Doğru dürüst televizyon bile açmıyorum. Bazen açtığım, kanalları gezindiğim, dikkatimi çeken bazı tartışma programlarında üç beş dakika oyalandığım olur. Oyalanmamın sebebi de objektif olduğuna inandığım bir konuk görürsem, onun konuşmasını beklemekten ibaret. Değilse hiç yetkisi ve sorumluluğu olmadığı halde partilerin borazanlığını yapanları dinlemeyi zait hissederim.

Bu durum sadece televizyonlardan ibaret değil. Değişik gruplarda farklı meslek sahipleri vardır. İşçisi de var, öğretmeni de var, avukatı da var, akademisyeni de var. Hiçbiri siyasetçi ve bir partinin temsilcisi değil. Gel gör ki bunlar kendilerine bir misyon edinmişler. Yazıp çizdiklerinden ve konuştuklarından sanırsın ki bunların asıl mesleği siyaset. Hepsi olmuş birer Emine Şenlikoğlu. Bu yılmaz savunuculuklarından dolayı bir menfaat elde etseler, ekmek kapısı diyeceğim. Çoğunun üslubu da bozuk. Hakkını yemeyeyim, Emine Şenlikoğlu konuşur, cevaplar verirdi ama bunu kırmadan, dökmeden yapardı. Güzel ve nazik bir üslubu vardı. Şenlikoğlu cevap verirken kimseyi suçlamazdı. Çok naif bir hanımefendi idi. Keşke Şenlikoğlu'nun yolundan gidenler Şenlikoğlu'ndan biraz üslup öğrenseler çok daha iyi olurdu.

İnanın, kimsenin inancında, fikrinde, zikrinde ve siyasi görüşünde değilim. İsteyen istediği fikir ve zikirde olur. Bu tiplerden tek istediğim, suçlamadan, körü körüne savunmadan, başını kumdan çıkararak güzel bir üslupla meramını anlatması. Üslubu berbat olanların ne dinine ne inancına ne siyasi görüşüne ne de birikimine saygı duyarım. Çünkü üslup her şeyden önce gelir. Üslubu sorun olanların kırıp dökmenin dışında kimseye verebileceği bir şey yoktur. Savundukları değerlere zarardan başka da bir katkıları olmaz. En azından benden uzak olsunlar. 

Orman Kanununun Geçerli Olduğu Yollarımız

Nerede yastık gibi bir kasis görsem, bu ülkede orman kanunu geçerli olmalı diye aklıma gelir.

Nasıl gelmesin. Çünkü bir yola kasis yapmak, hele bazı yollarda yol boyunca kasise yer vermek, nazarımda şudur: "Bu yolda hız sınırını kaç olduğu levhalarda gösterilmiş olsa da sürücüler belirlenmiş hız sınırına riayet etmiyor. Kanun, kural dinlemeyip aşırı surat yapıyor. Bu da o meskûn mahaldeki insanların canını tehlikeye atıyor. Ben yeterince denetim yapamıyorum. Bu yola hakim değilim. Bu durumda sürücüler bildiğini mi yapacak? Ben bilirim ne yapacağımı, size gününüzü gösteririm diyerek yola kasis koyuveriyoruz". Başka da aklıma bir şey gelmiyor. Yani burada devletin belirlediği hız sınırına riayet edilmediği için kasis koymak suretiyle sürücünün hızını orman kanunuyla düzenliyorum. Başka da elimden bir şey gelmiyor. Zira bu konuda acizim demektir bu.

Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde böyle kasis var mı bilmiyorum. Ama benim ülkemin çoğu yeri maalesef bu tür kasislerle dolu. Bu da oturmuş, tıkırında işleyen bir sisteme sahip olmadığımız anlamına gelir.

Hele yastık gibi yapılan kasislerde 50 hız sınıfıyla giderken bile yavaşlamazsan arabayı taşa vurmuş gibi hoplarsın. Kazara frene basıp vites düşürmezsen yandın demektir.

Kimse kusura bakmasın, olası kazaları önlemek amacıyla iyi niyetle konan bu kasisler hazırında kazaya davetiye çıkarıyor. Kaza olmasa da arabanın içinde bir güzel hopluyorsun. Arabanın aksamına verilen zararı, içindekilerin korkuya kapılmasını saymıyorum bile.

Elbette her kasise gelmeden önce kasis levhası da konuyor. Diyebilirsiniz ki bu levhayı gören yavaşlamalı. Levhayı gördüğü halde yavaşlamazsa o insanın aklından zoru var demektir.

Yalnız öyle yollara konmuş kasis var levhalar var ki büyümüş ağaçlar arasına gizlenmiş. Yol lambaları da hakeza ağaçlardan tam aydınlatmıyor. Gece karanlığında bu yolun yabancısı bu yoldan geçse o karanlıkta ne levhayı görür ne de kasisi. Bu durumda araba ve içindekileri hoplatmaya kimsenin hakkı yoktur.

"Bu yolda orman kanunu geçerli" demek olan kasis yerine, o yola boydan boya mobese döşersin. Hız sınırı levhasını koyarsın. Yol üzerinde cami, okul, hastane vs. yerler varsa önüne yaya yolu işaretlerini çizersin. Tüm bu önlem ve bilgilendirmeye rağmen bir sürücü hız sınırına riayet etmeden bu yoldan geçerse plakasına ceza yazarsın. Ceza yiyen sürücü bu yoldan hızlı geçsin de göreyim. Bu sürücü hızından dolayı maddi ve manevi zarar vermişse, canını okuyalım. Ona ölümlerden ölüm beğendirelim. 

Ne olur, devletsek -ki devletiz- bu kasisleri kaldıralım. Kurallara uymayanlara mevcut mevzuatı tavizsiz uygulayalım. Orman kanunuyla iş ve işlem yapmayalım. Unutmayalım ki bir yerdeki kasis geri kalmışlığımızın bir göstergesidir. Yok, bizim ilerleme ve gelişme gibi bir niyetimiz yok denirse, o zaman başka.

Geri kalmışlığımıza en güzel örnek, Hicaz ve Alemdar yolu bir de Erenköy yolu. İnanın konan kasisleri saymaktan bezersiniz. Güya bu caddede hiç ışık yok. İnanın ışık olsa arabalar mesafe kat eder. Ayıptır ayıp.

29 Temmuz 2025 Salı

Dilimizin Durumu

24 Temmuz 2025 günü yazıp paylaştığım “Parkur Kültürü” başlıklı yazıma bir okuyucum şöyle bir yorum yazarak yazıma katkıda bulunmuştur. Önce Okuyucu unun bu yorumuna, altına da verdiğim cevabi yazıya yer vererek bu konu üzerinde kısa bir değerlendirme yapacağım.

“Parkur ve kültür kelimeleri zannedersem öz Türkçe olmadığı için insanımız benimseyemedi. Bir muallim olarak sizler bu kelimelerin karşılığını açıklarsanız aydınlanır ve benimseriz. Selamlar ve saygılar. Hoşça kalın”.

As. Saygılar bizden. Hem parkur hem de kültür Fransızcadan dilimize geçmiş kelimeler. Sanırım Arapçadan kurtulmak için 1930'lu yıllarda ortaya konan Güneş Dil Teorisi ile Fransızcadan adeta kelime ithal etmişiz.

Kültürün kullanımı çok eski olmalı ki dilimize iyice yerleşmiş. Bugün kültürün eş anlamlısı olarak Arapça hars ve Türkçe ekin kelimeleri veriliyor. Hem hars hem de ekin sönük kalıyor ve pek kullanılmıyor. Türkçe ekin kelimesini kullansak kültür anlamında kullanıldığı çok sonra aklımıza gelir. Hatta kültür yerine ekin kullanan kişinin kendisi, ekin dediğim kültür demese, elinin kültür olduğu kolay kolay aklımıza gelmez. Sözlüler kültüre şu anlamı vermiş: "Tarihsel ve toplumsal gelişme süreci içinde oluşturulan her türlü değerlerle bunları kullanmada, sonraki kuşaklara iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların tümüne” deniyor. Gel gör ki derin anlam içerek kültürün yerine TDK herkesin kullanacağı, dilden düşürmeyeceği bir kelime üretememiş. Belki de üretmedi.

Kısaca yürüyüş yolu diyebileceğimiz parkurun kullanımı ise yakın zamanlara ait olsa gerek. Özel yaya yolu, özel bisiklet vs. yolu anlamında çoğu yer için bu kelime kullanılıyor. Parkuru ifade edecek tek kelimelik bir kelimeyi ne toplum ne de TDK üretebilmiş. Zannedersem dil üretmede diğer alanlardaki üretim gibi olsa gerek ki doğru dürüst üretim yapamadığımız için haliyle kelime de üretemiyoruz. Nice sonra TDK bir kelime önerse de toplumda karşılığı olmuyor.

Hassasiyetinizi anlıyorum. Ben de isterim ki tüm kelimelerimiz kendi öz Türkçemiz olsun. Ne kadar özen göstersek de yabancı kelimelerden kurtulamıyoruz. TDK'nin ürettiği kelimelerin çoğunu da kullanamıyoruz. Üretilen onca kelimeler sadece Büyük Türkçe Sözlükte yer kaplıyor.

Bir an için sizin yorumunuzdaki kelimelere göz attım. Cümleleriniz içinde geçen "kıymet, hoca, kelime, zan, muallim, selam, hoşça" kelimeleri ağırlıklı olarak Arapçadan, hoca, hoş kelimeleri de Farsçadan dilimize geçmiş. Baki selam”.

Okuyucuma kısaca bu şekilde cevap yazdım. Okuyucu, yerden göğe haklı. Fakat biz de haklıyız. İki haklıdan ortaya bir haklı çıkmıyor maalesef. Çünkü zengin bir dile sahip dediğimiz dilimizin, yazı ve konuşma diline bakarsak, çok da zengin olmadığını görürüz. Yazılarında öz Türkçeye yer veren belli başlı yazar, çizer ve akademisyenin ne demek istediğini anlamak için elimizin altında sözlük olması gerek. Çünkü bunların cümlelerinde kullandıkları öz Türkçe kelimeler, dilimize Arapça ve Fransızcadan geçen kelimelerden daha yabancı. Anlayabilene aşk olsun. Çünkü ne yazı dilinde ne de konuşma dilinde karşılığı var.

Yeni kelime üretme konusunda Türk Dil Kurumu (TDK) nasıl bir yol izliyor bilmiyorum. Bildiğim ürettiği çoğu yeni kelimenin toplumda bir karşılığının olmadığı. Acaba TDK üyeleri masa başında mı kelime üretiyor diye aklıma gelmiyor değil. Eğer böyle yapıyorsa, bunun yerine Anadolu’nun yedi bölgesinde halkın konuştuğu yöresel kelimeleri önerse daha faydalı bir iş yapmış olur.

Aslında hem halkın hem TDK’nin cuk diye oturacak yeni kelime üretememesinin temelinde, hiçbir alanda doğru dürüst üreten bir toplum olmayışımız yatmaktadır. Marka değeri olan, patenti bize ait yeni şeyler üretmedikçe, bu ihtiyacı ithal etmek suretiyle giderdikçe onların verdiği isim dilimize geçecektir. Bir nevi dilimize kelime ve sözcük de ithal ediyoruz demektir. Maalesef başkasında olmayan bir şeyi üretemeyen bir millet kendi dilini de geliştiremez, kendi diline yeni bir kelime de kazandıramaz, başka ülkeye de dilinden kelime ve sözcük ihraç edemez. Bence bizim dil konusundaki en büyük açmazımız bu. Ne zamanki yeni şeyler üretiriz, işte o zaman dilimiz de zenginleşir, gündelik hayatta ve yazı dilinde o kelimeleri kullanırız, başkasına da ihraç ederiz. Değilse fakir bir dil olarak kalırız.

Ne demek istediğim, Türkçe sözlüğe bakarak daha iyi anlaşılır. Çünkü bugün gündelik hayatta kullandığımız Türkçe diye bildiğimiz çoğu kelimenin başta Arapça ve Fransızca olmak üzere başka dillere ait olduğu görülecektir.

26 Temmuz 2025 Cumartesi

Sultandağı'nın Ülke Ekonomisine Katkısı

Dikkat! Bu yazı bir tecrübe yazısıdır. Tecrübe deyip de geçmeyin. Çünkü her kişi anlatmaz tecrübesini. Üstelik bedava.

Yaz tatilindesiniz. Yazın bir şey yapmam, para harcamam lazım dediniz. Kaplıca mı, deniz mi derken kaplıcada karar kıldınız.

Acaba hangi kaplıca olsun? Uzak mı, yakın mı dediniz. Şura, bura derken at ile deve mi sanki. Hepsi sıcak su. En iyi kaplıca şehrine en yakın kaplıca dediniz.

Bu durumda sana yol göründü. Ilgın ve İsmil'i saymazsak Afyonkarahisar sana en uygun olanı.
Burada sorun kaplıca apart mı olacak otel mi? Apart olursa yeme, içme sana ait. O da apartın temiz olup olmayacağı bir muamma. O zaman paraya kıyayım, otel olsun. Yeme, içme ile uğraşmayayım. Akşam sabah açık büfe yer dururum diyorsun.

İyi de hangi otel olsun. Öyle ya iyisi var, kötüsü var. Bunu da düşünme. Eline cep telefonunu al. O değilden bir kaplıca reklamına tıkla. Arkası sökün eder zaten. Ülkenin neresinde bir kaplıca varsa hepsinin reklamı önüne düşer. Kesene uygun olanı seçersin. Ödemeyi de online olarak yaparsın. Ödeme kredi kartıyla olunca, üzerine bir de taksit olursa daha ne istersin. Yiyip için, gezin dolaşın, ay ay taksit ödeyin.

Bu hesabı kitabı yaptın ya geriye valizini alıp yola çıkmak düşer.

Bu arada arabanda yakıt zaten vardır. Yoksa da doldurursun. Gidiş geliş ne kadar yakıt yakacağını da hesap edersin.

Oteli de ödediğine göre çıkıyorsun yola. Yollar da o biçim. Otoban gibi. Üstelik bölünmüş yol. Devlet güzel ve kullanışlı yol için paradan kaçmamış. Hizmet dediğin böyle olur.

Bu durumda sana düşen bu yolun hakkını vermektir. Yolun hakkı ise yolun azami hız limitini kullanmaktır. 110 hız limiti zaman zaman hiç ummadığın anda 90'a hatta 70'e düşüyor. Karayolları trafik levhaları ne diyorsa onu yapacaksın. 110'luk yol önce 90'a, ardından 70'e inse ne istersin. Hafif yavaşlasan olur biter. Bu inişli çıkışlı hız limiti yol boyunca defalarca karşına çıkacak. Çünkü yol boyunca irili ufaklı meskûn mahaller eksik değil. Bazı yerlerde de EDES var. EDES'e dikkat edeceksin. Çünkü bu makine aygıtının hiç şakası yok. Özellikle Afyonkarahisar'a bağlı küçük ilçe Sultandağı'ndan gelip geçerken daha dikkatli olmalısın. Çünkü bu mevkie gelmeden, hız limitini önce 110'a çıkarıyor. Sonra bir bakmışsın, hız limiti 70 diyor ve EDES başlıyor. EDES'in ölçtüğü mesafe ise kısa. Sen 110'dan 70'e ininceye kadar zaten EDES bitiyor. Şükür alnımın akıyla geçtim diye sevinme. Çünkü ceza yedin. Geçmiş olsun. Bereket durduran eden yok. Cezan arkadan e devlet aracılığıyla geliyor.

Sultandağı'ndan kazara giderken yemezsen gelirken yersin cezayı. Çünkü hiç kaçarın yok. Elin mahkum. Ya bir ya da iki ceza.

Ben de nasıl olmuşsa giderken yemedim. Gelirken yedim. Konya merkeze girip evime yaklaştığımda, hanım, herhalde ceza yemeden geldik dedim. Dediğimle kaldım. Çünkü bir gün gecikmeli ceza e devlet aracılığıyla e postama düştü. Haliyle şükrüm de sevincim de kursağımda kaldı. Mayıstaki cezanın üzerine bu ceza katmerli oldu.

Kime, kaplıca dönüşü ceza yemişim dediğimde, o yolu bilen herkes Sultandağı'nda mı yedin diyor. Belli ki Sultandağı ceza yazmada mimli ve herkes biliyor. Öyle zannediyorum her gelip geçenin Sultandağı'nda bir ceza hikayesi, daha doğrusu acısı var. Ben kaçla geçtim bilmiyorum ama gelen ceza maddesine baktığım zaman hız limitini asgari aşmaktan ceza yemişim. Belki de 78' le yedim.

Sultandağı'na girerken çıkarken nasıl bir hız limiti belirlenmiş olmalı ki gelip geçen ceza yiyor. Bir kumpas var burada demeyeceğim. Çünkü devlet vatandaşına kumpas kurmaz. Yalnız bir anormallik var. Gerçi anormallik, biz sürücülere göre. Öyle görünüyor ki devlet nezdinde Sultandağı bir maden ve altın yumurtlayan bir tavuk. Adeta, yok öyle yağma. Üç kuruşa beş köfte olmaz. Sen ey sürücü! Yaptığım o güzel yollardan geç. Ben onca masraf edeyim. Sen kaplıcana git, otelde kal, keyif çat. Sadece otel ve yakıt masrafını hesaba kat. Sonra da geldiğin gibi çek git. Olur mu böyle? Hani benim hakkım diyor bu mevki.

Sultandağı da diyor ki küçük bir ilçeyim diye içimden transit geçmek olur mu? Bu cezayı ye ki hem bir katkın olsun hem de ben Sultandağı’nı hiç unutma.

Görünen o ki vatandaşlık görevi sadece askerlik yapmaktan, oy kullanmaktan, MTV ve sigorta yatırmaktan, KDV, ÖTV vesaire vergi vermekten ibaret değil. Trafik cezası yemek de bir vatandaşlık görevi. Değilse bu çorba nasıl kaynayacak, öyle değil mi?

Bu trafik cezası yeme hakkı veya görevi diğer vatandaşlık görevlerine benzemez. Çünkü onlar zamanı belli zorunlu vergiler. Trafik cezası ise hesaba katılmadan ekstre gelen gelirler. Devletin belirlediği 2025 yılı trafik ceza geliri, yılın ilk üç dört ayında aşıldığına göre belli ki devlet trafik cezalarını bir gelir kapısı olarak görüyor.

Sene sonunda 2025 yılı trafik cezası miktarı netleştiği zaman bu yıl kesilen trafik cezalarını abartmadığım anlaşılacak.

Oldu olacak devlet bu yıla trafik cezası yılı adı versin, olsun bitsin. Yakışır da. Çünkü arabası olup da bu yıl ceza yemeyen yok gibi.

Hasılı, gördünüz tecrübeyi. Benim evde tatile çıkmadan önceki hesabım tutmadı. Siz siz olun, tatile çıkarken sadece otel ve yakıt hesabı yapmayın. Gittiğiniz yol boyunca yiyeceğiniz trafik cezalarını da hesaba katın. Hesaba katın ki ceza yedikten sonra dut yemiş bülbüle dönmeyin. Önceden hesap edin ki ceza yiyince, zaten ben hesaba katmıştım deyin. Hatta ceza yemeyeceğim diye çok da uslu çocuk olmayın. Ceza yiyin ki cezadan gelen paralarla hazinemiz de biraz nefes alsın. Unutmayın bu da yani trafik cezası yemek de bir vatandaşlık görevi. Buna göz hakkı da denebilir.

Yok ben böyle bir görev istemiyorum diyorsanız, arabanızı satıp savacaksınız. Gideceğiniz yere, mümkünse yürüyerek, mümkün değilse otobüs vs. araçlarla gidin. İnanın yürümenin bir maliyeti yok. Devletin en sevmediği vatandaş türü, arabası olmayan, olup da arabasına binmeye vatandaş türüdür. Öyle ya devlete ne katkısı var bunların. Vatandaş dediğin ceza da yemeyecekse niye var değil mi?

Bu arada yazımı sonlandırırken Sultandağı’na bir parantez açmak isterim. Çünkü Sultandağı'nın ülke ekonomisine katkısı büyüktür. Şayet ileride yollar bölge bölge, mevki mevki özelleştirilirse, diğer yollara değil de sadece Sultandağı yolunun ihalesine girmek isterim. İhale kaçta kalırsa kalsın, en yüksek rakamı veririm. Çünkü akşam sabah para basarım bu yolda. Yalnız diğer bölge yollarını bilmem ama devlet her yeri özelleştirse, öyle zannediyorum, Sultandağı'nı kendisi çalıştırır. Buna da bir şey demem. Çünkü akıl, mantık bunu gerektirir. Öyle ya böyle değerli madeni kim bırakır elinden. Belli de ülke ekonomisi Sultandağı sayesinde ayakta duruyor. 

24 Temmuz 2025 Perşembe

Afyon Sucukları

Yazın ne yapalım, denize mi gidelim kaplıcaya mı dedim hanıma. Der demez elimden düşmeyen telefonuma, sahil ve kaplıca otellerinin reklamları önüme düşmeye başladı.

Teknolojinin biri bizi gözetliyor türünden hızı ve saniye geçmeden beni dinlemesi hayretime gitmedi değil. Öyle ya ta nereden beni dinliyor ve takip ediyor. Öbür odadaki çoluk çocuğumla bu hızla iletişim kuramadığıma hayıflanmadım değil.

Önüme düşen reklama tıklar tıklamaz Messenger'den, "Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz Ramazan Bey, size nasıl yardımcı olabiliriz" türünden mesaj düştü hemen.

Sonrası sökün etti. Arka arkaya önüme sahil ve termal reklamları gelmeye başladı. Onu beğenmedi isen bu var, aha şu da var der gibi.

Gerek sahil gerek termal yetkililerinin Messenger'den hızına hayran kaldım.

Kaplıcaya gitmeye karar verdikten sonra tümden kaplıca reklamları gelmeye başladı. O kadar reklam önüme düştü ki daha kaplıcaya gitmeden içim dışım kaplıca oldu.

Kaplıcaya gittikten sonra içim dışım, önüm arkam termal oldu. Gidip geldim. Hala reklamlar gelmeye devam ediyor. Belli ki bir daha bir daha gel, bize de gel mesajları bunlar ya da gidip geldiğimden, termalde sıcak su marifetiyle çektiğim çileden haberdar değiller.

Kaplıcada iken Afyon lokumlarına bakayım diye yine kaplıcasıyla maruf komşu beldeye uğradım. Dükkanların önünde lokumdan fazla sucuğun teşhir edildiğini gördüm. Adeta dükkanların önü boy boy sucukla doluydu. Çoğu da önündeki tezgahta pişirdiği sucukları ikram ediyor gelip geçene.

Meraktan da olsa hiç fiyatlarını sormadığım sucukların bu şekil çok olmasını görünce, Afyon, sucuğuyla ünlü Kayseri'yi geçmiş dedim. Görünen o ki Afyon Kayseri'nin pabucunu dama atmış.

Afyon lokumu almak için bir iki dükkan gezerken dükkan önündeki sucuklar gözüme çarpmış olmalı ki tatili bitirip eve geldikten sonra sosyal medyada önüme Afyon sucukları reklamları gelmeye başladı. Bu tür reklamın gelmesi için o ürüne o değilden bakman yeterli. Şimdi kaplıca reklamları geride kaldı. Önüme mütemadiyen farklı marka sucuklar gelmeye başladı.

Sucuk pahalı falan demeyin. İnanın sudan ucuz. İşte fiyatlardan birkaçı. "5 kg dana sucuk sadece 990 lira". Bitmedi. "3 kilo ve üzeri alımlarda kargo ücretsiz". Bitmedi. "5 kg alımlarda tava, bıçak, çatal, kaşık hediye".

Yorumlara bakılırsa, hiç olumsuz yoruma rastlamadım. Alanın hepsi memnun.

Tek tük analiz raporu isteyen olursa DM'den dönüş yapıyorlar. İyi ki var bu DM.

İki yüz liraya sucuk olur mu diyenlere, firma özene bezene cevap veriyor. "Biz hem üretici hem yetiştiriciyiz. Aradaki komisyonları çıkardık. Ürünlerimizin yüzde 65'i dana eti, % 30'u dana iç yağı, % 5 baharat kullanıyoruz" açıklamasına yer veriyor.

Aha bir örnek daha: "5 kg sucuk alana, Afyon lokumu veya bir kangal sucuk bedava. Ücretsiz kargo, yüzde yüz dana eti".

"Beğenmiyorsanız geri iadeli" yazmayı da ihmal etmiyorlar.

Beş kg sucuğa 890 lira fiyat veren firma bile var.

Hepsi de sipariş hattı oluşturmak için iletişim numarası bile veriyor.

Sucuk siparişi için acele etmeyin. Şimdi önüme düştü. "5 kilo sucuk alana çelik, paslanmaz bıçak hediye. Üstelik 850 lira" reklamı düştü.

Gördüğünüz gibi Afyon sucukların hepsi böyle mi bilmem ama sosyal medyada reklamı verilenler sudan da ucuz ekmekten de. Ülkede hayat pahalılığı var diye felaket tellallarının bu fiyatlardan haberi yok galiba. Ucuzluğu görmek istemiyorlar belli ki.

Etin kilosunun market ve kasaplarda 800 lira olduğu günümüzde, 200 hatta 200 TL'nin altında sucuk inandırıcı değil. Firma ister yetiştirici ve üretici olsun. Yorumlara bakılırsa, eğer bu olumlu yazanlar kendileri değilse, alan memnun, satan memnun. Gördüğünüz gibi tasası da bana düştü.

Var bir anormallik ama bu anormalliği anlayabilmiş değilim. Kapasitem ve çapım el vermiyor.

Devletin, ürünlerinde tağşiş yapan firmaları günlük duyurduğu bir ortamda bu ucuz sucuklarla ilgili duyurusu var mı bilmiyorum. Ama devletin Afyon adına satışı yapılan bu ucuz sucukları mercek altına almasında fayda var hem de ivedilikle. En azından bu sucuklardan yiyen ya da yemek isteyen vatandaş ne yediğini bilsin.

Bu arada toptancı olmayayım. Tüm Afyon sucukları böyledir demiyorum. İçlerinde kaliteyi tutturmuş, marka olmuş ve makul fiyatla ürünümü satan firmalar vardır. Eğer 200 ve altı fiyata sucuğun kilosunu veren ürünlerde bir hile yoksa bu insanları da tebrik etmek lazım.