27 Ağustos 2025 Çarşamba

Kaporta Zihniyeti Değişmeli

Bu ülke giyim kuşam ve dış görünüşten çok çekti. Ben buna kaporta diyorum.

Toplum olarak kaportaya verdiğimiz önemi ve yaptığımız mücadeleyi bir türlü geride bırakmadık. Kaporta birinci önceliğimiz olunca doğru dürüst başka meselelere eğilemedik. Varsa yoksa kaporta.

Ülkenin geçmişi ve zaman zaman nükseden kaporta yüzünden bu toplum az gerilim yaşamadı. Az bedel ödenmedi. Mağduriyetler yaşandı.

Görünen o ki yeter bu kaporta ile uğraştığımız, sonu gelmeyen didişmelerimize son diyemiyoruz.

Bir an için ortalık duruldu. Toplumsal konsensüs sağlandı. Artık herkes birbirinin yaşam ve giyim tarzına saygı göstermek zorunda olduğunu öğrendi dediğimiz an, yine bir kaporta meselesi gündeme düşüyor.

Şu var ki iki zıt kutup birbirine galebe çalmaya çalışıyor. Bu çapda dahi bunun emarelerini bariz bir şekilde görebiliyoruz. Yeter ki savunduğumuz fikir ve zihniyet muktedir olsun. Kim tutar bizi. İçimizde biriktirdiklerimizi hemen boşaltıveriyoruz. Yani bilinçaltımız ortaya çıkıveriyor.

Ne demek istediğimi biraz daha açayım. Bu ülkenin yakın geçmişinde, dini gerekçelerle başını örtenlere hayat zindan edildi. Okullara alınmadı. Bunlara çağ dışı zihniyet, örümcek kafalı dendi. Başörtüsü laikliğe aykırı görüldü. Kamusal alan kapalılara zindan edildi. Adeta başörtüsü avına çıkıldı. Devletin askeri de yargısı da bu mücadeleye alet edildi.

Devran döndü. Başörtüsü devletin her kademesinde serbest oldu. Daha önce vebalı kabul edilen giyim kuşam adeta tercih sebebi oldu. Başörtülü-başörtüsüz birbiriyle tartışmadan ve gerilim yaşamadan yan yana yürümeye tanık olduk.

Sevindirici bir durumdu bu. Artık toplum olarak birbirimizin giyim kuşamına saygı göstermeyi öğrenmiştik. Toplumsal barış gelmişti. Teşbihte hata olmasın, kurtla kuzu bir aradaydı.

Gel gör ki durum böyle değilmiş. Görünen o ki birileri, geçmişte yaşatılan travmayı unutamamış, içine atmış. Bireysel de olsa içinde tuttuğu diline geliveriyor. Hekimin, çıplak diye hastasını muayene etmekten imtina etmesi de buna örnektir. Bireysel diyorum. Çünkü tüm doktorlar böyle değil. Yalnız bireysel olmayan bir durum var. Doktorun çıplak ve teşhirci diyerek muayene etmediği hasta olayını savunan savunana. Sosyal medyaya bakıldığı zaman doktorun bu tavrına destek veren yüz binler var. Bu da doktorun yalnız olmadığını gösterir. Öyle zannediyorum, doktora destek verenlerin kahir ekseriyeti; dindar, mütedeyyin, muhafazakar ve İslamcı kesim. Öyle zannediyorum, geçmiş başörtüsü mücadelesinde çocuğu, eşi veya bir yakını mağdur edilmiş ya da başörtüsünü savunan kişiler olmalı. Bunlar da travmayı atlatamayan belli ki.

Dün başörtüsüyle mücadele için kız çocuklarına hayatı zindan edenler ile bugün çıplak diye yine kız çocuklarını muayeneden kaçınma durumu iki farklı zihniyeti temsil eder. Bu iki zihniyet de birbirine zıt zihniyet olsalar da aynı kapıya çıkar. Çünkü kapalılığı savunan da açıklığı savunan da kaportacıdır. Dış görünüşüne göre kızları değerlendiriyor. Bakmayın, zaman zaman çok masum ve hoşgörülü olduklarına. Gücü eline geçiren, zihniyetini ortaya koyup dayatmaya yelteniyor. O yüzden bu iki zıt kutup birbirinden besleniyor. Biri olmadan, diğeri olmaz. Çünkü yaşayamaz. Haliyle bu dram, bitmeyen hikaye olarak bizden bir parça olarak devam eder gider.

Bu bitmeyen hikayede kadınlar hep nesne iken hikayenin kahramanları nedense hep erkekler. Açık veya kapalı haliyle kadın mağdur oluyorken erkekler rol alıyor veya rol çalıyor.

Burada şunu da söylemek isterim. Kapalılığı savunan zihniyet de açıklığı savunan zihniyet de yanlış yolda. Ne zaman ki giyim ve kuşamı kişilerin bireysel tercihi kabul edip içimize sinmese de hoşgörülü yaklaşıp saygı göstermeyi hayat felsefesi kabul etmedikçe bu iki zihniyetten bu ülkeye hayır yoktur.

Açıklık veya kapalılık kadının tercihidir. İsteyen istediği şekilde giyinmelidir. Erkekler bu işten elini ve eteğini çekmelidir. Giyim kuşam konusunda bana laf düşmese de açıklık veya kapalılık konusunda neyi savunduğum merak edilirse, normal ve makul kapalılık ve açıklığı uygun görürüm. Yüzü ve gözü görünmeyen kapalılığı da anadan üryan giyim kuşamı da tasvip etmiyorum. Yine de garibimize gitse de kadınların tercihine saygı göstermek bizim olmazsa olmazımız olmalı. Kadınlar da ne şekilde giyinirse giyinsin ama kendine yakışanı giyinsin. Unutmayalım ki insanlar kıyafetleriyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanır. Nice açıklar vardır, kapalıdan daha kapalı. Nice kapalılar var ki açıktan daha açık.

Biz ne zaman ki giyim, kuşam ve kaportayı bırakıp insanların fikirlerine bakarsak ülke olarak mesafe alırız. Yoksa her zaman ki gibi yaya kalmaya devam ederiz.

Lütfen, açığı da kapalısı da açığı savunan da kapalılığı savunan da bu zihniyetini kendine saklasın. Birbirimize hayatı zindan etmesin. Birbirinin hayat tarzına müdahale etmedikçe herkes istediği giyim kuşamıyla toplum içinde arzı endam etsin. Eğer bir giyim ve kuşamı tasvip etmemişsek bunun yolu o kişiyle iletişime geçip onunla güzel bir üslupla konuşmaktır. İnanın, suçlamadan konuşma yolunu seçmek bize mesafe aldırır, belki kazanabiliriz de ama şöyle olacaksın, böyle olacaksın dayatması, hazırında o kişiyi bizden uzaklaştırır. Amacımız bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Maalesef taraflarda üzüm yeme düşüncesinin olduğunu düşünmüyorum.

Son göz, doktoru tefe koymayalım. Doktoru göklere de çıkarmayalım. Lütfen taraflar savundukları zihniyetlerini gözden geçirsinler. Zihniyetlerini sorgulasınlar. Birbirimize hayatı zindan etmeyelim. Şayet zihniyetlerimizi sorgularsak, birbirimizi anlamaya çalışırsak, pekala, birlikte hoşgörü içinde yaşanabilir bir ülke bırakabiliriz bizden sonraki neslimize.

26 Ağustos 2025 Salı

Zam Sebep, Enflasyon Sonuç

2026-2027 yıllarını kapsayan zam görüşmesi anlaşmazlıkla sonuçlanmış. İş her defasında olduğu gibi Hakem Heyetine kalmış.

Hakem Heyeti de 2026 için önerilen 11+7 zam oranını aynen onamış. Ama 2027 için teklif edilen 4+4'lük zammı yetersiz bularak 5+4'e çıkarmış. Böylece 2026-2027 zam pazarlığında nihai karar verilmiş oldu.

Öncelikle 2027 yılının ilk altı ayına Hakem Heyetinin inisiyatif kullanarak 1 puan eklemesi, Heyetin memurları düşündüğünün bir göstergesi. Sağ olsunlar, var olsunlar.

Bu zammın memurlara hayırlı olmasını ve gelecek zamlarla birlikte maaşlarını güle güle harcamasını dilerim.

Sözlerimi nihayete erdirmeden bazılarına bir çift laf etmek isterim.

Gazeteden okuduğuma göre yetkili konfederasyonlar zammı beğenmeyerek toplantı masasını terk etmişler. Ayıp etmişler. Ayıp ayıp. Bu memurlar, size masayı terk edin diye mi yetki verdi. Yetmez ama evet, Allah bereket versin, hiç yoktan iyidir deyip imzalayamaz mı idiniz? 2-3 puan daha artış olsa göğe mi erecektiniz? Hep istiyorsunuz. Hiç vermiyorsunuz. İstediğinizi de alamıyorsunuz. Ama ne edersiniz ki yetki sizde. Ama devlet terbiyesi, imzalamanız yönündeydi. . Hatta hiç vermeseniz de olurdu demekti. Heyhat ki göremedim bunu. Unutmayın ki devlet yönetmek ve bütçe hazırlamak ve hesap kitap yapmak bekarların işi değil. Belli ki bekarsınız.

Ya Hakem Heyetine ne demeli? Görüşme anlaşmazlıkla sonuçlanmış. Hakem Heyetine düşen de kabul görmeyen öneriyi onaylamaktan ibaretti. Ne hakla ikinci yılın 4+4 zam oranını 5+4'e revize ederler. Verirken sanki ceplerinden veriyorlar. Kimin parasını kime veriyorsunuz? Ayıp ayıp. Sizin yaptığınız bu değişiklik memur sendikalarının yaptığı ayıptan da ayıp. Belli ki Hakem Heyeti de bekar. Bekar olunca bütçe nedir, nereden bilecekler.

Verdikleri bu bir puanlık artış aşağı doğru hızla giden enflasyonu azdırırsa bunun vebalini nasıl verecekler? Bunu düşündüklerini sanmıyorum. Halbuki memura bir puan artış bütçeye artı yük getirecek. Bu da enflasyonun azması demek. Unutmasınlar ki memura zam sebep ise enflasyon ise sonuçtur. Durum bu iken gel de Hakem Heyetine bunu anlat.

Memur olup da bu zammı beğenmeyen varsa ve enflasyonun altında yine ezileceğiz denirse, derim ki felaket tellallığı yapmayın. Ne demek beğenmemek. Nankörlüğün gereği yok. Beğenmiyorsan istifa edeceksin. Senin yerine zamsız çalışacak milyonlar var. Kimse seni orada zorla tutmuyor.

Sonra ne demek yine enflasyona ezileceğiz. Ne zaman ezildiniz ki yine ezileceğiz diyorsunuz. Unutmayın ki bugüne kadar memur enflasyona ezdirilmedi. Yine ezdirilmeyecek.

Diyelim ki zam oranı enflasyonun altında kaldı. Altı ay sonra enflasyon farkını bugüne kadar almadınız mı? Sizin bir kuruşunuz devlette kaldı mı bugüne kadar da böyle dersiniz. Dişini sıkıp altı ay sonra al. Var mı alacak, verecek. Yok. O zaman bu isyan niye? Unutmayın ki azı beğenmeyen çoğu bulamaz.

Görünen o ki bu memur sendikaları da Hakem Heyeti de zammı az gören memurlar da enflasyondan beslenmek isteyenler. Yok öyle yağma. Eski Türkiye'de kaldı sizin bu istekleriniz. 

Haydi gidin işinize.

Bir söz de insaflı esnaf kardeşlerime gelsin. Biliyorum kâr marjında hep insaflı davrandınız. İşte size bir imkan daha. 2026'da ürünlere 11+7, 2027'de de 5+4 zam yansıtın. Biliyorum bunu size hatırlatmak çok abestir. Zaten yaptığınız bir şey. 

Son olarak bir söz de devlete gelsin. Bazı ülkeler ocak ve temmuzda vergi oranlarını artırırken yaşanan enflasyona göre zam yapıyor, memura zammı ise hedeflediği üzerinden zam veriyor. Biliyorum sen böyle yapmazsın. Haydi sen de 2026 ve 2027 yıllarında hedeflediğin enflasyon oranında vergilere zam yap. Sakın o ülkeleri örnek alma. 

Not: Tam içimden gelerek yazdığım bir yazı. Böyle bir yazı için samimiyet ve içtenlik gerek. Sizde bu içtenlik yoksa beni anlamazsınız. 

25 Ağustos 2025 Pazartesi

İyi Gün Dostu Olmak

Pek yapabildiğim bir şey değil ama bu devirde sanki yapılması gereken en iyi şey iyi gün dostu olmaktır.

İyi gün dostu olmak istiyorum ama nasıl olunur bilmiyorum derseniz, çok kolay.

İki dostun arasına kara kediler girince, üçüncü dost olarak araya girmezsin. Öyle ya ne olur ne olmaz. Belki arada kalırsın. O yüzden riske girmeye gerek yok. Ne halleri varsa görsünler. Araya kırgınlık giren iki dost kendi işlerini kendi halletsin. En iyisi hiçbir şey yokmuş gibi davranmak. Her ikisiyle de iyi geçinmek. Sorunun kendinden dolayı olduğunun da önemi yok. Çünkü bu mesele onların meselesi. Zaten meseleleri mesele edinmezsen ortada mesele kalmaz. Hayatı da gül gibi yaşarsın.

Zaten senin meselen yok ki orta yerde. İkisiyle de oturur kalkarsın. Biriyle oturuyorken diğeri telefon açtığında, kim var yanında dediğinde, "Kimse yok" dersin. Öyle ya yanındakiler yok hükmündedir nazarında. Yanındakiler de eşek değil ya öbürü gelmeden kalkıp gidecektir. Burada sana düşen yanındakini kovmaktan beter etmektir.

Az önce berikiyle nasıl ki ha ha ha, hi hi hi yaptıysan biraz da öbürüyle ha ha ha, hi hi hi yaparsın. Akşamı böyle yaparsın. Kısa günün kârı. Her çiçekten bal alırsın. Burada dikkat edeceğin tek şey her çiçekten bal alırken çiçeklerin dikeni varsa eline diken batmasına dikkat etmektir. Öyle ya sen dert babası mısın? Birilerinin derdiyle dertlenerek niye kendini üzüntüye gark edeceksin. Bu dünyaya dert dinlemek, sorunu çözmek, aracılık yapmaya mı geldin? Onlar da kendisi gibi olsunlar. Kendisinin hiç başkasıyla bir derdi oluyor mu sanki. Herkesle arası iyi. Kendisine bakıp kendisini örnek alırlarsa akıllılık ederler. Öyle ya bu aklı böyle yerde kullanmayıp da ne zaman kullanacaklar?

Unutmayın ki iyi gün dostu olunca:

Hiç taşın altına elini koymazsın.

Hiç riske girmezsin.

Tehlike anında sıvışırsın.

Hiç başın ağrımaz.

Öyle ya ağrıyan başın kime, ne faydası olur.
O yüzden ne dert dinle ne dert çöz ne de çözme iradesi göster. Dert dinlersen de meraktan dinle. Hiç kılını kıpırdatma. Faydası nedir derseniz, dinlediğin derdi bir başka yerde aktarma gibi bir hünerin olur. Böyle ağzında bakla ıslanmamış olur. 

Biliyorum, yazdıklarımdan ağzınız sulandı. Ah, ben de iyi gün dostu olayım ama nasıl derseniz?

Bunun için bir defa tuzu kuru olmalısınız.

Yediğin önünde, yemediğin arkanda olacak.

Hiçbir şeyi dert edinmeyeceksiniz.

Çok ince düşünmeyeceksiniz.

İnsan sarrafı olmayacaksınız.

İnsanları anlamaya çalışmayacaksınız.

Anlayış göstermeyeceksiniz.

Kafa yormayacaksınız.

Kafa dengi insanlar bulacaksınız. Onların da senin gibi derdi olmayacak. Onlarla gezip dolaşacaksın. Nerede akşam orada sabahlayacaksın. Daha neler neler... 

Tüm bunları yapabilmek yani iyi gün dostu olmak temel felsefen olunca, eline ne geçecek demeyin. Huzurlu ve mutlu olursunuz. Zaten bu dünyaya huzur ve mutluluk için gelmedik mi? Değer mi birileri için bu huzurunu kaçırmaya?
Siz siz olun, iyi gün dostu olun. Derdi olanlardan uzak durun. Çünkü dertler bulaşıcı olabilir. Üç günlük dünyada başkasının derdini ulaştırmaya ne gerek var değil mi?

Sirke Dediğin Kükreyecek

Üzüm ya da elma veya başka bir sirke ne işe yarar, nerede kullanılır bilmem. Sanki turşu kurmada kullanılıyor gibi. Çünkü her sene turşu kurma mevsimi gelince, alınacaklar listesinin baş sırasında sirke olur. Bir de şaşıp dönüp yanlış marka almayasın diye özellikle markası yazılır.

Ne derece işe yarar, bunu diyen sirke içip de mi gelir bilmem ama biri bir ziyafete gideceği zaman akşamdan sirke içip geldim esprisi yapar. Yani mideyi boşalttım. Ziyafette çok yiyeceğim demektir. Eğer bu doğruysa belli ki sirkenin mideyi boşaltma özelliği de var.

Şu var ki ben bilmesem de sirke çoğu zaman mutfaklarda kullanılıyor, mutfakların vazgeçilmezidir.

Sirke alınacak ama hangi marka sirke olacak? Ne marka olması ne fark eder demeyin. Kadınlar için bir marka var ki o marka olmazsa olmazdır. Kadınların vazgeçemediği bu sirke çok iyi olduğundan mı bilmem. Bildiğim, kadınlar turşu muhabbeti yaparken şu marka sirkeyi kullandım demesi yeterli. Yani dilden dile, kulaktan kulağa bu sirke markası dolaşınca sirke sahibinin ayrıca reklam yapmasına, masraf etmesine, sirkem elde kalacak diye endişelenmesine gerek kalmıyor. Her mevsimde ve özellikle turşu mevsiminde bu sirke kapış kapış gidiyor.

Kazara o markayı bulamadım, onun yerine şu markayı aldım diyen hane reisinin çekeceği var. En azından ağzının tadı kaçar. Gerekirse evde sirke olduğu halde bu marka sirkeyi bulup gelecek. Bu işin hiç kaçar göçeri yok. Bunu size söylüyorum erkekler.

Bana hangi markadan bahsediyorsun demeyin. Yanı başınızdaki eşinize soruverin bir zahmet. Çünkü eşiniz bilir. Hoş, kadınlar sadece sirkenin değil, her şeyin iyisini bilir. Eskidenmiş, ben bilmem, eşim bilir dendiği. Şimdi devir değişti, kadınlar bir bilendir. Bu devirde hâlâ eşim bilir diyen kadın varsa, bilsin ki çağın ruhuna uygun yaşamıyor ya da çağa uygun davranmıyor.

Hasılı, sirke dediğin:

Bu marka olacak.

Marka aklına gelmediyse, market reyonunda fiyatı en yüksek olan sirke hangisiyse, aradığın sirke odur.

Gerçi dendiğine göre fiyatının yüksek olması değil kadınları bu sirkeye cezbeden. Sirke dediğin öyle böyle değil, kükreyecek.

Kükreyen bir isim buldun mu? İşte sana en kalite sirke.

Kükreyen bir isim olunca bir de sirke kükrüyorsa fiyatı pahalı demeyip alacaksın.

Bu sirkeye o kadar para verdikçe, zamanında niye sirkeci olmadım. Bir sirke de ben üretseydim, paraya para demezdim. Yanlış meslek seçmişim. Heyhat ki heyhat dersin.

Bu arada İstanbul'da Sirkeci diye bir semt var değil mi? Belki de zamanında sirkeler bu semtte satıldığı için semtin adı Sirkeci kalmış ya da konmuş olmalı.

Siz siz olun, eğer bir mesleğiniz yoksa sirke işine yönelin. Ama öyle böyle değil, marka sirke olsun ki yaptığınız sirke kükresin. Kükreyen meşhur sirke ile yarışsın. Tanınmak ve piyasada iş yapabilmek için kadınların kadın kadına reklam yapmasını ihmal etmeyin. İnan, yok satarsınız. Yok, sıradan bir sirkeci olacaksanız, oturun oturduğunuz yerde. 

Gerçi sadece sirke de değil, her şeyde kaliteyi yakalayan marka değeri olan şeylere imza atmak gerek. 

Not: İsmiyle müsemma böyle kalite ve aranan bir sirkeye imza attığı için firma sahibini tebrik etmek lazım. 

23 Ağustos 2025 Cumartesi

Ölmeden Tabuta Girmek

MR şeklinde yazılıyor. EMAR diye okunuyor.

Doktorların teşhis koymak için istediği tetkik. Taranan yerde ne tür hastalık varsa oranın fotoğrafını çekiyor.

Kim buldu ise insanlığa büyük hizmet etmiştir. Gönül isterdi ki bunun mucidi biz olaydık.

Neyse geleyim MR'a:

Başına gelenler bilir. Girmişsinizdir içine.

Bildiğiniz, mezara konmadan önce cenazenin içine konduğu tabut. Zaten kısaltmaya bakarsanız, mezarın ilk harfi M ile son harfi R alınmak suretiyle MR denmiş. Bu isim konurken, hastanın içine girdiği makineye bakılırsa, öyle zannediyorum, tabuttan esinlenilmiş. Yani MR'a girmişsen -ki bu bir tabuttur- senin gideceği yer mezar demektir.

Kısaca MR demek, ölmeden önce tabuta girmek demektir. Bu, ölmeden önce ölmek gibi bir şey.

Sanırım üç defa girdim. En son girdiğim ilaçlı çekimde kafam tabutun dışındaydı. Öbürlerinde ise içindeydi. İlk ikisi bildiğimiz tabutun içine girmekti anlayacağınız.

MR çekimi yaptıranlar için bildik gelse de bugüne kadar MR ile işi olmayanlara kısaca anlatmak isterim.

Nasıl ki tabuta konmadan önce cenazenin üzerinde ne varsa çıkarılırsa, yıkandıktan sonra sadece beyaz kefenden başka bir şey olmuyorsa, MR'a girmeden önce görevli, üzerinde elbisenin dışında ne varsa çıkarttırıyor. Ceplerinde ve üzerinde ne varsa boşaltıyorsun.

Tabutun içine girdikten sonra görevli ne şekil durman gerektiğini söylemişse çekim bitinceye kadar hiç hareket etmeden put gibi duruyorsun.

Aşağı yukarı bir yarım saat duruyorsun tabutun içinde.

Gaipten ses gelir gibi görevli, nefes al diyorsa nefes alıyorsun. Nefesini tut deyince tutuyorsun. Nefesini bırak deyince bırakıyorsun.

Bu sefer ki çekimde nefes al ver olmadı. Kafam dışarıda vücudum tabutun içinde iken gözlerimi yumup hayal alemine daldım. Yalnız makinenin çıkardığı sesler hayal kurmamı hep sekteye uğrattı. Kah ağlıyor kah bağırıyor kah korna sesi gibi sesler çıkarıyor kah araba çalışır gibi ses geliyor. Anlatılmaz ancak yaşanır. Sanırsın ki makine bağırdıkça, hah bir hastalığımı buldu. Sanırım buna bağırıyor diye düşünüyorsun.

Nice sonra gözlerim yumulu, ellerim başımın kenarında çekim devam ederken, sağ elimi bir tutan oldu. İster istemez irkildim. Meğer görevli daha önce kolumdan açtığı damar yoluna ilaç boşaltacakmış. Mübarek, girmeden belli bir süre sonra ilaç dökeceğim diye. Olmayan aklımı tabutun içinde almaya ne hakkın var, değil mi?

Hasılı, cihazın ismini, şeklini göz önünde bulundurursak ve çalışmasını ölünün arkasından ağlayanlara, ah ü figan edenlere benzetirsek, MR denen bu cihazın bildiğimiz tabuttan başka bir şey akla getirmediği su götürmez bir gerçek.

En iyisi öldükten sonra girmek tabuta. Diri diri girmeyi kimseye tavsiye etmem. 

Dünya Böyle Eziyet Çekmedi

Küçüklüğümden kalma özlemden midir, çayı çok severim, çok içerim. Aç olayım, tok olayım, fark etmez. Yeter ki çay olsun. Bir bardakla da yetinmem. İçtikçe içerim. Hele çay kıvamında ise deme keyfime gitsin.

Evde çay içtiğimde çaydanlığı sünnetlemek benim görevim. Son damlasını bile telef etmem. Midemde yerini alır.

Herhangi bir yerde bulunduğumda çay, kahve veya başka bir şey, ne alırsınız dendiğinde yine tercihim hep çay olur. Haliyle içim dışım çay dense yeridir.

Muayene olduğum iki doktor, şikayetlerimi dinledikten sonra şunu, bunu bırak demenin dışında, çayı da mümkün olduğu kadar azalt demelerine rağmen huylu huyundan vazgeçer mi? Diğer yasaklara riayet etmekle beraber çayı azaltmadığım gibi buldukça, susadıkça içmeye devam ediyorum.

Çayın zararı yok mu? Yaşım gereği bazı zamanlarda tuvalete fazla çıkardığı olur. Özellikle akşam içtiğim çay sonrası. Ama içtiğim su kadar değil. Yeri gelir, bir bardak su tuvalet ihtiyacımı getirirken çay öyle değil. Bir diğer zararı, dişlerimi sarartması ve dilimi sapsarı yapması.

Benim dışımda çayı seven de çok bu toplumda. Memleketin her bir köşesinde bol miktarda çay ocağının olması da bu milletin çaya olan tutkusuna bir örnektir. Yine bu kadar çay ocağının ve kafenin olması da bu milletin büyük çoğunluğunun boş ve avare olduğunun bir göstergesidir.

Çay ocaklarının dışında, kahvaltıda, öğleden sonra ve akşam, aşağı yukarı her evde çay kaynar. Gelen misafire de mutlaka çay ikram edilir. Yorgunlukta ve dinlengin zamanda çay hepimizin vazgeçilmezi.

Çay bu milletin milli içeceği dense yeridir. Belki de bu yüzden çay tüketiminde dünyada ilk sırayı kimseye vermiyoruz.

Çay üzerine daha önce birkaç yazı ele aldım. Bu yazıya başlarken niyetim çay konusuna girmek değildi. Niyetim bir marka çaydan bahsetmekti. Kısaca değineyim.

Bir sabah kahvaltısında içtiğim çay berbattı. Bu çay niye böyle, hiç olmamış dedim. Akşamında çay yine iyi değildi. Ne oldu, çay markası mı değişti dedim. Yanlışlıkla hediye gelen bir çaydan demlenilmiş olduğunu öğrendim. Keşke bu çaydan demlemeseydiniz. Oldu olacak bizim çay ile harmanlayın. Böyle bitirelim dedim. Dediğim gibi yapıldı.

Akşamında önüme çay geldi. Çay o kadar berbat ki anlatamam. Çayı bir başıma bitirdim ama gelin onu bana sorun. Zehir desem değil, acı desem değil, deminden desem değil, açık desem hiç değil. Az kaynamış hiç değil.

Çayı bitirir bitirmez ağzımın tadı gelsin diye birkaç bardak su içtim. Nafile. Çayın berbat hali ağzımın içinde duruyordu hâlâ. Yatma vakti değil ama fırçalayayım. Ağzımın tadı belki gelir dedim. Nafile. Wc'ye gideyim. İçtiğim çayı boşaltayım. Belki rahatlarım dedim. Yine olmadı. Son çare tempolu bir yürüyüş yapayım, ciğerlerim ve ayaklarım açılsın. İçim de temizlensin. Kötü çaya dair bir şey kalmasın dedim.

Üzerimi giyinip çıktım. Parkura kadar bir yirmi dakika yürüdüm. 800 metre olan parkurda 10 tur attım. O kadar hızlı yürüdüm ki daha önce 7.00 ve 7.30 dakikada biten bir turu 6.30 dakikada tamamladım. Bir güzel terledim. O kadar yürüme ve zaman zaman koşmama rağmen ağzımın içindeki kötü çay tadı bir türlü gitmedi. Belli ki kötü marka çayı telafi etsin diye bizim harmanladığımız iyi çay çayı daha da berbat etmişti.

Hasılı dün akşam içtiğim bu çay bir eziyet olup çıktı. Dünya kuruldu kurulalı, insanlık belki de böyle eziyet çekmedi.

Öyle zannediyorum, bu çayın markasını merak ettiniz. Reklamın kötüsü olmaz deyip marka ismini vermeyeceğim. Sadece üç harfli bir markette satılır, o markete özgü desem, sanırım kafi olur.

Hâlâ anlamadık derseniz, insaf derim. Çünkü üç harfli market bile anladı hangi marka çayı kastettiğimi.

Giderekten, çay markamı kötülüyor diye bu market mahkemeye başvurursa, gider paşalar gibi ifademi veririm. Hakim derse ki pişman mısın? Değilim derim. Bak bu işin şakası yok derse. Asla. Bugün olsa yine sözümün arkasındayım. Aynı şeyleri söylerim. Gerekirse gider Silivri'de yatarım. Bilin ki Silivri'nin soğuğu bu çayın bana verdiği eziyet kadar olmaz.

Sakın, bu kadar abartma. Altı üstü bir çay demeyin. Zira çeken bilir. Beni çocukluk aşkım çaydan nefret noktasına getirdi. Yetmez mi? Garibin bir çayı var zaten. Çay da içemeyeceksem ne yapar ne ederim.

Sözlerimi bitirirken bu çayı merak etti iseniz, lütfen bir telefon kadar yakınım. Buyurun gelin, çaydanlık çaydanlık çay ikram ederim size. Hatta kalan demlenmemiş çayı da hediye olarak size takdim ederim. Belki o zaman ne demek istediğimi anlarsınız. Çünkü beni ve ne çektiğimi en iyi eşekten düşen bilir.

Yine siz siz olun. Bu marka çayı ucuz diye alıyorsanız alın ve için. Ama Allah rızası için bu çayı hediye olsun diye birine götürmeyin. Hele bana asla.

22 Ağustos 2025 Cuma

Pes Doğrusu!

Çoğu zaman telefon elimden düşmez. Durmadan konuştuğumdan ya da mesaj yazdığımdan dolayı değil. Eğer yanımda biri yoksa bir şeyler yazmak için telefonu kullanırım.

Bu ortamda arayan biri olursa telefonu açıp cevap veririm. Müsait olmadığım bir ortamda arayan olursa, müsait olur olmaz hemen dönerim.

Telefonla arayan kişi önemli veya önemsiz biri olsun ya da arayan kişinin ne konuşacağı gerekli veya gereksiz olsun geri dönüş yaparım. Prensibimdir bu. 

Bugüne kadar bir Allah'ın kulu, aradım ama geri dönmedi diyemez.

Bugün bu prensibimi bozdum. Arayan bir kişiye dönüş yapmadım. Dönüş yapmayı da düşünmüyorum. Niye derseniz? Fotoğrafta da gördüğünüz gibi aynı kişi 14.14 ve 14.16'da aradı. Bir yerde bir görüş halinde olduğum için telefonu açmadım. Telefonu sessize aldım. Niyetim, bu kısa görüşme sona ersin. Bu arayana döneyim. Aynı kişi 14.17'de bir daha aradı. Bu sefer aramayı meşgule aldım. Belli ki müsait değilim. Ben istediğim kadar müsait olmayayım. Aynı kişi 14.25'de bir daha aradı. Kısaca 10 dakikada beni 4 defa aramış oldu. Bu kişinin bu yaptığı eve gelip arka arkaya evin ziline dört defa basması gibidir. 

Bu kadar kısa bir zamanda dört kez aramaya pes doğrusu. İnsanda biraz görgü olur. Sanıyor ki herkes kendisi gibi boş. Ben nasıl boş isem o da boştur diye düşünüyor olmalı.

İnsan arar da belli bir süre bekler. Belki geri dönmeyi unutmuş olabilir diye biraz aralıklı aramalı. Çünkü insan yemek yiyor olabilir. Wc ve lavaboda olabilir, önemli bir işi olabilir. Hiçbirini bir on dakika içinde halledemez. 

Bu kişi telefon aramada nazarımda mimli. Daha önce de kara listeye aldım. Yüzüne söyledim. Aradığında cevap vermediğimde müsait olmadığımdandır. Ben sana mutlaka dönerim. Bir defa araman yeterli. Allah rızası için dönüp dönüp arama dedim. Tamam dedi ise de zaten arka arkaya aramadım. Biraz bekledim diyor. Bu cevaba da pes doğrusu. Hatta kendisine, bak beni engelleme durumunda bırakma. Lütfen bu hassasiyetimi gözet dedim. Tamam dediyse de o yine bildiğini okudu bugün. 

Engelleme yapmayacağım ama ardı arkasına bu dört aramadan sonra dönüş yapmayacağım. Ayıpsa ayıp. Onun yaptığı ayıp karşısında benim yaptığım ayıp bile sayılmaz.

Ne edersiniz ki görgünün ve adabımuaşeretin mektebi yok. Yukarıda bahsettiğim gibi daha önce uyarmama rağmen bildiğini okuyor. İnanın, zırt pırt böyle rahatsız eden boş ve avare kişilerin elinden telefonu almak, onları telefonsuz bırakmak gerek.

Bu tiplerin elinde telefonu almak yeterli mi? Bunun da yeterli olacağını sanmıyorum. Çünkü böyleleri, başkasından telefon isteyerek seni yine rahatsız eder. En iyisi telefonu aldıktan sonra bunları işe sürmek gerek. Çalıştıracaksın. Başını kaşıyacak zamanları olmayacak böylelerinin. 

Yürüyerek Eline Ne Geçiyor Demeyin!

Bana, niye yürüyorsun, araban yok mu senin, ayaklarına yazık değil mi, buraya kadar yürüyerek mi geldin, bugün kaç km yaptın der bazıları. Böyle diyenler yürümenin faydasını bilseler benden fazla yürürler.

Nedir yürümenin faydası derseniz, bilin ki saymakla bitmez. Sağlık yönünden faydasını bir tarafa bırakıyorum.

Kaldırım ve yürüyüş yolları sürprizlerle dolu. Neler bulursun neler.

İlk başlarda 5, 10, 25, 50 kuruş ve 1 liradan ibaret bozuk paralar buldum. Ama hiç burun bükmedim. Bugün küçüğü, yarın büyüğü dedim.
Bir gün bir baktım. En büyük paranın dörtte biri olan 50 TL önümde beni bekliyor. 50 lira para mı, eğilip aldığıma değmez demeyin. Yürümek suretiyle hem arabam yakıt yakmadı. Dolmuşa binip dolmuş parası vermedim. Üzerine elli lira ödül kazandım. Kısa günün kârı bu.

Sadece bu kadar mı? Yine bir defasında kaldırımda yürürken en büyük paranın dörtte üçü iki parça halinde önümde belirmez mi? Taş atıp da elim mi yoruldu? Bu devirde kim kime 150 lira verir. Bir sevinç bir sevinç. Anlatılmaz yaşanır.

Yine yürüyüşüm esnasında boş sigara paketleri de önüme düşer. İçi dolu mu diye topa vurur gibi ayağımı vuruyorum. Hep boş paket çıktı bahtıma. Üzülüyorum. Üzülmekle kalmıyorum. Be kardeşim, madem içiyorsun bu zıkkımı. Son sigaranı içtin. Yenisini alacaksın. Ne diye bu boş paketi orta yere atıyorsun da bu ihtiyarı önce sevince boğuyorsun, ardından üzüntüye gark ediyorsun. Boşalttın bu zıkkımı. Paketini de çöpe at. Ne diye orta yere atıp gidiyorsun. Sevincimi kursağımda bırakıyorsun. Haydi çöpe kadar elinde taşımak zoruna gitti. Yere atacaksın. Bari buruşturup at ki benim gibi biri yerde boş paketi görünce galiba dolu diye umutlanmasın.

Hasılı, zaman zaman küçük, büyük para bahtıma çıktı ama atılmış sigara paketleri hep boş çıktı. Haliyle hep hayal kırıklığı yaşadım.

Hayal kırıklığı yaşasam da moralimi bozmadım. Biri dönüp şaşıp dolu paketi düşürecek ve ben ona sahip olacağım umudunu hiç yitirmedim. Devran dönecek, ben o dolu paketi bulacağım dedim.
*
Oğlan araba lazım mı dedi. Hayır dedim. Laf olsun diye soruyor aslında. Bilir ki babası araba kullanmaz. O zaman ne diye soruyor derseniz, arabayı alayım mı demektir bu.

Lazım değil, götürebilirsin. Ne tarafa gideceksin dedim. Falan yere dedi. İyi, oraya kadar ben de gideyim. Dün falan marketten aldığım kavun, karpuz çok iyi çıktı. Bir, iki tane daha seçeyim. Arabanın arkasına koyalım. Sen arkadaşlarının yanına git. Ben de eve dönerim. Bu vesileyle bu serin havada biraz daha yürümüş olurum dedim.

Dediğimi yaptım. Kavun, karpuzu arabanın bagajında koyduk. Oğlan gaza basıp gitti, ben de eve yöneldim.

Yolda gelirken bisiklet yolunu takip ediyorum. Akşam 21.00 suları. Cadde olmasına rağmen sokak lambaları cadde ve kaldırımı tam aydınlatmıyor. Yarı aydınlık yarı karanlık yürüyorum.

O da ne? Bir sigara paketi. Tutmayın dostlar beni. Bu sefer oldu galiba dedim. Ardından ya yine boş paketse dedim. Kendi kendimi teselli ettim. Üzüntüye, akşam akşam kendini demoralize etmeye ve felaket tellallığı yapmaya gerek yok. Haydi şansını dene. Yine ayağınla vurup test et. Ayrıca ne kaybedeceksin dedim.

Sağ ayağımla vurdum. Tın tın ötmediği gibi önümden fırlayıp gitmedi. Bu sefer oldu dedim. Zira dolu paketle karşı karşıyaydım. Sonrasında eğilip elime aldım. Daha açılmamış bir paketti anlayacağınız.

Caiz mi, değil mi demeyin. Paralar ihtiyaç sahiplerine gitti. Bu zıkkım da bana kaldı. İçiyorsan, karşılaşırsak ikram ederim. Ama yok yok. Bu iş bana göre değil, en iyisi bu zıkkımı içen birine vermek. 

Siz siz olun, yürüyün. Bahtınıza neler neler çıkacağı umudunu hep taşıyın. Zira bu umut bir şeyler bulma umuduyla sizi hayata bağlar. En azından oturup kara kara düşünmekten, ne olacak bu memleketin hali demekten iyidir. Hoş, yürümeseniz daha iyi. Böylece yol ve kaldırımdakiler bana kalır. Bir de unutmayın ki memleketi siz kurtaramazsınız. Ayrıca ne varmış memleketin halinde demeyin. Hiç havamda değilim. Bırakın bu sevincimi yaşayayım.

20 Ağustos 2025 Çarşamba

Bok Böceği

Bugün, gündelik hayatta ağzıma almadığım, yazılarımda yazılışına bile yer vermediğim bir kelimeyi yazımda çok kullanacağım. Ben yazdıkça, siz okudukça ben mahcup olacağım ama ne demek istediğimi ifade edebilmek için mecburum. Şimdiden affınıza sığınırım. Yalnız af talebinde bulunmuyorum. Dikkatinizi çekerim.

Bu suçuma ortak olarak da TDK sözlüğünü alacağım. Öyle ya TDK bile bu kelimeye yer vermişse ben niye yer vermeyeyim.

Uzatmayayım. Bok böceğinden bahsedeceğim size. Adında halavet olmayan bu böceğin faydası çokmuş. Faydalarını yer vermeyeceğim. Bu faydaları merak ediyorsanız sanal aleme başvurabilirsiniz.

Bu bok böceğini yazarken aslı var veya yok. Bir hikayeye yer vereceğim. Daha doğrusu fabla. Anlatacağım kısa fablın aslı yoksa bok böcekleri hakkını helal etsin.

Bildiğiniz gibi bok böcekleri yaptığı pislikleri yuvarlarmış. Bu pislik belki de kendi yaptığı pislik de olabilir. Belli ki bu evrende ona biçilen rol bu. Yaptığı iş boktan iş olsa da görevini yaptığı için ancak takdir ederiz. Çünkü hakkıyla yapılan her görev kutsaldır. Buraya kadar bok böceğinin yaptığına eyvallah. Sanırım bundan sonrası uydurma olsa gerek. Bok böceği pisliğini yuvarlarken "Etraf ne pis kokuyor" diye burnunu tıkarmış.

Öyle zannediyorum, bok böceği her ne kadar burnunu tıkasa da etrafı kirletenin kendi pisliği olduğunu biliyordur. İnşallah çevreyi başkası kirletiyor ve kokutuyor diye düşünmüyordur.

Bu da nereden aklına geldi. Kim kokutacak. Elbette bok böceği kokutuyor diyebilirsiniz. Böyle derken bok böceğinin etrafı kendisinin kokuttuğunu inkar ettiğini ben de sanmıyorum. Belki de hiçbir hayvan yapıp ettiğini gizleme durumunda değildir. Bu olsa olsa insana mahsus bir şey olsa gerek. İnsanın içinde elbette istisnaları vardır. Bu haltı ben işledim diye itiraf eder. Hatta döner döner özür diler.

Ama tüm insanlar böyle değil. Öyleleri var ki tıpkı bu bok böceği gibi ortalığı kirletir, etrafı kokutur. Duyarlı insanlar kokudan burnunu tıkar. Nereden ve kimden geliyor bu koku dendiği zaman "Şu kokutuyor, bu pisledi, bundan dolayı" şeklinde birileri birilerini hedef gösterir. Pisliği daha doğrusu boku başkasının üzerine yıkar. Bu, iftira olur demeyin. İçimizde bunu bal gibi yapanlar var. Buna teşne olanlar da. Bu teşne olanlar, bokun başkası tarafından yapıldığına ikna olurlar. Kokunun başkasından geldiğine dünden razılar. Hiç üzerlerine toz kondurmazlar. Etrafı sevdikleri kişilerin kokuttuğuna da inanmazlar. Çünkü meslek edinmişler bunu. Bir kısmının da bağışıklık yaptığı için burunları koku almıyor.

Beni üzen de bu tip insanların kokudan haberdar olmaması. Haberi olsa da ortamı kirletenin, hayatı yaşanmaz hale getirenin başkası olduğuna inanması.

İstiyorum ki etrafı kokutanların ve bu kokudan rahatsız olmayanların ya da kokuyu başkasının üzerine atanların tıpkı bok böceği gibi etrafı kokutanın kendileri olduğunu bilmeleri. Heyhat ki heyhat.

Çok fazla ileri gitmeden bu bok ve pisleme konusunu kapatmak istiyorum. Yalnız başımdan geçen bir anekdota kısaca yer vererek yazımı nihayete erdireyim.

Adana'da çalışırken birkaç kalem alışveriş için cadde üzerinde bir markete girdim. Evde misafir olduğu için markette hiç oyalanmadım. Alacağımı alıp ödemeyi yaptım. X-Ray cihazından çıkarken ardımdan bir kadın da cihazdan geçti.

Cihazın ötmesiyle birlikte, ne oluyor diye ardıma baktım. Başta güvenlik olmak üzere markettekilerin gözü üzerimizdeydi. Acaba cebimde markete ait bir şey olabilir mi diye kendimden endişelenmedim değil. Şu var ki yüzüm zaten kırmızı. Bu olayla birlikte utancımdan oldum kıpkırmızı.

Güvenlik görevlisi yanımıza doğru gelirken ardımdan bana değecek gibi bir hızla X-Ray cihazından geçen kadın, "Beyefendiden geliyor ses" dedi. Parmağıyla beni gösterdi. Kıpkırmızı olmaya devam. İşim ne başka.

Güvenlik, bir daha geçelim cihazdan. Ama tek tek dedi. Önce ben geçtim. Bir hızla kadın da geçti. Cihaz öttü tekrar. Kadın yine bu beyefendiden dolayı ötüyor dedi. Bu arada kadına göre beyefendi ben oluyorum.

Uzatmayayım. Güvenlik, hanımefendi! Siz benimle gelir misiniz deyip kadını içeri götürdü.

Bu anımda gördüğünüz gibi bok, sidik yok. Marketi kirleten kadının, yaptığı hırsızlığın savunulur bir tarafı yok. Yalnız marketi kirleten kendisi olmasına rağmen bu pisliği yapanın ben olduğumu hedef göstermesi beni düşündürüyor. Etrafınıza bir bakın ya da elinizi çenenize koyup bir düşünün. Etrafı kokutan kimler var? Pisleyenin kendisi olduğunu kabul etmeyen kimler var? Yaptığı pisliği başkasına sıvayan kimler var? Bu tür iftiralara teşne kimler var? Bunların sayısı ne kadar? Kimlerin burunları koku almıyor, gözleri görmüyor, idrak yoksunluğu çekiyor ve etrafın pisliğini sineye çekiyor, başkasının üzerine yıkıyor ya da buna sessiz kalıyor veya bunu savunuyor?

19 Ağustos 2025 Salı

Neyin ya da Kimin Düşmanıyım?

Geçen gün bir akrabamın yanına vardım. Selam, kelam, hal hatırdan sonra akrabam konuyu dönüp dolaştırıp bir yere getirdi:

"Bir yerde, senin daha önce konuşma arasında söylediğin bir cümleyi sarf ettim. Kim söyledi bunu dediler. Ben de senin adını verince, 'Ha o mu? O, ... düşmanı' dediler. O düşman ben oluyorum.

Evet, aynen böyle demişler. Sözüm üzerine olumlu ya da olumsuz bir şey deseler, sizin akraba yanlış söylemiş. Biz buna katılmıyoruz deseler hiç gam yemeyeceğim. Çünkü sözüme dair bir şey söylemeden hakkımdaki kanaatlerini izhar etmişler. Anlaşılan o ki akrabamın yanındakiler beni tanıyan birileri. Artık ne kadar tanıyorlarsa diye hiç merak etmiyorum. Belli ki hakkımda hüküm vermişler. Ben birilerinin düşmanıymışım. Kanaat böyle olunca onların yanında sözümün hiçbir kıymetiharbiyesi olmaz. Çok da tın.

*

Bir başka akrabam var. 80'i devirmiş. Yaşının gereği yürümekte zorlanır. Çünkü dizlerindeki sıvı bitmiş. Çok sık olmasa da zaman zaman ziyaret ederim. Selam, kelam, hal hatırdan öte pek bir şey de konuşmam. Soru sorarsa kısa ve net cevap veririm. Çayımı içer, müsaade alır, kalkarım.

Bu demek değildir ki hiç konuşmam. Bu akrabamın yanında başkaları da varken, dert edindiğim konulardan birini biri açmış, görüşümü sormuşsa, doğru ya da yanlış o konudaki görüşümü söylerim. Söylediğim sözün doğru olduğunu dayatma gibi bir niyetim hiç olmadı.

Bir, iki bu şekil görüşümü sessizce dinleyen bu akrabam, yok öyle değil deyip hiç söze karışmadı. Yanlış düşünüyorsun demedi. Sessiz sessiz dinledi.

*

Bir zaman bir çarşının üçüncü katında esnaf olan bir başka akrabam, "Senin çok yakın bir akraban geçen gün buraya yanıma geldi. Görüşlerinden dolayı dert yandı." Şu arkadaşına bir şey söyle. Ne biçim konuşur böyle" dedi. Kim bu akraba dedim ise de kim olduğunu o söylemedi, ben de üstelemedim. Ama kim olabilir beni tanıyan bu akrabam diye zaman zaman merak etmedim değil.

Aradan epey bir zaman geçtikten sonra esnaf arkadaş, "Geçti gitti. Haberi olmasın. Bir zaman ne biçim konuşuyor, nasıl böyle düşünür diye bana dert yanan akraban falan idi" dedi.

İsmini duyunca şaşırdım. Ne ara buraya, nasıl geldi. Mübarek yürümede zorlanıyor. Madem fikrimden zikrimden şikayetçi. Sana gelinceye kadar bunu bana söyleyebilirdi. Vay be! Nasıl akrabaymış böyle. Üstelik görüşüme başta o olmak üzere kimse katılmak zorunda değil. Garibime giden, o ayaklarla buraya kadar üşenmeyip nasıl geldiği ve benden dert yandığı türünden bir şey söyledim.

Verdiğim iki örnekten anlaşılacağı üzere birileri hakkımda hükmümü vermişler. Onlar nezdinde sözümün hiçbir değeri yok. Ki olabilir. Ama bunu bana söyleyecek özgüveni ve cesaretleri de yok. Fikre fikirle mücadele gibi bir çap ve kapasiteleri de yok. Tek yaptıkları, ardımdan konuşmak, beni başkasıyla çekiştirmek. Bu tip mıymıntı tiplerle işim olmaz. Çünkü ön yargı ve sabit fikirlilikleri tavan yapmış durumda. Belli ki fikir diye birilerinin şakşakçılığını yapıyorlar. O birilerinin yapıp ettiklerini, kırıp döktüklerini yazıp çizen veya ortamında konuşan beni sırf bu yüzden düşman bellemişler.

Ama bunların beni anlamasını istemiyorum. Çünkü ön yargılı trollere hiçbir şey anlatamazsın. Anlatsan da anlayacak kapasiteleri yok. Kafalarını kuma gömmüşler. Dünyayı kendi sabit fikirlerinden ibaret görüyorlar. Aslında bunlara hoşlarına giden şeyleri söylesen, onların dümen suyuna girsen, senden iyisi olmaz ve seni el üstünde tutarlar.

Bu iki örneğe bakarak düşünmeden edemiyorum. Ben mi birine, birilerine, bir şeye düşmanım, onlar mı fikrimden dolayı bana düşman olan?

Şu bilinsin ki hiç kimsenin düşmanı değilim. Asla kişiselleştirmem. Kin de gütmem. Hiç düşmanlığım yok mu? Düşmanlığım var elbet. Ama kişilerden ziyade o kişilerin yapıp ettiklerine, bir şeyi iyi yapacağına inandığım halde yapamadığı gibi kırıp dökenlere, beni hayal kırıklığına uğrattıkları için yapılan şeylere düşmanlığım daha doğrusu serzenişim olur. Bu düşmanlığım elime silah alıp onları topla tüfekle vurmak şeklinde değil. Yapılıp edileni yazı konusu edinir, yapılanı ince ince eleştiririm.

Sorarım. Ne zamandan beri bir konuda fikir serdetmek, birilerinin yapıp ettiklerini yanlış yapıyorsunuz diye eleştirmek düşmanlık oluyor?

Konuşmak ne zamandan beri düşmanlık oluyor? Unutulmasın ki ucunda mimlenme de olsa yazıp çizenden ve konuşandan zarar gelmez. Çünkü ısıracak köpek havlamaz. Ancak yere bakan yürek yakan, görüş serdetmeyenlerden zarar gelir. Görünen o ki bu tiplerin, arkandan kuyunu kazma düşmanlığı olduğu gibi sana iftira atmayı da iyi beceriyorlar.

Neuzu billah böylelerinden.

18 Ağustos 2025 Pazartesi

Kötü Gününde Yanında Olmayan Bir Dost

Oturur kalkarsın bazı insanlarla.

Gelirsin gidersin. 

Çarşı pazarda buluşursun. 

Senli benli konuşursun. 

Yeri geldi mi sırrını paylaşırsın.

O seni, sen onu iyi bilirsin. 

Dost dediğin böyle olur dersin. 

Ama öyle bir zaman gelir ki 

Ameliyat olursun, 

Çoluk çocuğun ameliyat olur, kaza geçirir, 

Birinci derece bir yakının ölür. 

Çarşı pazar beraber olduğun bu kişiyi yanında göremezsin. Hastalıkları ve kazayı önemsemez. Ya telefonla ya da çarşı pazarda buluştuğun zaman geçmiş olsun der. Cenazen olduğu zaman zaten hep il dışında olur. Oradan telefon açar. İl dışından döndükten sonra ayrıca bir taziyede bulunayım deyip evine gelmez.

Herkese mi böyle? Değil. Görürüm ki başkasının cenazesi olduğu zaman il dışında da olsa veya il dışına çıkacak olsa da bir başına da olsa dönünce ya da iş dışına çıkmadan önce taziyeye gider.

Anladım ki adamına göre davranıyor. İstediğine taziyeye gidiyor, istediğine telefonla hallediyor. 

Sanırım meselesi benimle. Kötü gününde yanında olup olmaması değil mesele. Hiç gelmemesi de değil. Denk gelir birine gelemez, denk gelir birine gelir. Aramızda bir sorun mu var? Bildiğim kadarıyla yok. Çünkü çarşı pazarda oturup kalkıyoruz. Birlikte çay içip muhabbet ediyoruz. Çarşıya çıktığı zaman neredesin diyor. Durum bu iken çok takmıyorum ama bana gelmeyip başkasına gitmesi beni düşündürüyor. 

Elbette kötü gününde yanında olan, arayıp soran, kapını çalan kimsenin ayrı bir yeri olur. Sayıp sevmiş, hatır biliyor dersin. Gönlünde ayrı bir yeri olur. Gelen de sağ olsun, gelmeyen de. 

Mesele ne o zaman derseniz, mesele, aynı oturup kalktığımızın birine farklı, diğerine farklı tarife uygulanması.

Böyle bir tarife uyguladığını veya hesap yaptığını düşünmüyorum. Olsa olsa plansızlığı olabilir. Belki de gittiğine değer verdiğindendir. Ona önem atfettiğindendir. Demek ki oturup kalksak da gönlüne girememiştim. Bahtıma yanayım. 

Başka da aklıma bir şey gelmiyor. 

16 Ağustos 2025 Cumartesi

Hepten Bedavacı Bir Fani

Bir ara 65'ini devirmiş bir fani ile teşehhüt miktarı bir yerde oturmuş oldum. Yanımda birkaç kişi daha vardı.

Birkaç konuya birden girdik. Muhteremin kafa yapısı, anlayışı pes dedirtti bana.

Konu döndü dolaştı. 65 yaşını doldurmuş insanların toplu taşıma araçlarından ve herkesin belediye umum tuvaletlerinden ücretsiz yararlanmasına geldi.

Çoğunluk, ücretsiz hizmetin olmaması yönünde görüş belirtti. Toplu taşımayla ilgili;
En azından yapılan hizmetin maliyeti alınmalı.
İndirimli olabilir.

Devlet, 65 yaşını doldurmuşların hesabına, emeklilere bayram harçlığı verdiği gibi belirlediği bir miktarı ulaşım gideri adı altında aylık yatırabilir. Otobüslere binen de herkes gibi bedelini öder. Bu yöntem aynı zamanda 65'ini doldurup otobüslere binenlerin onurunu da korur. Çünkü başta otobüs şoförleri olmak üzere çoğunluk 65'lilere bedavacı diyor. Homurtular oluyor. Bu homurtular kulaklarına gidiyor.

Günlük biniş sınırı getirilebilir.

Yolcu yoğunluğu az saatlerde otobüse binme şartı getirilebilir.

Türünden herkes kendi çapında bir öneri getirdi.
Tüm bunları yarım ağız dinleyen ise her bir öneriye eleştiri getirdi. Hiçbir öneriye katılmadı. Ücretsiz faydalanıyoruz, ücretsiz binmek hoşuma gidiyor ama ücretsiz olmamalı diyemedi. "Yarın siz de 65 yaşına dayanacaksınız. Bir zamanlar ben de sizin gibi düşünüyordum ama doğrusu ücretsiz olması, sınır getirilmemesi. Belediyelere yük olmuyoruz, belki biraz olabilir ama güzel hizmet. Gündüz saatlerinde otobüsler zaten boş gidip geliyor. Kime, ne zararımız var. Kişi hasta, sabah erken saatte hastaneye gidecekse, bilet mi basmalı. Öyle olmaz. İstediği saatte istediği kadar binmeli" dedi.

Sayın hocam, yarın 65'i bulduğumuzda biz de elbette faydalanacağız ama doğrusu, ücretin alınması dedik ise de Nuh dedi, peygamber demedi.

Bari, her 65'ini dolduran faydalanmasın. Çünkü öyle 65'ini dolduranlar var ki gayrimenkul zengini. Seni, beni, şehri satın alır. En azından geliri belli miktarın altında olanlar, mesela en düşük emekli maaşı alanlar faydalansın bile dedik. "Bu, hiç olmaz. Adil değil. Ayırt etmek de zor" dedi. Siz adaletten ziyade eşitlikçi bir görüşü savunuyorsun dedik. Dedik oğlu dedik. O ise dediğim dedik, kestiğim kestik dedi.

Ücretsiz tuvalet konusunda da maliyeti bari alınmalı önerisine de hiç katılmadı. Hiç alınmamalı, böyle gitmeli. Bu da güzel hizmet" dedi durdu.

Baktım olmayacak. Sustum. O ise kendi çaldı, kendi oynadı.

"Bak, sabah şuraya gittim, buraya gittim. Evden çıktım çıkalı hiç para ödemedim. İyi değil mi bu hizmet" dedi. Yahu bedava hizmet başka hizmetlere yüklenilerek yine bizden çıkar dedik ise de çıkmaz, niye çıksın dedi.

Düşündüm de hayatı beleşe getirmiş biriydi. Nerede beleş, orada yerleş türünden bir profil ile karşı karşıyaydım.

Adam niye savunmasın bu beleşçiliği. Evinden çıktı çıkalı bir kuruş para harcamamış. Ulaşım gideri yok, çay parası ödeme derdi yok. Susadım, şuradan bir su alayım derdi yok. Nasılsa otobüs bedava. Esnaf ziyaretinde çaylar esnaftan. Susamışsa belediyenin tatlı su çeşmeleri var. Yiyip içtiğini boşaltacak tuvaletler de bedava. Hayatı beleş olan biri bu bedavacılığı niye savunmasın.

Konuyu değiştirmek için esnaf, kaplıcada kaç gün kaldın, kaç para verdin diye bana sordu. Dört gecesine iki kişi 12 bin verdim deyince, bizim bedavacı, "Annah, o kadar para kaplıcaya verilir mi? Oraya o kadar vereceğime, üzerine bir üç daha koyar, bir umre daha yapar gelirim" demez mi? Yahu, kaplıcanın yeri ayrı, umrenin yeri ayrı dedim ise de o kendi türküsünü çığırmaya devam etti.

Cebinden para verip de kaç defa hac ve umreye gitti bilmem. Belki gitmiştir. Bildiğim, görevli olarak kaç defa gittiğidir. Bunu da Diyanet çeker. Hatta üste de para verir.

Hayatı beleş olan ve beleşçiliği bu derece savunan bu kişiye daha fazla tahammül edemedim. Müsaade alıp çıktım. Çıkarken, sana boş bir mezar lazım diyecektim ki düşündüm. Konya'da zaten mezar hizmetleri bedava. Söylemeye gerek duymadım.

Siz siz olun, beleş ya da bedava hizmetten yararlanın ama beleşi savunmayın. Tek istediğim bu.

15 Ağustos 2025 Cuma

Himayelerinde

Günümüz siyasetinde zaman zaman kullanılan “Af talebinde bulunmak” ve “... himayelerinde...” tabirlerini çok itici buluyorum.

İtici bulmam, kelime ve kavramlara değil. Kullanıldığı yer itibariyledir. Daha doğrusu kullanan kişilerin kişiliğine uygun bulmadığımdan ve onların da onurunu korumak gerektiğini düşündüğümdendir.

Bizde pek işlemese de istifa gibi bir kavram varken bunun yerine son yıllarda af talebinde bulunmak deyiminin kullanılması akıllara zarar. İkisi de aynı kapıya çıkar. Ne fark eder demeyin. Af talebinde bulunmak deyiminde, istifa eden sanki suçluymuş. İşlediği bu suçtan dolayı af diliyor anlamı çıkar. Yine af talebinde bulunmak deyiminde, istifa eden kişinin onuru geri plana itilmiş, o kişinin haysiyeti korunmuyor demektir.

Gelelim, “himayelerinde” kelimesine. Bu kelime de siyasilerin dilinde bugünlerde sıkça kullanılıyor. Bu kelimeyi de bu yazıya eklememin sebebi, parti değiştiren bir siyasinin rozet takma merasiminde yaptığı kısa konuşmasında kullandığı bu kelimenin dikkatimi çekmesi: “Sayın ...’ın himayelerinde daha fazla hizmet edeceğime bir kere daha söz veriyorum”.

“Himayelerinde” kelimesini sadece siyasiler değil, bazı üst düzey bürokratlar da kullanıyor.

Önce himaye kelimesinin anlamına yer vereyim. Arapçadan dilimize geçmiş himaye kelimesi, “koruyuculuk, kayırma ve elinden tutma” anlamlarına gelmektedir. Buna, koruyup kollama, gözetme, destek olma, destek çıkma, başkalarına göre kayırma ve torpil yapma, referans vs. diyebiliriz.

Koruyup kollama ve gözetme anlamında söylenirse eh dersin. Ama kayırma ve torpil anlamında kullanılırsa kullanıldığı yer itibariyle bu kelimenin savunulacak bir yanı olamaz.

Bu kelime, horozlanan biri için halk arasında “Seni bir himaye eden var. Arkanda kim var” şeklinde söylenir.

Himaye kelimesiyle ilk müşerref olmam, siyer okurken Hz Muhammed’in Ebu Talip’in himayesine girmesi. Amcasının vefatı sonrası Taif’ten dönerken Mekke’ye girebilmek için müşrik olmasına rağmen Mutim b. Adiy’in himayesine girmesi.

Hz Muhammed’in, davasını anlatmak, malına ve canına zarar verilmemesi için Ebu Talip ve Mutim’in himayesine girmesi doğaldır ve anlaşılır. Çünkü Arap kültüründe birinin himayesine girdikten sonra kimse ona zarar veremez. Zarar veren hamiyi (himaye edeni, himayeyi üstleneni) karşısına almış olur. Bu yüzden himaye eden güçlü bir aktör olmalı.

Hiçbir menfaat beklentisi olmadan davasını anlatmak için Hz Muhammed’in güçlü aktörlerin himayesine girmesi anlaşılır.

Himaye, hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, bu kelimeyi de tıpkı af talebinde bulunmak deyiminde olduğu gibi şık bulmuyorum. Çünkü bu kelime de himayesi altına giren kişinin onurunu zedeler. Her tarafa çekilebilecek ve farklı anlamlara sebebiyet verecek bu kelime yerine, “Sayın falan kişiyle bir ekip olacağız. Ekip ruhu içerisinde çalışacağız, güçlerimizi birleştirerek şehrime/ülkeme daha iyi hizmet edeceğime inanıyorum” dense özellikle bu sözü söyleyen kişinin onuru zedelenmemiş olur.

Günümüzde güçlü aktörlerle işbirliği yapmak avantajlar getirse de ne kadar aksaklıklar olsa da kanun ve kurallarıyla işleyen bir devletimiz var. Her kim olursa olsun kanunun kendisine verdiği yetkiyi kullanır. Aksi, yetki aşımı olur. İş yapmak, daha fazla hizmet etmek amacıyla illa birinin ya da birilerinin himayesine girmek gerekmez. Böyle olsa bile himayelerinde ifadesini kullanmamak gerek. Çünkü yaşadığımız devlet Arap kültürünün getirdiği bir sistem değil. O gün kaba kuvvet hakimdi. Bugün ise Anayasa, kanun ve yönetmelikler herkesi bağlar. Herkes mevzuatın verdiği yetkiyi kullanır, mevzuatın verdiği imkanlardan yararlanır.

14 Ağustos 2025 Perşembe

Dışarıda Top Koşturan Futbolcularımız

Başta şampiyonluğa oynayan büyük takımlarımız olmak üzere Süper Lig ve PTT 1.Liginde, yabancı ülkelere mensup futbolcuların ağırlığının olduğu bir vakıa.

Yüksek paralar vererek büyük umutla transfer edilen yabancılar, takımların ilk on birinde yer alsa da almasa da verimli olsa da olmasa da kapağı bu ülkeye attı mı, kolay kolay gitmiyor. Gerekirse bir başka takıma kiralık gidiyor, başka takıma transfer oluyor ama kolay kolay gitmiyor. Yani kahir ekseriyeti bu ülkede kalıcı oluyor.

Niçin gitmiyorlar? Ya iyi kazanıyorlar ya bu ülkede top koşturmaktan mutlular ya elleri mahkum ya da profesyonelliğin gereğini yapıyorlar.

Sebep her ne ise görünen o ki bu ülke yabancı futbolcular için bir cennet mesabesinde. Bu ülkede bol bol para kazanıyorlar.

Yabancı futbolcuların durumu bu iken bu ülke insanının dışarıda top koşturan kaç futbolcusu var? Bildiğim kadarıyla bir elin parmaklarını geçmez. Bugün Avrupa kulüplerinde top koşturan milli futbolcularımız da Avrupa kulüplerinin alt yapısından yetişen futbolcular. Bu ülkede parlayıp da Avrupa kulüplerine transfer olan milli futbolcularımızın da tutunamayıp geri geldiğini görüyoruz. Kazara tutunan bir futbolcumuz olsa bile bir başka kulübümüz yüklü miktarda para vererek o futbolcuyu tekrar ülkeye getiriyor.

Aklımda kaldığı kadarıyla 2000 UEFA kupasını kazanan GS alt yapısından yetişen milli futbolcular, Avrupa kulüpleri tarafından transfer edilmişti. Bu futbolcuların çoğu, gitmesiyle geri dönmesi bir oldu. Emre Belazoğlu biraz tutunacak gibiydi. Aziz Yıldırım FB'ye transfer etti. GS'den Benfica kulübüne giden Kerem Aktürkoğlu'nun ismi de FB'ye transfer edilecek diye geçiyor. Halbuki Kerem gideli daha bir sezon oldu. İsterim ki Kerem yurtdışına kalsın. Sadece Kerem değil, giden her futbolcu gittiği yerde kalıcı olsun. Bu vesileyle bu ülkeye döviz getirsin.

İşin garibi bu ülkeden kelepir fiyata transfer edilen bu futbolculara astronomik paralar vererek geri getiriyoruz. Avrupa'ya giden futbolcularımız da haliyle tutunamayıp annelerinin ligine geri dönüyor.

Bunun tek istisnası, Tugay Kerimoğlu. GS alt yapısından yetişip uzun yıllar takımında ter döktükten sonra Ranger'de bir sezon top oynayıp ardından 8 yıl da Blackburn Rovers'da oynadı. Avrupa'ya gidip tutunan belki de tek futbolcumuz Tugay'dır. Başka varsa da bilmiyorum. Bugün Avrupa'da top koşturan lejyonerleri saymıyorum. Çünkü onlar Avrupa kulüpleri alt yapılarında yetişmiş milli takımda oynayan futbolcular.

Bu demektir ki Avrupa, Afrika vs. ülkelerden hep futbolcu transferi yapıyoruz. Fakat biz o kadar futbolcu ihraç edemiyoruz. Ülkemizdeki yabancı futbolcular ülkelerine döviz götürüp ülkelerine katkı sağlıyor. Bizimkiler ise kazandırmadığı gibi üste para verip geri alıyoruz. Bir türlü profesyonelliği öğrenemedik gitti.

Kulüplerimiz dünyanın parasını vererek transfer ettiği yabancı futbolcular ile Avrupa’da başarı gösterseler, hiç gam yemeyeceğim. Her sezon ülkemizi Avrupa kupalarında temsil eden takımlarımız tel tel dökülüyor. Avrupa’nın mahalle takımlarına elenip annelerinin ligine geri dönüyor. İnanın, kendi insanımızdan oluşturulacak futbolcularla şampiyonluğa oynayan takımlarımız yine şampiyon olurlar. Durum bu iken yabancı futbolculara bu kadar para niye?

Bir de şu durum var. Bu da profesyonellikle bağdaşmıyor. Bir takımla özdeşlesen bir futbolcu başka bir kulübe geçince hoş karşılanmıyor. Satılmış olarak görülüyor. Kazara eski takımına bir gol atsa, gol sevinci yaşasa ya da ayağına her top geldiğinde yuh tezahüratları yapılıyor. Bunu da anlamadım gitti. Bu da profesyonelliği anlamadığımız ve her şeye duygusal yaklaştığımızın bir göstergesi. Halbuki etik olan, kim hangi kulübün formasını giyiyorsa, formasının hakkını vermesi ve o kulübü namına ter dökmesidir.

Tarihi Buğday Pazarı'nda Tarih Kokmuyor

Bir yazımda, Avusturya'ya gitmek için başvuru yapan çifte, Avusturya hükümetinin; "Niçin gelmek istediklerini, geçimlerini nasıl sağlayacaklarını, düşündükleri iş yeri için o bölgede aynı işi yapan şu kadar firma olduğunu, bu bölgede o iş yerini açmaya izin veremeyeceklerini, bu iş yerini ancak falan bölgede açabileceklerini, iş yerini açtıktan şu kadar zaman sonra bu kadar kazanç elde ettiklerini belgelemelerini, aksi takdirde oturum izni vermeyeceği" türünden sorup soruşturduğunu, şartlar yerine getirildikten sonra Avusturya hükümetinin çifti ülkelerine kabul ettiğini yazı konusu edinmiş, bizde niçin böyle oturmuş bir devlet düzeninin olmadığına dikkat çekmeye çalışmıştım.

O yazımda açılacak iş yerinin yerine bile Avusturya hükümetinin müdahale ettiği, bunun o bölgedeki aynı işi yapan firmaları korumaya yönelik olduğu da dikkat çeken husustu. Bizde ise iş yeri planlaması yapılmamakta. İsteyen herkes istediği her yerde ve aynı bölgede aynı işi yapabildiği ise hepimizin malumu.

Avusturya ve ülkemizi bırakıp Konya'ya geleyim. Sizi Tarihi Buğday Pazarı çarşısına götüreyim. Burasını Konya'da yaşayanlar bilir. Nicedir atıl durumda olan bu yer bir zamanlar Eski Buğday Pazarı diye bilinirdi.

Bu tarihi çarşı restore edildi. Daha doğrusu aslına uygun yeniden yapıldı. Halkın ve esnafın hizmetine sunuldu. Atıl durumda iken in cin top oynayan bu çarşı, şimdilerde insan yoğunluğu bakımından hareketli. Çarşının hareketliliği, esnafın müşteri çekmesinden kaynaklanmıyor. Çarşı içinde bulunan 7-8 tane çay ocağına geliyor insanımız.

Çay ocakları küçük olmasına rağmen çarşının avlusuna konan masa ve sandalyeler, sabahtan akşama eşiyle, dostuyla muhabbet edip vakit geçirecek ve çay içecek kişilere ev sahipliği yapıyor.

Bu kadar çay ocağını görünce, bu çarşıya Tarihi Buğday Pazarı demekten ziyade "Çay Ocakları Çarşısı" ismini vermek daha uygun düşer.

Hepsinin az veya çok müşterisi olsa da bir çarşı içinde yan yana ve karşılıklı bu kadar çay ocağı plansızlığımızın bir göstergesi. Avlusunda bu kadar oturmuş erkeği gören kadın müşterinin de bu çarşıya gelip küçük esnaftan alışveriş yapması pek mümkün görünmüyor. Zaten çay ocakları dışında burada dükkan açan esnaf adeta sinek avlıyor. Çünkü diğer esnaf da pek farklı bir şey satmıyor. Haliyle çarşı müşteri çekmiyor. Sadece çay satıyor.

Aslına uygun yapılan, zaman zaman oturup çay içtiğim ve vakit geçirdiğim bu çarşının, adına uygun tarihi bir çarşı olmasını isterdim. En azından tarihi hatırlatan, tarih kokan bir çarşı planlanabilirdi. Bu çarşıda ne olabilir ya da neler satılabilirdi? Pekala çarşıdaki kaç dükkanın hangi işi yapabileceği planlaması yapılabilirdi.

Mesela, bu tarihi çarşıda, yok olmaya yüz tutmuş ve can çekişen mesleklere yer verilebilirdi. Kalaycılık, bakıcılık gibi. Sanat değeri olan el sanatları gibi. Antika halı gibi. Yine bu çarşıda, adına uygun olarak ata tohumu satan esnaflara yer açılabilirdi. Aynı şekilde antika eşya satan esnaf da düşünülebilirdi.

Bir çarşıda elbette çay ocağı, wc, küçük bir mescit olsun. Ama bu çarşıyı çarşı yapacak, müşteriyi buraya çekecek satış çeşitliliği olmalı. Adına Tarihi Buğday Pazarı denmişse, bu çarşı buram buram tarih kokmalıydı. Bu çarşı da diğerlerinden farklı olmayacaksa, isteyen istediği şeyi satacaksa, o zaman bu çarşının başındaki Tarihi ibaresini kaldırmak gerek.

Devletin Boşuna Günahını Almışım!

21.07.2025 tarihinde Afyonkarahisar, Sultandağı mevkiinden geçmiştim. 

Bölünmüş yolun hakkı 110 km imiş. Bu hakkı kullanarak yol alıyorken hız limitinin 70 km yazılı levhayı görmüştüm. Frene basıp yavaşlayarak geçtim.

22.07.2025 günü e posta adresime e-Devlet Kapısı'ndan bir bildirim geldi. "Aracınıza ceza düzenlenmiştir" şeklinde.

Hız ihlalini kaçla ihlal ettiğime dair başka da kayıt kürek yoktu. Sadece asgari hız limitinden ceza düzenlendiğine dair 51/2-a ceza maddesi yazıyordu. Oldu olacak, 15 gün önce erken yatırma indiriminden yararlanayım deyip beyan ile cezamı ödedim. 

2167 lira olan cezamı erken ödeyerek 1625,25 TL ödemiş oldum. 

Ödedim ama ödemenin acısıyla mıdır, çenem durmadı. "Olmaz böyle. 110 ile giderken hız sınırını 70'e indirerek EDES uygulaması yapmakta neymiş. Bu yoldan gelip geçen herkes ceza yer. Belli ki devlet bütçeyi düzeltmek için bu yola bel bağlamış. Böyle devlet olur mu?" türünden homurdandım durdum. 

Cezanın acısı geçmiş ve homurdanmayı bırakmıştım ki çarşıdan eve girerken posta kutusunda resmi bir evrak gördüm. Evrak ceza evrakı idi. Görevli memur da zile basmadan imza ve tebliğ tarihini attıktan sonra apartmana koyup gitmiş. 

Ödemesi yapıldığı için evrakı açma gereksinimi duymadım. Alıp eve koydum. Sonra acaba kaçla geçmişim diye merak edip evrakı açtım. 

Evrakı açınca birbiri içine girdirilmiş üç evrak çıktı. Evraklara göz gezdirdim. Gördükçe hayranlığım arttı devlete. O kadar özene bezene ve şeffaf hazırlanmış ki itiraza ve homurdanmaya mahal bırakmamış.

Üç evrak:

Trafik kural ihlali tespit formu,

Trafik idari para cezası karar tutanağı, 

Trafik idari para cezası karar tutanağı tebliğatı.

A4 kağıdından ibaret trafik kural ihlal tespit formunda yok yoktu: 

İhlalin tarihi: 21.07.2025

Saat, dakika ve saniyesi: 12.25.01

Kontrol hız limiti: 80

Kontrol mesafesi: 1261

Araç hızı: 92

Ölçüm aleti: EDS

İhlal yeri:

Ceza maddesi: 52/2-a

Araç bilgileri: 2000 model beyaz Nissan otomobil

Tespit eden, döküm zamanı ve döküm yerine de yer vermiş. 

Tüm bunlar yetmemiş. Aracımın iki tane fotoğrafına yer vermiş. Üç adet plakanın fotoğrafına. Yanımda önde oturan eşimin camı da karartılmış. 

Kısaca bir adet A4 kağıdına neler sığdırmış neler. Homurdanma. Dertlenme. Şikayette bulunma. İşte yaptığının belgesi. Halep orada ise arşın burada diyor. Bu hizmetimizi de unutma diyor. 

Diğer iki kağıtta da (karar ve tebliğ) tutanağında da yok yoktu. 

Tüm bu hizmetleri görünce devlet benim için seferber olmuş deyip mahcup oldum. Radarı görmüyorsun, al bari bunları gör, hepsi saati saatine belgeli demeye getiriyor. 

İnanın, devletin bir ceza için bu kadar efor sarf etmesini, hepsini kaydetmesini, e Devlet aracılığıyla duyurmasını, üzerine her şeyin tutanağını tutup adresime göndermesini düşününce, aldığı bu ceza az bile dedim. Çünkü aldığım cezanın verilen hizmetin yanında esemesi okunmaz.

Kısaca devlet beni mahcup etti. Boşu boşuna devletin günahını almışım.

Not: Bu ceza yazısı yediğim trafik cezasına dair kaçıncı yazı. Yani belki de 20 yılda yediğim ilk ceza. Aynı cezaya işaret eden yazılarıma bakarak bu adam durmadan trafik cezası yiyor diye düşünmeyin. Hiç olmadığı kadar trafik kurallarına uyuyorum. Zaten elim mahkum. 

12 Ağustos 2025 Salı

e-Devlet Kapısı Beni Korkutuyor

Bugünlerde e-Devlet Kapısı'dan e posta adresime bir bildirim gelse, mesajı açarken korkuyorum. Çünkü ne zaman açtım ise aracıma düzenlenen trafik cezası ile karşılaştım.

Bu arada e-Devlet Kapısı'nın hızına da hayran kaldım. Ne zaman radara yakalansam ya da EDES hız sınırını aşsam, daha aracımı park etmeden e postama ceza düşüyor.

Bugünlerde iki defa ceza yedim. Biri hemen, diğeri ise bir gün gecikmeli geldi. Bu bir gün gecikme de gecikme sayılmaz.

Bir de bana yıllar yılı hantal bir devletimiz var diye devleti kötülediler durdular. Devlet kendini o kadar geliştirmiş ki gördüğüm kadarıyla hantallığından eser kalmamış. Çünkü e-Devlet’in hızı demek, devletin hızı demektir.

Devletin işleyiş hızı her alanda mı böyle bilmiyorum ama ceza hızı müthiş. Mesaj hemen geldiğine göre acı haber tez yayılır sözü e-devlet için söylenmiş olmalı.

Maşallah ne hız limitinden ödün veriyor ne radar koymaktan vazgeçiyor ne insafa geliyor ne de cezayı geciktiriyor.

Durum bu iken arabaya binmekten, mesaj kutuma gelen e-Devlet bildiriminden endişelenmeyeyim de ne yapayım?

Aha e-Devlet Kapısı'dan bir mesaj daha. Arabaya da binmedim, yine ne cezası diyerek korka korka mesaj kutuma gittim. Endişem yersizmiş. Çünkü gelen mesaj, e-Devlet Kapısı'ndaki yenilikleri yani hizmetleri haber veriyordu. Şükür be! Bu sefer ucuz atlattım dedim. Kafamdaki e-Devlet Kapısı ön yargısı da gitmiş oldu. Çünkü bana göre e-Devlet Kapısı demek yeni ceza yedin demekti. Artık yeni bir trafik cezasına kadar e-Devlet Kapısı'ndan gelen mesajın yeni bir hizmet duyurusu olabileceğini iyi niyetle düşüneceğim. Bu iyi niyetim yeni bir trafik cezası daha yiyinceye kadar devam edecek.

Devletin trafik cezalarını tebliğdeki hızının sahte diplomalarda da kendini göstermesini bekliyorum. Kim sahte bir diplomaya ya da belgeye yeltenirse, o kişinin e posta adresine, “Yaptığın iş ve aldığın belge sahtedir. Herhangi bir yerde kullanamazsın. Adli soruşturma saklı olmak kaydıyla yaptığınız bu sahtecilikten dolayı adınıza şu kadar para cezası düzenlenmiştir. İki hafta içinde bu cezayı ödediğiniz takdirde % 25 indiriminden yararlanabilirsin” türünden bir mesaj göndermelidir. Bu ceza tebliğini de e-Devlet Kapısı aracılığıyla yapmalıdır. Yani alavere ve dalavereye yelteneni suçüstü yakalamalıdır. Sadece şikayet üzere hareket etmemelidir. Hiçbir şey yapanın yanına kâr kalmamalı.

Devlet, araçlara ceza yazma ve bunu tebliğ etmedeki hızını diğer alanlarda göstermezse, ben buna yine hantal devlet demeye devam ederim.
Bir diğer husus, ekonomiyi düzeltme konusunda trafik cezalarına bel bağlayan devlet, eğer basında yazılıp çizildiği gibi ise sahte diploma alanlara ve düzenleyenlere de zamanında ceza yazsaydı, inanın devlet şu ana kadar hem temizlenir hem de ekonomik yönden belini doğrulturdu. Çünkü görünen o ki bu sektörde çok para dönüyor. Hepsi de kayıt dışı. Devlet bunu da vergilendirmeli ki her şey kayıt içi olsun. Çünkü vergilendirilmemiş kazanç kutsal değildir.

e-Devlet, iyilerin güvenilir kapısı, kötülerin korkulu rüyası olsun. 

Haset Etmenin Gereği Yok

Sınava müracaat şartlarını zorlaştırırsanız,

Sınav ücretini yüklü miktarda alırsanız,

Parası var, yok demeden sınava müracaat için süre belirlerseniz,

Sınav başlamadan önce kapıları kapatırsanız,

Sınav salonuna girerken adayları tepeden tırnağa kontrol ederseniz, adayın kolye, küpesine ve saatine varıncaya kadar çıkarırsanız,

Sınav salonunda biri başkan, diğer gözetmen ile sınav boyunca izlerseniz,

Sınav sorularını zorlaştırırsanız,

Adayın sağa, sola bakmasını engellerseniz,

Sınavda kopya çekmesine izin vermezseniz,

Adayları her yönüyle sıktıkça sıkarsanız,

Adayın istediği fakülteye girmesine zorluk üstüne zorluk çıkarırsanız,

Adayın düşündüğü, aklından geçirdiği hatta aklından bile geçirmediği her yolu tıkarsanız ve adeta nefes aldırmazsanız,

Diploma olmadan ve emsal adaylarla yarışmadan şu işe giremezsin derseniz,

İş başvurusu yaptığı her bir yer, şu diploma olmadan olmaz derseniz... 

Söyleyin, bu aday ne yapsın? İstediği yerde nasıl çalışsın?

Mecburen gidip bir diploma olacak. Ha asıl ha sahte, ne fark eder. Gidip alacak bir yerden. İstedikleri diplomanın hediyesini de bulup buluşturup verecek.

Böyle zorluklarda bizim insanımız yardımseverdir. Mutlaka bir yolunu bulur, o boşluktan girer. Yeni sektörler ortaya çıkar.

Bu sektöre müracaat eden de hediyesini vermek suretiyle diplomasına kavuşacak.

Diplomayla birlikte önü açılacak. İstediği işe girecek.

İşe girince ev bark sahibi olacak, çoluk çocuğa karışacak.

Bence büyütmeyin bu sahte diploma işini. Çok görmeyin insanımızdan bunu. Bırakın bir diploma sahibi olsunlar. Ama gerçek ama sahte. Ne fark eder. Zaten sahtesi gerçeği gibi hazırlanıyorsa, şikayet olmadan sahteliği tespit edilemiyorsa, bunun için kıyamet koparmanın ne alemi var. Lütfen biraz insaflı olun. Biz niçin okuduk, dirsek çürüttük, biz de sahtesini alaydık hazımsızlığı göstermeyin. Hasettir sizin bu yaptığınız. Bırakın, işini çıkaran çıkarsın. Uzanamadığınız peynire bayat demeyi bırakın. Çok gülünç oluyorsunuz çok...

Not: Hiç olmadığı kadar ciddi olduğum yazılarımdan biri ile karşı karşıyasınız. Bilesiniz ki işte bu ciddiyetime hep hayran olmuşumdur. 

Küçük İlçe Belediyelerinin Hizmetleri

Sosyal medya üzerinden vefat ve taziye mesajı yayımlamak.

Haftada kaç semt pazarı kuruluyorsa, belediye hoparlöründen pazar duası yaptırmak.

Pazar esnafını tezgahın başında ziyaret etmek. Her biri ile tokalaşmak ve hayırlı ve bol kazançlar dilemek.

Vakit ve cuma namazlarını ilçeye bağlı köy, mahalle ve ilçe merkezi camilerinde kılmak. Cami cemaatinden önce namazdan çıkmak. Caminin önünde durarak cami cemaati ile tek tek tokalaşmak. Cemaate düşen, mahalle camimize hoş geldin demek, başkanın da hoş bulduk, Allah kabul etsin deyip, hal hatır sorması.

Ara ara mahallede bulunan çay bahçesine giderek hemşerileriyle çay içmek.

Senede en az bir defa değişen kaymakama hoş geldine gitmek.

Senede en az bir bazen iki defa değişen kaymakama veda yemeği vermek.

Öğretmenler gününde öğretmenlere yemek ikram etmek.

İlçe milli eğitim ve kaymakamlığın düzenlediği yarışmalarda ilk üçe giren öğrencilere, üzerinde belediye başkanlarının isminin yazılı olduğu hediyeler almak. İkinciye hediyesini vermek.

Belirli gün ve haftalarda, milli bayramlarda, çelenk sunma programlarında protokolde yerini almak. Ses düzenini kurmak ve ayarlamak.

Kaymakamla arası iyiyse birlikte, değilse bir başına okulları ziyaret ederek öğrencilere hediyeler vermek.

Namaz vakitleri dahil her bir hizmeti yerine getirmek için makam aracını kullanmak. Bundandır ki 7/24 yanında koruma ve makam şoförü bulundurmak.

Hasta ve kurum ziyareti yapmak. Bunu fotoğraf karesiyle ölümsüzleştirmek.

Yaşlılar haftasında yaşlıları ziyaret etmek. Onlara başımızın tacısın, Allah sağlık ve uzun ömürler versin duası etmek. 

Hemşerilerin düğün merasimlerine katılmak. Bir düğünden diğer düğüne katılarak bu mutlu günlerinde onların sevincine ortak olmak.

Anlaşamadığın daire amirlerinin ayağını kaydırmak. Yerlerine söz verdiğin kişilerin atanmasını sağlamak.

İlçene bağlı olduğun büyükşehir ve bakanlıklar tarafından yapılan ve bağışlanan her bir hizmet için teşekkür paylaşımı yapmak.

Hayatın boyunca hiç olmadığı kadar kişiyle tokalaşmak, sarılmak, onlara hal hatır sormak ve hep gülücükler dağıtmak.

Özel arabana binmediğin kadar binmek, özel aracınla her yere gitmediğin yere gitmek, makam aracını her bir yere sürmek.

Tüm bu hizmetleri ve daha fazlasını tek tek fotoğraflatmak ve videoya aldırmak.

Sosyal medyayı iyi ve aktif kullanmak.

Yapılan her bir hizmeti ölümsüzleştirmek için her birini sosyal medyada paylaşmak...

Gördüğünüz gibi küçük de olsa ilçe belediyeciliği ve bu ilçelerde belediye başkanlığı zor. Çünkü bunun için vizyon gerek, efor için güç ve takat gerek. Öyle ya bu kadar hizmete, hizmetten hizmete koşmaya hangi birimizin vücudu dayanır. Şayet belediye başkanlığı düşünüyorsanız, bu yazdıklarımı dikkate almanızda fayda var. Sonra bana zamanında kimse bir şey demedi deyip pişmanlık duymayın. Aha yazdım.

11 Ağustos 2025 Pazartesi

Kanı Verdim, Çokoprens'i Kaptım

Kızılay'a yaptığım rutin kan bağışımı sanırım en son 2019 salgınının Türkiye'de görülmeye başladığı 2020 yılında vermiştim.

Birbiri ardına gelen yasaklar başlamıştı. Adeta eve hapsetmişlerdi bizi. Yasak olsa da kan vermek için dışarıya çıkmada bir sakınca yoktu.

Bu vesileyle hem dışarıya çıkmış hem yürüyüşümü yapmış hem kan bağışımı yapmış hem de bronz madalyanın ardından ramak kalan gümüş madalyaya biraz daha yaklaşacaktım.

Meram Yaka'dan çıktım. Evliya Çelebi, Meram Yeniyol derken Zafer'e geldim. Yasak dolayısıyla bir zamanlar dopdolu olan Zafer adeta bomboştu.

Tansiyonumu ölçen Kızılay görevlisi, "Amca, uzaktan yürüyerek mi geldin yoksa" dedi. Evet dedim.

Az dinlendikten sonra kanımı verdim. Üzerine kan verenlerin vazgeçilmez atıştırmalığı Çokoprensi, Kızılay Maden Suyu ile birlikte yiyip içtim.

Sonrasında evimin yolunu yine yürüyerek tutmuştum.

Birkaç gün sonra Kızılay'dan, "Aile hekimine görünmem" gerektiğine dair bir mesaj aldım.

Aile hekimine gidip tam kan verdim. Ferritin değerim 12'ye düşmüş. Bu da kan vermeme engelmiş. Ancak 15'e çıkardığım zaman kan verebilirmişim.

Ferritin değerini yükseltmek için birkaç kutu kan ilacı içtim. Acaba kan kaçağı olabilir mi diye bir de kolonoskopi oldum. Temiz çıktı.

Ferritin değerim yükselince kan vermeye gittim. Kolonoskopi olunca sanırım 6 ay kan veremiyormuşum.

Yasak süresini doldurduktan sonra pandemi de bitmişti. Kan vermeye gittim. Ferritin değerim, 25 çıkmasına rağmen değerim 30'un altında olduğu için kan veremedim. 15'in üzeri değil miydi dediğimde doktor, "Pandemide kan ihtiyacı olduğundan 15 ve üzeri ferritin değeri olanlardan kan almıştık. Şimdi ise 30'un üzerine çıkarıldı dedi.

Sonrasında kan vermek nasip olmadı. Diş yaptırdım. Bir yıl bekledim. Burun ameliyatı oldum. Bir yıl daha bekledim.

Nihayet yasak sona erince 5 Ağustos günü soluğu Zafer Kızılay merkezinde aldım. 13.15-1415 arası öğle molası imiş. Gelmişken bekleyeyim dedim.

Saat 14.15 olunca 5-6 kişi birden kan vermek için girdik.

Formu doldurup verdim. Tansiyonum ölçüldü. Parmağımdan kan alındı. Doktorun yanına girdim. Birkaç soru sordu. "Kan vermende bir engel yok" dedi.

Az önce Tansiyonumu ölçen, "Hocam şuraya oturup su ve maden suyu içebilir, atıştırmalıktan yiyebilirsin" dedi.

Baktım, her zamanki menü. Maden suyu var. Bir de Çokoprens.

Çokoprensi görünce, ikramı geri çevirmedim.

Ardından kan verme yerinden çağırdılar. Tansiyonu alan görevli gibi içeride işlem yapan da hem güler yüzlü hem de pratik idi.

Bir taraftan başkasının kan işlemlerini yaptı. Ara ara bana da "Hocam, iyi misin" dedi durdu. Kızım, zahmet olmazsa bir fotoğrafımı çeker misin dedim. "Elbette" dedi. Birkaç tane çekiverdi.

Az dinlendikten sonra ikramlıklar odasına tekrar aldılar. Bir Çokoprens daha yedim, Kızılay Maden suyu ile birlikte.

Bu arada Çokoprens'e bayılırım. İlk defa iki tane birden yemiş oldum.

Tam çıkacağımda, az önce tansiyonumu ölçen kızımız, "Hocam, top aldınız mı" dedi. Ne topu? Top da mı veriyorsunuz dedim. "Evet" dedi. Bir tane getirip verdi. Galatasaray topu imiş dedim. "Evet" dedi. Güzel hediye oldu benim için. Yalnız beş torun var. Hangisine vereyim bunu şimdi dedim. Gülüştük. En son kan verdiğimde sanırım kaşkol idi Kızılay'ın verdiği hediye.

Topu büyük toruna verdim. GS'li idi zaten. Şişirin de şişik halde bir göreyim dedim. Ardından toruna, "Top deyip de geçme. Üzerinde benim kanım var. Şut çekerken biraz insaflı vur" dedim.

Hasılı, sevincime diyecek yok. Nasıl sevinmem. Beş yılın ardından ilk defa kan verebilmiş oldum. Sanırım 20. kan bağışım oldu. Kızılay'dan kanınız bozuk türünden bir mesaj gelmediğine göre sanırım kanım kabul gördü. Artık kaç kişiye kan olabilirsem. Beş yılın ardından Çokoprensi de yedim hem de iki tane birden. Üzerine bir de top hediyesi aldım. Hediye de GS topu olunca daha da sevindim. Top şayet FB olsaydı, toruna tüm gücünle sert vur derdim. Bunu da antrparantez söylemek isterim. Lütfen kayda geçsin. Kızılay’ın bu top hediyesinden, inşallah bazı FB'liler, lig baştan, Kızılay'ın GS topu vermesinden belliydi demezler.

9 Ağustos 2025 Cumartesi

Muhtar Azasının İmza Gücü

Tapuda işim vardı. İntikal için başvuruda bulundum. "Mesaj gelecek, mesajın ardından gelebilirsin. İlla mesajda belirtilen saat ve günde gelmen gerekmez. İncelemelerde eksiklik ve yanlışlık tespit edilirse ilgili arkadaş size dönüş yapar" dedi tapu müdürü.

4-5 gün sonra tapudan mesaj geldi. Ardından ilgili personel aradı: "Hocam, bugün geleceksen, intikalden önce düzeltme yaptırman gerekecek. Bizden alacağın ilmühaberi iki aza, muhtar ve kaymakamlığa imzalatacaksın. Sonrasında intikal tapularını vereceğiz" dedi.

12.20 gibi öğle arasına girmeden tapuya vardım. Daha önceden hazırlanan ilmühaberi aldım.

Mesai başlamadan öğle arası imza işini tamamlayayım dedim.

Azalar kim bilmem. Önce muhtarın iş yerine geldim. Muhtar yokmuş. Telefonunu verdiler. Aradım. Benim çıraklık öğrencilerinden bazılarının yaptığı gibi "Beni tanıdın mı" diye sormadım. Önce kendimi tanıttım. Bir imzanız gerekiyor. Nerede bulabilirim dedim. "Hocam 14.00'de Kaymakamlıkta toplantıda olacağım. 13.30 gibi gelirim" dedi. Şunlar şunlar aza. Onlardan ikisine imza attırabilirsin dedi.

İsimlerini hafızama aldığım bir azaya yöneldim. Arabasıyla eve doğru gidiyormuş. İşaret edip durdurdum. Selam, kelam ve hal hatırdan sonra şu ilmühabere imzan gerekiyor. İmzalayabilir misin dedim. Ne dedi bir tahmin edin bakalım. "Abi, muhtar imzalamadan ben imza atmam. Muhtar da ben imzalamadan imza atmayın diye sıkı sıkıya tembihledi." demez mi. Neye uğradığımı şaşırdım. Alt tarafı tapunun özene bezene incelediği ve hazır hale getirdiği ilmühabere imza atarak formalite yerine gelecek. Üstelik azayı tanırım. Hukukumuz var. Ailecek tanışırız. Oldu, teşekkür ederim dedim ama ayakta dona kaldım. Pekala muhtarı arayıp böyle bir evrak geldi. İmzalayalım mı diye sorabilirdi. 

Sonra kenara çekilip bir akrabamın yanına gelip çömeldim. Bir düşüncedir aldı beni. Muhtar mı büyük, aza mı dedim kendi kendime. Benim bildiğim en üst amir imzayı en son atar. Üyeler ise önceden. Azanın bu kafa yapısına göre muhtar da "Kaymakamlık imzalamadan ben bu ilmühaberi imzalamam" demesi gerekir. Benim bildiğim usul, adap, görgü ve prosedür böyledir. Ama bizimki anlaşılan ne olur ne olmaz diyerek imza atmaktan çekiniyor. Kazara imzadan dolayı başına bir şey gelse, muhtar imzaladı, ben de imzaladım diyecek.

İlmühaberi imzalamak için başka aza kim var derken yakınım dedi ki şu karşıdaki de aza. Ona imzalattır dedi. Orada bulunan iki kişi de aza dedi. Girdim dükkanına. Aza mısın dedim. "Evet" dedi. O zaman şuraya bir imzanı alayım dedim. "Getir imzalayayım" deyip imzaladı. Ardından az önce bulamadığım diğer azanın da geldiğini öğrendim. İkinci aza olarak da o imza attı. Sağ olsun, muhtar imzalamadan atmam demedi. Demek ki aza var, aza var. Biri risk almazken diğeri risk alabiliyor.

Azalarla imza işi bittikten sonra muhtarla buluşmak için kaymakamlığa gittim. Sağ olsun, aradı. "Hocam, ben kaymakamlığa girdim" diye. Yanında imzasını da kaşesini de getirmiş.

Muhtar toplantıya geçerken ben de en son imza için kaymakamlık yazı işleri müdürlüğüne geçtim. Yazı işleri müdürüne ilmühaberi vermeden önce görevli memur aza isimlerini ve imzalarını kontrol etti. Sonra kalkıp yazı işleri müdürünün odasına geçerek ilmühaber ile ilgili bilgi verdikten sonra geri geldi. "Azalardan şu isimli olan kişi yedek aza. Bunun imzası olmaz. Asıl azalardan birinin imzası gerekir. İlmühaberi yenilemeniz gerekir" deyince nevrim döndü. Bu kişiye aza mısın diye de sordum. Azayım dedi bana. Mübarek, yedek isen niye imza atıyorsun. Başka asıl bir üyeye imza attırsam olmaz mı? Çünkü muhtar toplantıya girdi. İlçe dışından geldim dedim ise de olmaz dendi.

Asıl aza da yedek aza da öğlen öğlen başıma iş açtı. Asıl olan önce muhtar imzalasın, sonra ben dedi. Yedek olan da ben yedeğim, asıl varken ben imzalayamam demedi. Sorumluluktan kaçan asıl üyenin de imza atmak için atılan yedek muhtar azasının da alacağı olsun.

Üzüldüğüm taraf aza ve muhtara imzalatarak öğle arası ilmühaber işini bitirdim derken işe sil baştan yeniden başlamam gerekiyor.

Şu var ki bu devirde muhtarlığa ne gerek var. Kaldırılmalı derdim. Hele muhtar azalarının irapta mahalli yok, etkisi yok, yetkisi yok, işi ve işlevi de yok derdim. Sadece seçimlerde alt alta yazılmış muhtar azalarına pusulasında görürdüm isimlerini. Bu isimler de sayım, döküm ve tutanak tutarken seçim sandığında görevli kişilerin iş yükünü artırmaktan, daha doğrusu çileden çıkarmaktan başka da bir işlevi yoktu nazarımda. Çünkü Cumhurbaşkanlığı, Büyükşehir, ilçe belediye başkanlıkları ve belediye meclis seçim iş ve işlemleri zaten epey zaman alıyor. Sandık görevlileri takatten kesildikten sonra muhtar ve aza iş ve işlemleri çekilmez oluyor. Neyse, bu da ayrı bir konu. Yalnız muhtar atmadan imza atmam diyen aza, iyi ki devletin üst düzey sorumlu bir makamında değil. Çünkü imza atmayacak devleti kilitlerdi. Aman ırak olsun devletten böyleleri.

Belki de bu imza atmayan, sen muhtarlıklara gereksiz görüyorsun ama ilmühaberlerde bizim imzamız gerekli. Yarın işin düşer, tıpış tıpış ayağımıza gelirsin. O zaman Hanya'yı, Konya'ya gösteririz sana dedi.

Neyse bırakayım bu işi. Kendi işime döneyim.

Hemen tapuya çıkarak aynı ilmühaberin imzasız çıktısını istedim. Tekrar mahalleye giderek biri aynı diğer farklı iki muhtar azasına evrakı imzalatıp kaymakamlığa geri döndüm. Muhtarın bulunduğu kata gelerek toplantının bitmesini bekledim. Bir 45 dakika bekledikten sonra muhtar toplantıdan çıktı. Durumu izah edip evrakı yeniden imzalatıp onaylattım.

Kaymakamlık yazı işleri müdürlüğüne giderek evrakı tekrar uzattım. Koca kütüğü açarak isim ve imzaları tekrar kontrol etti. "İmzaları azaların kendisi attı değil mi" dedi. Başka kim atacak dedim. Ardından yazı işleri müdürüne evrakı götürerek imzalar benziyor dedi. O da imzalayıp ilmühaberi verdi.

Tapuya çıkıp gerekli yerleri imzaladım. Yatırılması gerek iki ayrı harcı yatırdım. Müdür tapuları imzalayarak verdi.

Müdüre, 1750 metre karelik bir tarlanın tapusu yok dedim. "O tapu başkasına ait. Düzeltme de bundan dolayı idi. Onun üzerine aktardık. Çünkü isimler dışında annenin yaşı, anne ve baba adı tutmuyor" dedi. Canınız sağ olsun deyip çıktım.

Meğer benim git gel, azaları bul, onları bekle, ilmühaberi yenile yaptığım iş, 1750 metre karelik bir arazinin üzerimizden gitmesi içinmiş. Üzerine bir o kadar da yorulduğum yanıma kâr kaldı. Bunu da bana yaptırdılar. Tüm bu işlemlere 12.20'de başlamıştım. 16.30'da bitirdim.
Tarla üzerimizden gittikten sonra kaymakamlık binasından inip 17.00'deki otobüse binmek için karşı yola geçtim. O kadar koşuşturmanın ardından mıdır, eldeki arazinin gitmesinden midir bir iyi susamışım. Markete girerek soğuk bir su aldım. Bir içişte bitirdim. Artık hararetimi ne kadar aldıysa. Çünkü bunun üzerine soğuk su iyi giderdi.

Otobüse bindikten sonra biraderi aradım. Eldeki tarla da gitti. Falan akrabanın üzerine tapuladılar. Yalnız burayı hala biz ekiyoruz. Numarası varsa bir sorar mısın dedim. O da sormuş. "Bizim hiç arazimiz yok. Orası sizin. Ne zaman isterseniz, gelip imzayı atarım" demiş. Tapuda az önce elden çıkan tarla bu şekilde geri gelmiş, hararetim de dinmiş oldu.

Hasılı, tapuda işin mi var, veraset işin mi var. İşin var demek. Gidip gidip geleceksin. Keşke iş intikalden ibaret olsa. Daha bu işin paylaşımı var, tapu harcı var, üzerine ine alma var. Uğraştığıma değse bari.