Ahlak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahlak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Haziran 2025 Perşembe

Açgöz Bir Avukatın Şantajı

Kimdir, necidir, suçlu mudur, suçu varsa ne orandadır bilmem. Bildiğim bir derbeder. Başındaki beladan kurtulmak istiyor. Anladığım kadarıyla maddi durumu da iyi değil.

Tanımadığım bu kişiden bir esnafın konu edinmesiyle birazcık vakıf oldum. Niyetim bu kişiden ziyade bir fırsatçının bu kişiye çektiği şantajı gündeme getirmek.

FETÖ'den yargılanmış yıllarca. Belki de bir müddet içeride yatmıştır.

Yargıtay bu kişinin cezasını bozmuş. İlk mahkemede yeniden yargılanacak.

Mahkeme Afyonkarahisar'da görülür.

"Avukatın yok mu" demişler.

"Hayır, yok. Avukat tutacak param da yok" demiş.

"O zaman CMUK'tan avukat isteyelim. Avukat bedeli ödemezsin" demiş mahkeme.

BARO'dan gelen avukatla birlikte mahkeme salonuna girer. Hakim beraat kararı verir.

Delikanlıda bir sevinç bir sevinç. Niye sevinmesin. Yıllardır yargılandığı davadan berat etmiş. Üstelik avukat tutmadan.

Ama sevinci fazla sürmez. BARO'dan gelen avukat peşini bırakmaz. Avukat, "Hakim yargılamadaki avukat bedelini kimden alacağımı yazmamış. Ben BARO'dan alamam. Ya avukat bedelini verirsin ya da davaya itiraz edeceğim" demiş.

Tam berat ettim, temize çıktım sevincini yaşarken avukat bedeli ile karşı karşıya kalır. Çünkü elde yok, avuçta yok. Berat ettiği davaya itiraz edilse dava sil baştan yeniden görülecek. Bunu da göze alamaz.

Yeniden yargılamayı göze alamadığı için avukat bedelini sorar. "Normalde 30 bin alırım ama sen 20 bin ver" der. İn çık derken avukat 15 bine fit olur. Bulur buluşturur verir avukatın parasını.

Bu durumu esnaftan öğrenince şaşırdım ve olamaz böyle şey. Avukat müvekkilinin talebi olmadan böyle bir itirazda bulunamaz. Avukat bedelini de devlet öder. Ayrıca müvekkilinden para alamaz. Çünkü avukatın BARO'dan geldiği belli. Adam düpedüz şantaj yapmış. Garibim de açgözlü avukatın bu şantajına maalesef boyun eğmiş dedim.

Yanımızda oturan bir arkadaş da akrabası bir avukatı aradı. BARO'dan gelen avukatın, hakimin verdiği karara itiraz edip İstinafa götürüp götüremeyeceğini ve aldığı paranın doğru olup olmadığını sordu. Tecrübeli avukat da avukatın karara itiraz edemeyeceğini ve aldığı paranın doğru olmadığını söyledi.

Anlaşılan avukat bir mağdurun mağduriyetinden faydalanmış, fırsatı ganimete çevirmiş. Hem devletten alacak hem de şahıstan. Bir taşla iki kuş denir buna. Yargılamanın içeriğinden bile haberi olmadan misafir gibi mahkeme salonuna cübbesiyle girip çıkmanın ve “Beratını talep ediyorum” demenin dışında, bir iş yapmadan hakkı olmayan bir parayı talep etmesi ne insanlığa ne vicdana ne dine ne ahlaka ne de etik değerlere sığar. Halbuki yargılanan kişi berat sevinciyle para teklif etse bile bu avukatın “Ben paramı devletten alacağım. Kat o parayı cebine. Haydi sana geçmiş olsun” demesi daha şık olurdu.

CMUK aracılığıyla gelen avukatlara sanık ya da zanlı yakınlarının "Bizim çocuğu iyi savun" deyip cebine para koyduklarını duymuştum da avukat bedeli isteyen ve bedeli pazarlık yapan böyle yüzsüzü ilk defa duydum. Ne diyeyim, burnundan fitil fitil gelsin.

25 Haziran 2025 Çarşamba

Bahtıma Yanayım

Çarşıda tanıdığım bir esnaf var. Zaman zaman uğrayıp çayını içerim. Ben uğramayı uzatırsam, sağ olsun, neredesin, haydi gel, bekliyorum diye telefon açar.

Bir başka esnafın yanında iken dün yine aradı, neredesin diye. Hem esnafı hem de birlikte buluşup çay içtiğim arkadaşı da alarak esnafın yanına uğradık.

Çaylarımızı içtik.

Birlikte geldiğimiz esnaf, çayın ardından müsaade alıp gitti. Biz iki arkadaş oturmaya devam ettik.

Laf lafı açtı. Kalkalım derken ikindi ezanı okundu.

Ezan okununca işini bırakıp camiye giden esnaf, “şu önümdeki işi bitireyim de namazı birlikte kılalım” dedi.

İkindi namazı kılındıktan ve cemaat dağıldıktan sonra esnaf işini bitirdi. “Haydi namazımızı kılalım” dedi. Birlikte çarşı içindeki mescide girdik.

Abdesti taze olan arkadaş imamlığa geçti. Biz iki kişi arkasında saf tutarken aynı çarşıda çalışan bir esnaf da katıldı cemaate.

Tekbir almadan önce alnımı koyacağım halının temiz olmadığı gözüme ilişti. Kaç gündür ya da kaç haftadır temizlenmiyorsa artık.

Halının temiz yerlerine alnımı koymama rağmen halıdaki küllük alnıma yapıştı.

Namaz kıldığımız yer imam odasının ön tarafı idi. Biz namaz kılarken yanındaki biriyle konuşarak imam çıkıp gitti.

Tesbihatı yaptıktan sonra yanımdaki çarşı esnafına, caminiz çok kirli. Şu halıya bakar mısın? Hiç bakan eden yok mu dedim. Sadece ben değil, o anda bulunan dört kişi de caminin kirli olduğu konusunda hemfikirdi.

Esnaf, "İmam gitti az önce. Caminin temizliğinden biz de şikayetçiyiz. Çarşı esnafı olarak camiyi temizleyecek birini bulduk. İmama, şu gün saat 09.00'da gelip temizlikçinin başında duruver" dedik. "Erken olur, o saatte kalkıp gelemem dedi beyefendi. Hasılı caminin temizlik işi kaldı" dedi.

Garip bir durum vardı orta yerde. Hem caminin temiz olmaması garip hem de imamın "O saatte kalkıp gelemem" demesi garip. Beyefendi o vakitte kalkıp gelemezmiş.

Gelemem diyen kişi fahri olarak görev yapan biri değil. Diyanet'in kadrolu imamı.

Gariplik bu kadarla sınırlı değil. Tarihi çarşıdaki mescide kadrolu birinin verilmesi. Burada tek garip olmayan, esnafın ya da müşterilerin namazlarını kılacağı bir yerin mescit olarak tahsis edilmesi.

Ben bir camide özellikle bu çarşı camiinde görevli olacağım. Mahalleli ya da çarşı esnafı bir temizlikçi bulacak. Ben gelmeyeceğim. Camide yatarım temizlikçi gelecek, camim tertemiz ve pırıl pırıl olacak diye. İmamın böylesine de pes doğrusu.

Bahsettiğim çarşı mescidinde öğle ve ikindi olmak üzere günde iki vakit namaz kılınıyor. Belki kışın kısa günlerinde akşam namazı da kılınıyordur. Ama yazın sadece öğle ve ikindi namazları kılınıyor. Yani iki vakit kıldırması için Diyanet buraya kadrolu birini görevli atıyor. Ben böyle bir camide görev yapacağım. İnanın, bırakın temizlikçi bulmayı camiyi kendim temizlerim.

İki vakit mesai yapan bu görevli, emsal meslektaşlarından daha düşük bir maaş mı alıyor? Bildiğim kadarıyla beş vakit namaz kıldıran diğer imamlarla aynı maaşı alıyor.

Burada eğri oturup doğru konuşmak lazım. Yirmişer dakikadan ibaret toplamda kırk dakikalık bir mesai için dünyanın hiçbir yerinde kadrolu bir görevli ataması yapılmaz. Eğer iki vakit namaz için bir görevli atanıyorsa, bu görev kebap bir görev olur.

Devletin kırk dakikalık bir mesai için sair imam ve müezzinlere verdiği kadar maaş vermesi hiç hakkaniyete sığmaz. Ki bu çarşı camiine görevli atamaya bile gerek yok. Namazını cemaatle kılmak isteyen çarşı esnafı pekala çarşıya yakın camilere gidip cemaatle namazınu kılabilir. Namazını cemaatle kılmak isteyip diğer camilere gitmek istemeyen esnaf arasından biri de imam olabilir. Çünkü eskisi gibi değil, şu anda namaz kıldırmayı bilen insanımızın sayısı az değil. Cemaatle namaz için illa kadrolu ve resmi bir görevlinin olması şart değil. Devlet kadroları şişirerek ihtiyaç veya değil, herkese, her yere böyle kadro tahsis etmesi gibi bir lüksü olmamalı. İlla bir görevli verecekse, çarşılarda dahi görevli atayacaksa pekala böyle yerlere iki vakit namaz kıldıracak ücretli imam görevlendirebilir.

Bu arada yanlış meslek seçmişim. Bugünkü aklım olsaydı, bu çarşı veya iki vakit mesaisi olan herhangi bir camide görev almak ve burada emekli olmak isterdim. Öğleye kadar yatar, öğle namazına doğru çarşıya çıkar, öğle namazını kıldırır, namaz sonrası ikindiye kadar çarşıdaki işlerimi halleder, eşle dostla çayımı içer, ikindi namazından sonra ertesi gün öğleye kadar haydi bana eyvallah deyip evimin yolunu tutardım. Emekli olduktan sonra da şu kadar yıl hizmet ettim derdim. Vay be! Ne görevler varmış da benim haberim yokmuş. Bahtıma yanayım.

Kaldırım Canavarı BinBinler

Millet Bahçesinin önünden Anıt'a doğru kaldırımdan yürüyorum.

Kaldırım geniş ve insan yoğunluğu bakımından seyrek bir yer. Tek tük gelip geçen insanlar oluyor.

Larende Caddesine doğru mu yürüyeyim yoksa Zafer tarafına mı derken Zafer'e doğru yöneleyim dedim.

Ardımdan gelen ses yok. Kimsenin önünü de kesmeyeceğim. Yoldan karşıya geçeyim diye içimden geçirdim.

Daha yönelmeden jet hızıyla solumdan bir Scooter, namı diğer BinBin geçti.

Sesten eser yoktu BinBin'de. Adeta sessiz tayyare.

Yanımdan rüzgar gibi geçen de bir çocuk falan değil, basbayağı büyük biri.

Kaldırım tenha, nasılsa arkamda kimse yok diye yöneliverseymişim, o hızla sol ayağımı kırdığı gibi iki seksen uzanıp yüzü koyun yere kapaklanmam hiçten değildi. Yüzüm ve kafamı taşlara çarparak kan ter içinde kalmam garanti idi.

Gencin de bana çarpmamak için altındaki zıkkımı sağa sola kırarak manevra yapması mümkün değildi.

Hiç bozuntuya vermeden yürümeye devam ettim ama gelin onu siz bana sorun. Adeta dizlerimin bağı çözüldü. Koku almayan burnum ölüm kokusunu aldı desem abartmış olmam. Ölmesem de beni süründürmek için epey yatağa mahkum ederdi.

Bu Scooter zıkkımı kaç km hızla gider diye İnternete baktım. Saatte 25 km'ye kadar hız yapabiliyormuş.

Kıl payı kurtulduğum bu kaza riskinin ardından, gideceğim menzile varıncaya kadar kaldırım boyu içimden şunlar geçti:

Bulacak bir şey bulamamışlar gibi bu BinBin'i icat edeni, yapıp piyasaya süreni, satış ve dağıtımına onay vereni, satışını yapanı, inip bineni, kaza riskine rağmen bu BinBinlere bir şey yapmayanı, bizi Scooter sürücüsüyle burun buruna getireni vb. Allah bildiği gibi yapsın.

Şu bir gerçek ki bu Binbin canavarlarından dolayı kaldırımlarda yürüyen yayaların hiçbirinin can emniyeti yok. Canımız Allah'a emanet ve Binbin sürücüsünün insafına kalmış bir şekilde kaldırımlarda arzıendam ediyoruz.

Hiçbir kural tanımayan, yayaların canını tehlikeye atarak yol, kaldırım, sokak, yaya yolu vs. her yerden biten bu Scooter canavarlarına dur diyecek bir merci yok mu şu âlemde? Bu canavarların nereden, nasıl, ne şekilde, kaç süratle çıkacağını bilmeden kelle koltukta kaldırımlarda yürümeye devam mı edeceğiz? Yetkililerin harekete geçmesi için kaldırımlarda kaç insanın Scooter sevdasına kurban gitmesi gerekiyor?

Bu Binbinlerin denetimi var mı? Varsa kim yapıyor? Bugüne kadar kaç Binbinciye ceza kesildi? Bunları bilmiyorum ama herhalde trafik polisini ilgilendirmesi gerek. Trafik polisi de yukarıdan talimat gelmeden Scooter avına çıkmaz.

Bu durumda kelle koltukta yürümeye devam.

Aşağı yukarı her yol ve caddeye belirli aralıklarla radar koyarak hız kontrolü yaptıran ve hız sınırını ihlal ettin diye ceza yazdırmak suretiyle sürücülere göz açtırmayan devlet, bu Scooterler için herhangi bir tedbir ve önlemi niçin düşünmez?

Vatandaş olarak devletten acil önlem ve tedbir almasını bekliyoruz.

23 Haziran 2025 Pazartesi

Hayal Kırıklığı

İçimizde, istediği veya umduğu gerçekleşmediği için üzülen, bu üzüntüyü bir türlü üzerinden atamayan insanların sayısı çoktur. Buna hayal kırıklığı deniyor. Eski tabirlerle ifade edersek, inkisarıhayal ve sukutuhayale uğramak demektir.

Hayal kırıklığı tek taraflı olmaz. Eğer bir kişi hayal kırıklığına uğruyorsa o kişiyi hayal kırıklığına uğratan vardır. TDK bunu hayal kırıklığı yaratmak şeklinde ifade etmiştir.

İçimizde ne kadar sukutuhayale uğrayan vardır? Bunu bilmek mümkün değil ama bu durumu yaşayan insanımızın sayısının az olduğunu düşünmüyorum.

İnsan niçin inkisarıhayal yaşar ya da bunu ne oranda yaşar? Tüm mesele beklentilerden ibaret. Bu beklenti ne kadar yüksek tutulursa, beklenti gerçekleşmediği oranda hayal kırıklığı da yüksek olur.

Mesela, çocuklarından büyük beklenti içerisinde olan aile, umduğunu bulamayınca,

Destek verdiği, adına dava dediği siyasi partisi kırıp döktüğünde, zararı faydasından daha çok olmaya başlayınca,

Gittiği cemaati beklentilerini karşılamaktan uzak kalınca,

İnandığı ideolojinin mensupları yaptıkları ve yapmadıklarıyla tel tel dökülünce,

Dürüst bildiği ve kendine güvendiği, "kendime güvenmem buna güvenirim" dediği birinin ihanetiyle karşılaşınca,

Zor duruma düşüp "bu işimi şu halleder" diye kapısını çaldığı evden eli boş dönünce,

Yaşı ilerlemiş, bakıma muhtaç duruma düşünce ve hayatın kocaman bir hiç ve boş olduğunu anlayınca vs.

Kişiyi hayal kırıklığına uğratan örnekleri çoğaltabilir isem de bu kadarla yetiniyorum.

Hayal kırıklığına uğrayanlar tek düze değil. Kimisi içine kapanır Kimisi hep eleştirmeye ve dert yanmaya yönelir. İster sussun ister konuşsun. Her iki tip de farklılaşır, fikri ve zikri değişmeye başlar, ayrışır. Hele birden fazla hayal kırıklığına uğrarsa, insanlara yabancılaşır, hayattan ve kimseden bir beklentisi kalmaz. Çünkü tuttuğu hep elinde kalmıştır. Bu tipler insanlar tarafından fark edilir ve "Çok değişti" denir.

Hayal kırıklığının çözümü ya da tedavisi var mı? Belki bazıları üzerinden atabilir ama çoğunun atlatabileceğini sanmıyorum. Bildiğim kadarıyla tedavisi olmayan bir hal. Adı üzerinde sukutuhayal durumu söz konusu.

Çoğu hayal kırıklıkları neyse de özellikle beraber yol yürüdüğü zihniyetinin, yaptığı yanlışlardan dolayı her geçen gün, gözü önünde gözden düştüğünü gördüğü için hayal kırıklığına uğradığından eleştiri yolunu seçen kişilere, fikirlerine katılmasa bile çevresindekilerin, eski günlerin hatırına saygı duymasında yarar görüyorum. En azından eski dostlarına ve yol arkadaşlarına içini boşaltmış ve rahatlamış olur. Der ki "Eleştirmeme rağmen mahallem beni dinledi, dışlamadı" der. Mahallesinde kendini yabancı hissetmez ve aidiyet duygusunu koparma. Bu durum o kişiyi anlamak demektir. Böyle yapılmayıp hain, nankör, muhalif muamelesi yapmak o kişiyi tamamen kendilerinden uzaklaştırmak demektir. Genelde de bu yapılıyor maalesef.

Bu arada hayal kırıklığına uğramayan yok mu? Uğrasa da dert edinmeyen yok mu? Var ve bunların sayısı da çoktur. Bu tiplerin çoğu düne göre bugünkü hallerine şükredenlerdir. Olup bitenlere vardır bir hikmeti, vardır bir bildiği diyenlerdir. Bir de korkudan dolayı sığındıkları limandır. Bu liman gidip başka bir liman gelirse halleri nice olur değil mi?

21 Haziran 2025 Cumartesi

Kendimi Bir Değersiz Bir Değerli Hissettiğim An

Kendimi bir değersiz bir değerli hissediyorum. Anlayacağınız iki haletiruhiye taşıyorum.

Değersiz hissedince, dünyada bir karşılığım yok diyor kendimi dünyaya yük gibi görüyorum.

Değerli hissedince, vay be! Ben neymişim. Şu saygıya bak diyorum. İçim içime sığmıyor. Bir sevinç bir sevinç. Anlatılmaz yaşanır bu hal.

Kendimi ne zaman değersiz ne zaman değerli hissediyorum.

Açıkçası muhit ve mevkie göre değişiyor. Daha doğrusu sürücülerin keyfine göre değişiyor benim değersiz ve değerli hissetme halim.

Bu hal yani değerli ve değersiz hali genelde kaldırımdan karşıdan karşıya geçerken oluyor.

Ömrüm yürüyerek geçince ister istemez yollarda karşıdan karşıya geçme eksik olmaz.

Karşıdan karşıya geçeceğim. Önce soluma, sonra sağıma bakıyorum. Ta uzaktan bir araba geliyor. Onun hızını kesmeden geçerim diyorum. Adımımı yola atıyorum. Atar atmaz, o kendi halinde bir hızla gelen sürücü gaza basıyor, kornaya yükleniyor. Geçme, ben geliyorum. Beni bekle diyor kısaca. Şayet onu dinler, adımımı geri kaldırıma çıkarırsam, hah şöyle. Bana saygı duymayı bileceksin dercesine, tepki göstermeden gidiyor. Buna rağmen ben geliyorum, görmüyor musun dercesine tepki gösteren de eksik olmuyor.

Gaza yüklenmesine rağmen sürücü gelmeden ben onun geldiği şeridi boşaltıyorum. Ama beyefendi, şerit değiştirerek basıyor da basıyor gaza. Adeta yolu değil, beni takip ediyor. Bir afra bir tafra. Görmelisiniz. Uzun korna sesini söylemeye gerek yok zaten. Onun geçişini engellemeden orta refüje çıkmama rağmen yanımdan geçerken yapılan el kol işaretlerini, efir nefir ağzını bilmem söylememe gerek var mı?

Ya Rabbim, niye ben bu yoldan geçtim. Vara bu tabakhaneye giden mikrobun geçişini bekleseydim diyorsun. Ama son pişmanlık fayda vermiyor. İşte bu durum kendimi değersiz görmeme sebebiyet veriyor.

Kendimi böyle hep değersiz hissetmiyorum tabi. Aşağı yukarı her gün Anıt mevkiinden geçerim. Burada trafik lambası yok. Amber Reis Camiini soluma alıp Konya Lisesine doğru yoldan geçmek istediğimde kaldırıma gelip duruyorum. İstiyorum ki akan trafik bitsin, yol boşalınca karşıya geçeyim. Ne mümkün beklemek. Daha ayağımı yola atmadan kaldırımda beklerken gelmekte olan araç duruyor. Yol veriyor. Geç kardeşim, ben seni beklerim diyorsun. Ne mümkün. Sürücü duruyor. Ne kadar yaya varsa karşıdan karşıya geçmesini bekliyor. Sen geçmek için niyetlenmesen bile bunu yapıyorlar. Bu durumu gören her yaya, karşıdan karşıya geçerken elini kaldırıp sürücüye teşekkür edip yoluna devam ediyor. Hatta sürücüyü beklettim diye hızlı hızlı geçiyor yoldan.

Aynı durum Konya Lisesini sağına alıp Anıt'a doğru geçerken de ayniyle vaki. Her araç durup yayaya yol veriyor. Yeter ki kaldırımda bekleyen bir yaya görmüş olsunlar.

Anıt mevkiindeki yayaya yol verme hali birkaç güzergahta da böyle. Haliyle ne zaman Anıt mevkiindeki kavşaktan geçsem, kendimi hep ve pek değerli hissederim. Keyfime diyecek olmaz. Bir mutluluk bir mutluluk. Ben neymişim diyorum.

Kendimi değerli hissede hissede sevinç ve mutluluk içerisinde ayaklarım yere değmeden yoluma devam ederken, acaba bu Anıt mevkiinden geçen araçlar bu şehre ait sürücüler değil mi sorusunu sormadan edemiyorum.

Gönül istiyor ki Anıt mevkiindeki kavşakta sürücülerin yayalara gösterdiği bu hassasiyet diğer mevkilerdeki kavşaklarda da yaygınlaşsın.

Bu arada, sürücülerden beklediğimiz bu hassasiyeti yayalardan da beklemek lazım. Çünkü öncelik bizim diyen öyle yayalar var ki bu önceliklerini ışıklı kavşaklarda da görmek istiyorlar ve trafiği birbirine katıyorlar. Bu kadar hassasiyet fazla yayalar. 

Kimlerle Konuşmak İsterim

Sırtında yumurta küfesi olmayacak.

Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı demeyecek.

Başıma bir şey gelir korkusu olmayacak.

Bağlı bulunduğu bir camia, cemaat ve ideolojisi olmayacak. Varsa da okları ilk önce ait olduğu yere doğrultacak. Şurada, burada, şöyle şöyle yanlış yapıyorsunuz diyecek.

Aklını kimseye kiraya vermeyecek.

Makam, mevki ve şöhret peşinde koşmayacak.

Makamımı kaybederim endişesi taşımayacak.

Başkasının gözündeki çöpü görürken kendi gözündeki merteği de görecek.

Körü körüne yanlışı savunmayacak. Hayata tek gözlükle bakmayacak.

Seni dinleyecek, cevap verecek. O konuşacak, sen dinleyeceksin.

Konuşurken bildik şeyleri söylemeyecek. Hep somurtmayacak hep de konuşmayacak.

Ne olur ne olmaz, yerin kulağı var demeyecek. Doğru bildiğini her platformda söyleyip renk verecek. Ben buyum, böyle düşünüyorum, bu da düşüncem diyecek.

İçini dökecek. İçi dışına yansıyacak. Neyse o görünecek.

Kınayanın kınamasına aldırmayacak.

Soracak, sorgulayacak.

İyiye ve kötüye dair şeylerin hakkını verecek.

Olayların perde gerisini görecek.

Güce tapmayacak, gücünü güçten almayacak vs.

20 Haziran 2025 Cuma

Bilim İnsanlarından Ne İstenir?

"TÜBİTAK'ta çalışan Yüzbaşı Yücel Kenter (32) ile mühendisler Ercan Kuruoğlu (31) ve Mustafa Aktekin'i (54) taşıyan minibüs, 14 Temmuz 2004 günü Çanakkale'de bir traktörle çarpıştı. Bu kazada üçü de vefat etti. Bu üç ismin üzerinde çalıştıkları projeye dair detaylar ulusal güvenlik gerekçesiyle tam olarak bilinmese de "kripto çözümleme sistem ve yazılımları" üzerine çalıştıkları; kazanın olduğu gün ise Çanakkale'de yeni geliştirilen bir askeri cihazı denemek üzere bulundukları ve dönüş yolunda oldukları söyleniyor".

"ASELSAN'ın milli tank projesinde görevli mühendis Hüseyin Başbilen, 5 Ağustos günü ortadan kayboldu. İki gün sonra ise evinden 50 kilometre uzakta aracının içinde ölü bulundu. Bilekleri ve boynu kesilmiş halde bulunan Başbilen'in ölümü kayıtlara 'intihar' olarak geçti".

17 Ocak 2007 tarihinde bir başka ASELSAN mühendisi olan 30 yaşındaki Halim Ünsem Ünal, aracında ölü bulundu. F-16 savaş uçaklarının modernizasyonu, komuta kontrol ve şifreleme sistemleri üzerine çalışan Ünsem'in, kafasına aldığı tek kurşun darbesiyle hayatını kaybettiği bilinirken onun ölümü de kayıtlara intihar olarak geçti.

"26 Ocak 2007'de bir diğer üzücü haber yine ASELSAN mühendisi olan Evrim Yançeken'den geliyor. ASELSAN'da mikrodalga ve sistem teknolojileri üzerine çalışan Yançeken'in 7. kattaki evinden atlayarak intihar ettiği; psikolojik sorunları olduğu iddia edildi.”

ASELSAN'ın en başarılı mühendislerinden Burhaneddin Volkan, 07 Ekim 2007 günü görev yaptığı Bando Okullar Komutanlığı’nda silahla intihar etti. Volkan, Komuta Kontrol ve Haberleşme Yazılım Mühendisliği'nin Uçak Komuta Kontrol Merkezi bölümünde çalışıyordu".

“2007'de tüm diğer acı haberlerin yanında, Türkiye çok değerli 6 bilim insanını bir uçak kazasında kaybetti; 30 Kasım 2007 günü İstanbul-Isparta seferini gerçekleştiren bir Atlas Jet uçağı, inişe geçtikten sonra düştü. Uçağın içerisinde 7 mürettebat ile birlikte 57 kişi vardı. Bu 57 kişi arasında Boğaziçi Üniversitesi öğretim görevlisi ve dünyaca ünlü parçacık fizikçimiz Prof. Dr. Engin Arık, araştırma görevlisi Özgen Berkol Doğan, Prof. Dr. Şenel Fatma Boydağ, Doç. Dr. İskender Hikmet ve araştırma görevlisi Mustafa Fidan ile yüksek lisans öğrencisi Engin Abat yer alıyordu. Türkiye’de kurulması için çalışılan Türk Hızlandırıcı Merkezi projesi üzerine çalışıyorlardı.”

Başarılı bir ODTÜ mezunu elektrik-elektronik mühendisi olan ve ASELSAN'da bir milli savunma projesinde ve Leopard tankların yazılımları üzerine çalışan Oluk'un, askerde iken 'trafo tamiri yaparken' elektrik çarpması sonucu 10 Mayıs 2008 tarihinde hayatını kaybettiği söyleniyor. Ailesi ölümün sıradan bir kaza olmadığını düşündüklerini söylerken ölüm raporlara kaza olarak geçti”.

"Hakan Öksüz 15 yıl boyunca ASELSAN'da görev yapmış; pek çok önemli projede yer almış bir mühendisti. Güncel olarak ise mikro elektronik güdüm ve elektro-optik grubu projelerinde çalışıyordu. 25 Ocak 2013 tarihinde ASELSAN'da çalıştığı tesise uğrayıp kısa süre kaldıktan sonra çıktı. Ardından bir kaza geçirerek hayatını kaybetti".

"F-16 savaş uçakları, İHA, tank ve savaş silahları gibi milli projelerde görev yapan ve manyetik alan projelerinde çalışan bir diğer ASELSAN mühendisi olan Erdem Uğur, 16 Ocak 2015 tarihinde Ankara'daki evinde ölü bulundu. Genç mühendisin ölümü kayıtlara gaz zehirlenmesi olarak geçti".

“ASELSAN'da yerli savunma sistemleri üzerinde çalışan elektronik yüksek mühendisi Kerem Parıldar, 21 Kasım 2017 tarihinde evinden 15 kilometre uzaklıkta bir binanın 14. katından atlayarak intihar etti. Olayın ardından şüpheli bulunan durum soruşturulmaya başlandı ancak olay kayıtlara intihar olarak geçti”.

Bilim insanlarımıza dair ölümü kaza, intihar ve şüpheli olarak yer verdiğim bu bilgileri https://www.webtekno.com/turk-bilim-insanlari-supheli-olumler-h133097.html adresinden alıntı yaptım. 

Kanser üzerine araştırmalar yapan, ‘Yüzde 75 çözüm buldum’, ‘Ömrüm yeterse tüm kanser türlerini tek kalemde bitireceğim’ açıklamasıyla bilinen emekli doktor Mustafa Savan Günay 16 Haziran 2025 günü Eskişehir’deki evinde ölü bulundu. Hastanede yapılan otopside ölümü şüpheli görüldü.

Bilim insanlarına dair yer vermek istediğim son haber, İsrail’in İranlı 14 bilim insanını suikastla öldürmesi hala sıcaklığını koruyor. 

Bilim insanlarının şüpheli, suikast, kaza vb. yollarla kaldırılması verdiğim örneklerden ibaret değil. Yaz yaz bitmez.

Anlamadığım, düşünüp kafa yormaktan ve yeni bir şey ortaya koymaktan başka bir suçu olmayan bilim insanları, bir şekilde ortadan niçin kaldırılır niçin hayatlarına son verilir niçin onlardan herkes gibi yaşamak esirgenir? Ömrünü laboratuvarda geçiren, ülkesine ve insanlığa hizmet olan bu insanların kaderi, ölüm ve öldürülme olmamalı. Eğer bir kavgamız varsa bunun yolu, bilim insanlarını ortadan kaldırmak değil, bilakis onları yaşatmak olmalı. Maalesef biz onlara nefes almayı bile çok görüyoruz.

Tüm bu verdiğim örneklerden benim anladığım, dünyaya yön veren üç beş çakal; sermaye, para, mal, enerji vb. şeyleri tekellerinde bulundurduğu gibi bilim, ilim, teknoloji ve icat da bizim tekelimizde olsun istiyor. Birileri tekerlerini çomak sokunca de bedelini bedenleriyle ödetiyorlar. Yuh olsun sizin insanlığınıza!

15 Haziran 2025 Pazar

Sıra Bizde mi?

İsrail için potansiyel tehlike olan ülkeler; Mısır, Suriye, Lübnan, Libya ve İran idi. Geçmiş zaman kipi kullandım. Çünkü bir zamanlar böyle idi.

Bu potansiyel tehlike bertaraf edilmeliydi.

Haritalar değişmeliydi.

Bölgedeki ülkeler kendi iç sorunlarıyla uğraşmalıydı.

Dünya için değer ifade eden petrol ve doğal gaz yatakları, sevk ve idaresi kontrol altına alınmalıydı. Daha doğrusu petrole çökülmeliydi.

İç kargaşa çıkarılmalıydı.

Yönetimler değişmeliydi.

Bölgede bir istikrarsızlık hakim olmalıydı.

Bunun için Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) devreye sokuldu.

Önce Irak yerle bir edildi. ABD tarafından işgal edildi. Saddam'ın güçlü ordusu, devlet başkanlarını korumak için kılını kıpırdatmadı. Ülkeyi işgalden kurtarmak için tek kurşun atmadı. Bugün Irak fiili olarak ikiye bölünmüş durumda ve etkisiz bir devlet. Değil İsrail'e potansiyel tehlike olmak. Kendini koruyacak gücü yok.

Arap Baharı ile birlikte Mısır'a operasyon yapıldı. Mısır eski gücünden ve İsrail'e potansiyel tehlike olmaktan uzaklaşsa da bir darbe ile belli ki ülkesini bölünmekten kurtardı.
Libya diye bir devlet kalmadı dense yeridir. Haberlerde bile yer almıyor. İkiye mi bölündü, üçe mi bilmiyoruz. Ülkenin istikrara kavuşması zor görünüyor. Kendi içişleriyle uğraşmaktan dışarıya zamanları kalmıyor. Kaddafi'yi ve ülkeyi bölünmekten kurtarmak için Libya ordusu da kılını kıpırdatmadı.

Sıra Suriye'ye geldi. İç karışıklığı birden bitirmediler. 2011'de başlayan iç karışıklık 2024'e kadar sürdü, daha doğrusu sürdürüldü. Ne zamanki Suriye'ye ne yapacaklarını aralarında anlaştılar. Rusya ve İran destekli Esed yönetiminin ipi çekildi. Önce Rusya ve İran'a desteğinizi çekin dendi. Esed'in güçlü ordusu da ülkelerini savunmak için Irak ordusu gibi tek kurşun atmadı. Suriye'de Esed sonrası geçici bir hükümet kurulsa da Suriye'nin ülkesinin yeniden imar etmesi ve istikrara kavuşması da çok zor.

BOP'çular Irak, Mısır ve Libya ile yetinmediler. Çünkü yapacak daha çok işleri vardı. Adım adım hedeflerine ulaşmaları gerekiyordu. Bunun için birileri sularını bulandırmalıydı.

Suriye'de son noktayı koymadan önce imdada 7 Ekim Hamas saldırısı yetişti. İsrail sen misin bana saldıran dedi. Gazze'yi yerle bir etti. Hamas hareket edemez noktaya getirilince, İsrail Gazze nasılsa garanti deyip Hamas'a destek veren Lübnan Hizbullah'ına yöneldi. Hizbullah'ın ne kadar üst düzey komuta kademesi varsa nokta atış suikastla öldürdü. Bu suikastlarda çağrı cihazını silah olarak kullandı.

Lübnan Hizbullah'ına diz çöktürünce İran'a yöneldi. Hamas Lideri İsmail Haniye'yi İran’da iken vurdu. Farklı zamanlarda İran'a saldırarak İran'ın gücünü iki defa test etti. İran ise bu saldırılara karşı İsrail'e füze göndererek cevap verdim deyip geçiştirdi.

Irak, Mısır, Libya, Lübnan, Suriye dizayn edildikten sonra geriye tam darbe vuracak bir tek İran kalmıştı. Ona da 13 Haziran 2025'de 200 uçakla saldırarak büyük çaplı bir operasyon başlattı. İran hem tepeden hem içten büyük darbe yedi. Ne kadar üst düzey komutanı varsa nokta atış öldürüldü. Bilim adamları hakeza.

Tüm bu içeriden ve yukarıdan saldırılara karşı İran'ın, elinde Telaviv'e füze atmaktan başka elinden bir şey gelmiyor.

Bu savaşta İran yalnız iken İsrail'in arkasında başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa ve Almanya var. İsrail aynı zamanda Irak, Ürdün, belki de Suriye üstlerini ve havaalanlarını kullanıyor.

Bu İsrail-İran savaşı ne zaman biter? İran için ne düşünülüyor? Bunları bilmemiz mümkün değil. Önceki eserlerine bakılırsa İran için rejim değişikliği, iç karışıklık, bölünme ve istikrarsızlık kapıda demektir.

Bu savaşın sonu nasıl olur? İran'ın varlık gösterebilmesi mümkün değil. Kullanılan bu teknolojiye yıllardır ambargo uygulanan İran dayanamadığı gibi Türkiye dahil bölgede hiçbir ülke dayanamaz. Öyle görünüyor ki diğer ülkeler BOP planına boyun eğmişse İran da boyun eğecek. Ama gönüllü ama gönülsüz.

Görünen o ki İsrail'in savaşa dair yaptıkları eski savaşlardan çok farklı. Artık kaba kuvvete dayalı, at sırtında savaş kazanma, güçlü ordu bulundurma dönemleri sona ermiş. Yeni ve farklı teknolojiler kullanıyor. Öldürülmesini istediği kişileri nokta atış suikastla öldürüyor. Çağrı cihazını bile silah olarak kullanıyorsa, yarın bir başkasına neyi kullanır, bunu şimdiden kestirmek mümkün değil. Her türlü istihbarat zaten ellerinde.

Kısaca İsrail eliyle tüm bölge bir başta öbür başa dizayn edildi. Arkasında ABD olduğu müddetçe İsrail'i durduracak bölgede bir devlet ve güç yok. Halihazırda İsrail'den rahat ve huzurlu bir devlet yok. Çünkü kendisini potansiyel tehdit edecek devlet kalmadı.

(İnternethaber) 
Peki, İsrail İran'dan sonra köşesine çekilecek mi? Çekilmeyecek. Çünkü İran'dan sonra sarı öküz hesabı sırada Türkiye var.

Hasılı Büyük Ortadoğu Projesi ABD destekli İsrail eliyle hız kesmeden devam ediyor.

İsrail'i durdurmanın tek yolu, onun kullandığı teknolojiye sahip olmaktan geçiyor. Bu da bizde var mı? Sanmıyorum.

Sözün özü, tahta silah ve tahta kılıçlarla cihat dönemi sona erdi. Devir, düşmanın silahıyla silahlanın sözü gereği günümüz teknolojisine uygun savaşlara kendimizi hazırlamamız gerek. Bir de hamaset ve slogandan uzak durmak lazım. Değilse bölgedeki komşu ülkelerin başına gelen bizim için de kaçınılmazdır.

14 Haziran 2025 Cumartesi

Güle Oynaya mı, Ağlaya Sızlaya mı?

"Konya Büyükşehir Belediyesi Konya İl Müftülüğü paydaşlığında gerçekleştirilen, "Güle oynaya camiye gel" projesi kapsamında, 1 Ocak 2016-31 Aralık 2016 tarihleri arasında doğan ve başvuru yaptığı camide 30 Haziran-18 Ağustos tarihleri arasında en az kırk gün sabah namazına gelen çocuklara, bisiklet hediye edilecek"
.

Başvurular 13-23 Haziran tarihleri arasında İnternet üzerinden yapılacak.

Büyükşehir Belediyesi başlattığı bu proje ile "Evlatlarımızı cami ve İbadetle tanıştırarak ibadet alışkanlıklarını küçük yaşlarda kazandırmayı" amaçlamaktadır.

Belediyenin bu projesi 2018 yılından beri her yaz döneminde uygulanmakta.

İlk başladığı yıl yanlış hatırlamıyorsam 7-14 yaş aracılığındaki çocukları kapsamıştı bu proje. Sonraki yıllarda ve bu yıl, 9 yaşındaki çocuklara yönelik bir uygulama.

2018 yılından beri bu proje kapsamında 91 bin bisiklet dağıtılmış. Bu seneki hedefin 100 bini geçmek olduğu belirtilmekte.

Projeye dair bu kısa bilgilendirmenin ardından, 2018 yılından itibaren uygulanmakta olan bu projeye dair kendi görüşümü belirtmek istiyorum.

Kampanya için kırk gün süresinin belirlenmesiyle, bundan muradın, bir işi kırk gün boyunca yapanın o işi bırakamayacağı ve devamlı olacağı düşünülmüş. Buna eyvallah.

Yine aynı şekilde dokuz yaşındaki çocukların seçilmesi ise Hz Muhammed'in "Çocuklarınızı yedi yaşına geldiği zaman namaza başlatın. Dokuz yaşına geldikleri halde namaza başlamadılarsa..." sözüyle, çocukları küçük yaşta namaza alıştırma gözetilmiş.

Proje ile çocuklarımıza ibadet alışkanlığı kazandırmak amaçlandığına göre 2018 yılından beri uygulanmakta olan bu projede başarıya ulaşıldığına dair elde bir veri var mı? Mesela 40 gün boyunca sabah namazına gelip bisiklet almaya hak kazanan kaç çocuk namaza devam ediyor? İmamlardan ve camiye devam eden cemaatten duyduğumuza göre bisiklet hediyesinin ardından camiye devam eden çocuk yok. Durum bu iken niçin bu projede ısrar ediliyor? Aynı yöntemi yedi yıldır uygulayarak farklı sonuç beklemek ne derece doğru?

Belediye ve İl Müftülüğü, sabah namazı dışında bir başka projeye imza atmayı düşünmüyor mu? Niçin sadece namaz niçin sadece sabah namazı niçin sadece bisiklet? Niçin kitap okuma alışkanlığına yönelik bir projeye öncülük edilmez? Mesela 40 gün boyunca Konya'daki kütüphanelere gelip günde bir saat kitap okuyan çocuklara hediye kampanyası yapılabilir. Çünkü bu toplumun cami ve namaz ihmali dışında okuma sorunu da var. Kitap okuma projesi mutlaka düşünülüp hayata geçirilmeli.

Diyelim ki namaz önceliğimiz. Ağaç yaş iken eğilir misali çocuklarımızı önce namaza başlatalım. İyi, güzel de niçin sabah namazı? Mübarekler, sabah namazı dediğiniz namaz, kişiye hele çocuğa en zor gelen namaz. Gecelerin kısa olduğu, herkeste uyku probleminin olduğu, kişinin uykuyu alamadığı bir mevsim. Amacımız çocuğu namaza başlatmak mı? Çocuğa illallah dedirtmek mi? Bu ne demek biliyor musunuz? Sen misin bisiklet isteyen? Gör o zaman Hanya'yı Konya'yı demek. Madem çocuklarımızı namaza başlatacağız. En kolay vakitlerden başlatmak daha pedagojik olmaz mı? Mesela öğle, ikindi ve akşam namazına çocuk bir başına gidebilir. Caminin etrafında veya mahallesinde oyun oynayan çocuk ezanı duyar duymaz oynamayı bırakır, koşar abdest alır, namaza gider. Hem de güle oynaya yapar bunu. Gördüğünüz gibi bir vakit yerine üç vakit namaz kıldırabiliriz çocuklara. Çocuklar bu vakitlerde kıldığı namazda zorlanmaz. Çocuk bu üç vakit camiye gitmek için anne, baba, ağabey ve ablaya ihtiyaç hissetmez. Uyku problemi olmaz. Halbuki sabah namazı öyle mi? Bir defa sabahın köründe, zifiri karanlıkta hiçbir çocuk yanında aileden biri olmadan camiye gidemez. Gitse de aile salmaz.

Çocuğu namaza başlatmak ve ona ödül olarak bisiklet vermek için seçilen bu sabah namazı, matematiğe yeni başlayan, daha çarpım tablosu ve dört işlemi bilmeyen çocuğa trigonometri ve karekök öğretmeye benzer. Halbuki matematik ve diğer derslerde kolaydan zora doğru bir seyir izlenir. Pedagojiye uygun olan da budur.

Tüm bunlardan geçtim. Projenin başlığı olarak seçilen "Güle oynaya sabah namazına gel" sloganına gelelim. Büyükler bile sabah namazına giderken yarı uykulu gider. Yani güle oynaya camiye gitmez. Değil ki dokuz yaşındaki ana kuzusu bir çocuk güle oynaya sabah namazına gitsin. Olsa olsa anne babası güç bela uykudan uyandırır. Yarı uykulu camiye gider. Yani camiye giderken güle oynaya gitmez. Gitse gitse ağlaya sızlaya gider. Bu tespitime, geçmişte bisiklet projesine katılan torununu sabah namazına götüren bir dede hak verdi: "Torunum camide başını dizime koydu. Uyumaya başladı. Ayıp olur, kalk diye uyandırdım" dedi. Kısaca namaza özellikle sabah namazına güle oynaya gidilmez. Öğle, ikindi ve akşam namazları için belki güle oynaya düşünülebilir.

Verilen hediyeye gelince. Bisiklet kullanmayı yaygınlaştırmak için güzel bir hediye. Konya bisiklet sürmeye de en uygun şehirlerden biri.

Bisikletlerin sponsoru büyük bir ihtimalle Büyükşehir Belediyesi. Belediye de projeye dahil olan çocuk sayısı kadar bisiklet temin etmek zorunda. Bunu temin için öyle zannediyorum, bisikletleri ihale ile almaktadır. En uygun teklifi verenden satın almakta. Eğer böyle ise satıştan sadece bir veya birkaç firma faydalanır. Halbuki şehirde toptan ve perakende bisiklet satışı yapan çok sayıda satıcı vardır. Bu satıştan tüm esnafın faydalanmasında yarar görüyorum. Bunun için ihalede en uygun teklif verilen bisiklet fiyatı ailenin hesabına yatırılabilir ya da bisiklet çeki vererek bu kampanyaya katılan ne kadar esnaf varsa vatandaş dilediğinden bisiklet alabilir. Böylece şehirdeki tüm bisiklet sektörü gözetilmiş olur.

Bir diğer husus, binlerce bisiklet belediyeye ek maliyet getirir. Bu sponsorluğu, belediyenin üstlenmesinden ziyade başka STK'ler, dernekler ve yardım kuruluşları üstlenebilir. Konya Müftülüğü Bisikletlerin temini için cuma namazı sonrası yardım sergisi açabilir. Hayırseverlerden yardım toplanabilir. İsterim ki kamu bu işe sponsor olmasın. Kamu, kurum ve kuruluşları, kaynaklarını belediyenin asli görevlerine ayırabilir.

Bu konuda daha önce birkaç defa yazı yazmıştım. Yılda bir bu proje tekrar gündeme gelince yeniden ele almak istedim. Niyetim, pişmiş aşa su katmak değil. Temenni ederim ki proje başarılı olur, amaçlanan hedefe ulaşılır.

12 Haziran 2025 Perşembe

Bankamatik Memurluğu Caiz mi?

Türkiye'de geçmişten günümüze şöyle böyle değil, baya bankamatik memuru var. Sayısını bilmiyoruz.

Halk arasında bankamatik memuru dense de aslında resmiyette kimse bankamatik memuru değil.

Hele bu mesleği icra edenlerin hiçbiri memur değil. Hepsi bir zaman müdürlük yapmış. Vekaleten başladıkları bu görevleri zamanla asalete dönüşmüş. Sonra birileri bunlara kızağa çekerek yerine bir başkasını yönetici atamış. Yeni atadığını da bir süre sonra alıp yerine bir başkasını oturtmuş.

İşte bu kızağa çekilenlere halk bankamatik memuru diyor. Bu tip kızağa çekilenler maaş ve özlük haklarını almaya devam ediyor. Adları da kah uzman kah araştırmacı oluyor. Neyin uzmanı ya da neyi araştırıyor demeyin. Atandıkları kadro adı böyle. Yoksa herhangi bir şeyin uzmanlığını ya da bir şeyin araştırmasını yapmıyorlar.

Bunları maaş ve diğer özlük hakları hesaplarına yatar. Bunlar da ihtiyaç oldukça maaşlarını kullanırlar.

Yerleri, yurtları yoktur. Mesai kavramları da yoktur. Kendilerine neredesiniz, gelin biraz çalışın diyen de olmaz.

Mesai kavramları ve ayrıldıkları kuruma herhangi bir sorumlulukları da olmadığı için bunlar çarşı, pazar, köy, kasaba, tatil merkezleri dolaşır dururlar. Yani 7/24, 365 gün boşlar.

Otur, halk, gel, git denmeyen bu kişiler, emeklilik öncesi emeklilik yaşarlar. Emeklilikten tek farkı emekli maaşı almamaları, çalışan gibi maaş almaları.

Araştırmacı ya da uzman olduktan sonra bunların tek yaptığı, bir uzmanın deyimiyle şöyle: “Şu kadar yıl kamuya hizmet ettik. Bundan sonra karıya hizmet ediyoruz” şeklindedir.

Halkımız bankamatik memuru dediği bu kızağa çekilmiş kişileri görse, bir güzel hoşbeş yapıyor, nerede, ne iş yaptığını soruyor. Görevini söyleyince oh ne güzel diyor. Bankamatik memuru yanlarından gidince başlıyorlar bunların arkasından konuşmaya: "Bunların aldığı caiz mi? Kesinlikle caiz değil, iş yapmadan para almak caiz olmaz" şeklinde kendi aralarında konuşup duruyor.

Kızağa çekilmek suretiyle uzman ya da araştırmacı kadrosuna alınıp herhangi bir görevi ve mesaisi olmayan bu tip yöneticilerin aldıkları maaş caiz mi, değil mi? Bunun üzerinde hiç durmayacağım. Çünkü bu sorunun muhatabı bu tip bankamatik memurları değil, onları kızağa alanlardır. Çünkü bunları bankamatik memuru yapan onlardır. Bunlara maaş ve özlük haklarını vermeye devam edenlerdir. Bunları alanında herhangi bir işte istihdam etmeyip çalışan bir kişi gibi maaş vermeye devam edenlerdir. Bunlardan ve tecrübesinden yararlanmayanlardır. Kısaca bu işin asıl suçluları, bir müddet yöneticilikten sonra bunlara araştırmacı ya da uzman adı altında bir kadro istihdam edenlerdir. Eğer birilerine kızılacaksa eğer birilerine hesap sorulacaksa eğer caiz mi denecekse bunun suçlusu insan kaynağını yerinde kullanmayanlardır. Devletin parasını çarçur edenlerdir.

İnsanları önce yönetici yapıp sonra beğenmedim deyip kızağa çekerek onları bankamatik memuru yapmaktansa, yöneticiliğe getirilecek kişiyi yönetici yapmadan önce "Yöneticilik üzerinden bir şekilde alınırsa asli görevine dönersin" denmelidir. Böylece piyasada bankamatik memuru kalmaz.

11 Haziran 2025 Çarşamba

Lastik Tamiri

Bayram ziyaretine gelen çocuklarımla bayramlaştık. Kahvaltımızı yaptık. Başka akrabaları da ziyaret edelim diye çıktılar.

Arabalarına binip gitmediler bir türlü.

Ne hayır diye arkalarından indim. Bir tanesinin arabasının arka sağ tekeri inmiş. Jant yere değmiş. Baktım pompa yardımıyla şişiriyorlar. 

Bu teker patlak. Stepneyi takın dedim. "Kim uğraşacak. Nasılsa yaptırılacak. Biraz şişirip bir lastikçiye kadar gidelim" dediler.

Yakındaki bir petrolde bulunan lastikçiye götürüp yama yaptırmışlar. 

Cam girmiş tekere. 

Bayram bayram, bayrak kazığı yedim dedi oğlan. Kaç verdin dedim. 350 lira imiş. Fazla değil mi diye sordum. Bizim ücretimiz böyle dedi. İşimin görüldüğüne baktım. Yalnız bu ücret fazla dedi. 

Kaç yıldır lastik yaptırmadım ama bana da fazla geldi dedim. İnternete girerek bu işin piyasasını öğrenmek istedim. Önüme Ankara Sanayi Odasının azami fiyat listesi düştü. Binek arabaya ait üç ayrı fiyat var. Fitil 400, yama 600, mantar yama 800 TL yazıyor. Öncelikle fiyat listesini belirleyip herkesin görebileceği şekilde dijital ortamda yayınlayan Ankara Sanayi Odasını tebrik etmek lazım. Belirlenen fiyat uçuk kaçık olsa da kendisine bağlı olan esnafa bu fiyattan yüksek alamazsın tavsiyesini yapmış. 

Görünen o ki Konya'daki lastik tamir ücreti de Ankara'yı aratmıyor. Ankara Sanayi Odasının belirleyip ilan ettiği listenin bir benzerini de Konya Lastikçiler veya Sanayi Odasının sitesinde görmek istedim. Maalesef göremedim. Şeffaflık adına böyle bir listeye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Çünkü lastik tamiri sonrası esnafın istediği rakamı uçuk kaçık bulan bir vatandaş en azından hemen ilgili odanın sitesine girerek fiyatlara bakar. Tamircinin istediği ücretin makul olup olmadığını sıcağı sıcağına öğrenmiş olur. Görünen o ki Konya'daki ilgili odalar buna ihtiyaç hissetmemiş. Belirledikleri bir fiyat listesi varsa da oda ile esnaf arasında sır olmalı. 

Ankara yama ücretini ve Konya odalarının fiyat listesine dijital ortamda yer vermemesini bırakıp bayramda alınan yama ücretine gelelim. Bayram sonrası bir esnaf ziyaretime, bir yama ücreti 350 lira olur mu dedim. Söylediğim fiyata şaşırdı. "İki, üç gün önce 200 liraya yaptırdım. Çok yüksek almış" dedi. 

Görünen o ki diğer alım, satım, tamir vs.'de olduğu gibi lastik tamirinde de oturmuş bir piyasa fiyatı yok. Esnaf zaman, mekan ve müşterinin mesleğine göre fiyat çekiyor. Meslek ne alaka demeyin. Alakası şu: Tamirci, oğlana ne iş yaptığını sormuş. O da mesleğini söylemiş. Tamir sonrası aldığı fiyatı düşününce oğlanın kazancına göre fiyat istemiş olabilir. Bu benim oğlanın zannı. Zannın ne derece doğru olduğunu en iyi esnaf bilir. 

Garip olan, oturmuş piyasa olmayınca aynı mevkide biri 200'e bu işi yaparken diğeri 350 çekiyor. 

Belki de alınan 350 lira yama ücreti normal olabilir. 200'e yapan bu işi azamiden ziyade alt limitten yapmış olabilir. Yalnız arada bu kadar uçurum olmamalı. 

Lastiği çıkarma, patlağı bulma, yama yapma, şişirme, belki de tekrar balans yapma, lastiği tekrar takıp vidaları sıkma, tozu, toprağı, yağı, emeği gibi işlemleri düşününce alınan 350 lira az bile diye düşünebiliriz. Elbette burada bir emek var. Emeğin karşılığı da alınmalı. Yalnız alınan 350 lira altı sıfırı atılmamış paramızla 350 milyon demektir. Neredeyse iki büyük paramız tutarı bu yama ücretini düşününce paramızın pul olduğu söylemi, söylemden çıkıp gerçek olmuş.

Bir yama ücreti bile bu fiyata gelmişse vay halimize. Biz bu enflasyon belasından kurtulmadıkça bu hayat pahalılığı belimizi bükmeye devam edecek. Oturmuş bir piyasa fiyatı da olmayınca bu ortam insanımızda ne ahlak bırakır ne vicdan ne insaf ne de Allah korkusu. Her zaman başımıza gelmeyen böylesi durumlarda önce şaşırıp şok geçireceğiz. Ardından tıpış tıpış bu fahiş bedeli ödeyeceğiz. Sonra da vay benim ülkem deyip hayıflanacağız. Her zaman olduğu gibi yine esnada kızacağız. Esnafa kızalım kızmaya da biraz da bu puslu havayı oluşturanlara ve bu puslu havayı dağıtmayanlara ya da dağıtamayanlara bir çift sözümüz olsun. 

9 Haziran 2025 Pazartesi

Kafa Ütülemede Bazıları

Hastaneden çıktım. Epey bir otobüs bekledikten sonra küçük otobüslerden biri geldi. Bu kadar bekleyeceğimi bilseydim, eve yürürdüm dedim ama iş işten geçti.

Otobüs dolu idi. Yol boyunca da her durakta durup yolcu aldı. Aralar ayakta yolcu ile doldu.

Orta kapının önünde bulduğum bir boşluğa sırtımı verdim. Bir elimle de tutundum. Çünkü her dur kalk da otobüs sendeledi durdu. Boş bulunursan bir başkasının üzerine düşmemen mümkün değil.

Bu esnada telefonum çaldı. Oğlandı arayan. Tahlil ve tetkik sonuçlarını sordu. Sorun yok. Raporlu ilacımın dozunu yükseltti doktor deyip telefonu kapattım.

Ardından bir telefon daha geldi. Oğlan bir şey soracak sandım. Telefonu açtım. Arayanın 850'li bir numara olduğunu öğrendim ama iş içten geçti. Çünkü normal şartlarda 850'li hiçbir numarayı açmıyorum. Açmadığım gibi engelle butonuna basarak engelleme yoluna gidiyorum. Arayan maaşımı aldığım banka idi. Gereksiz bir telefondu ama açmış bulundum. Bu tür gereksiz telefonlara müsait değilim diyerek kapatırdım. Yine boş bulunmuş olmalıyım ki müsaidim dedim.

"Bankamızdan memnun musunuz" sorusuna da boşta bulunmam devam ediyor olmalı ki memnunum deyiverdim. Bu memnuniyeti alan görevli "Kredi kartınız bulunmamakta. Size kredi kartı gönderelim. Kart açılır açılmaz kartınıza 500 puan yüklüyoruz. 600 küsur kart bedeli var. Bunu da ilk 6 ay (bir yıl da demiş olabilir) almıyoruz. Kartımız çok fonksiyonlu. Petrollerde (bilmem nerelerde) alışveriş yaptığınızda taksit imkanı veriyor. Çok avantajlı. Gönderelim mi" dedi. İstemiyorum. Elimde birkaç kredi kartı var. İhtiyacım yok dedim ise de bu kartın bitmez tükenmez nimetlerini saymaya devam etti. Kurumum yeni maaş anlaşmasını başka banka ile yaptı. Hesabı da kapatacağım. Ayrıca diğer kullandığım kartlara kart ücreti ödemiyorum. Sizin kredi kartında üyelik aidatı varmış. Düşünmüyorum dedim. "O zaman üyelik aidatı olmayan şu kartı gönderelim" dedi. Bunu da düşünmüyorum dedim. "Konuşmayı sonlandırmadan yasal bir dinleme yaptıracağım. Bu esnada herhangi bir tuşa basmayalım. Ardından memnuniyet anketi gelecek. Ankete katılmak ister misiniz" dedi. Ben size müsaidim dedim ama bulunduğum ortam hiç uygun değil dedim. Yasal dinleme ile konuşmayı sonlandırdık.

Güç bela tutunarak yaptığım bu görüşme kafamı ütülemeye ütüledi. Ama kafamı esas ütüleyen karşımdaki yolcu idi. Bu telefonu açar açmaz banka görevlisinden daha fazla konuşan biri idi. "Kapat kapat. Dolandırıcı bunlar. İnanma söylediklerine..." türünden konuştu durdu. Haliyle bir kulağımı banka görevlisi, diğer kulağımı da karşımdaki yolcu ütüledi. Telefon görüşmesi bittikten sonra da devam etti emekli olduğunu söyleyen tanımadığım bu kişi. "Emekli imiş ama hala çalışmaya devam ediyorum. Mecburum. Görmüyor musun piyasayı" dedi. Ben bu tür telefonları açmıyorum. Dolandırıcı bunlar. Bana gelen bu türden telefon ve mesajları oğlana gösteriyorum. Açma bunları diyor. En iyisini benim oğlan yapıyor. Onun telefonu farklı. Engelliyor bu tür telefonları" dedi. Arayan çalıştığım banka dedim ise de "İnanma. Ne belli bankacı oldukları. Bizim mahallede 13 kişiyi dolandırdılar. Bende o göz var mı baksana" dedi Doğru dürüst cevap vermedim ama devam etti yine bu telefon görüşmesi üzerine. Hem konuştu hem el kol işaretleri yaptı hem kırk yıllık arkadaşlarımın yapmadığı kadar dirseği ile beni dürttü. Hasılı durmadı çenesi. Tamam, geçti gitti dedim ise de bıkıp usanmadan bana akıl vermeye devam etti. Ya sabır çektim çokça. Nihayet ondan önce indim de kafamın ütülemesi bitti. Bitti ama ben de bittim. İndiğim zaman otobüste iken başlayan baş ağrım artarak devam etti.

Ne densiz, görgüsüz, geveze, haddini bilmeyen, nerede kime ne konuşacağını bilmeyen, doğru dürüst cevap vermemene rağmen susayım bu adam benden haz almıyor demeyen bu tür tipler var bu ülkede. Yeter ki kaşın yeter ki malzeme ver ona. Hemen başında ekşir. Sanki arkadaşın ya da dert ortağın gibi iyilik meleği kesiliveriyor. Fazla aklını sana satıyor da satıyor.

Böylelerine, neredesin izan neredesin ey edep? Ne zaman bitecek bu haddini bilmez cahilin konuşması dercesine hayıflanıyorsun. Ama hayıflanmakla kalıyorsun. Çünkü faydası yok.

8 Haziran 2025 Pazar

Radara Gel Radara!

Araban varsa şayet
Basacaksın tüm gaza, 
Atacaksın vitesi,
Yolların hakkını vereceksin. 

Allah devlete zeval vermesin. 
Ne güzel yol yapmış de. 
Allah ne verdiyse
Bastıkça basacaksın. 

Araban fazla yakarsa yaksın. 
Yolun hakkı basmaktır. 
Radara yakalanırsan yakalan. 
Çünkü devletin hakkı radardır. 

Bittikçe yakıtın, doldur deponu
Öde devlete ÖTV ve KDV'ni. 
Devlete görevimi yaptım deme, 
Radara da gir ki bütçe düzelsin. 

Radara girip ceza yedim diye üzülme. 
Çünkü yolun zekatı radar cezası,
Arabana basmak da arabanın zekatı. 
Unutma, ceza vatandaşlık görevidir. 

Bu cezalar sana yol, su olarak dönecek. 
Yeter ki sık sık radara gir, ceza ye. 
Çok ceza geldi deyip hayıflanma. 
Erken ödeme indiriminden yararlan. 

Devlet vatandaşına kumpas kurdu deme. 
Çünkü devlet asla ve kat'a kumpas kurmaz. 
Tüm bu cezalar senin güvenliğin içindir. 
Güvenliğini düşünenden de üçü, beşi esirgeme. 

Bu cezalar gelmeye devam ettikçe
Ver kendini şiir yazmaya. 
Varsın olmamış desinler şiirine, 
Çünkü dertler seni şair yapar. 

Sevsinler Bu Tür Demlenmeyi

Demlenmek denince, çayın renginin ve kokusunun suya geçmesi, çayın çökmesi ve dinlenmesi akla gelir.

Ayrıca pilav için piştikten sonra bir süre bekletilerek kıvamını bulması anlamında da kullanılır.

Argoda içki içmek demektir. Eksi sözlüğe göre Sivas yöresinde sigara içmeye de bu tabir kullanılıyormuş. Olgunlaşma anlamına da geliyor. İçki içip sarhoş olan için de demlenmiş deniyor.

Bir de 2023 Cumhurbaşkanlığı seçiminde bazılarını suçlamak için siyaseten demlenmek kullanıldı. Şimdilerde pek değil, hiç kullanılmıyor artık. Çünkü roller, bakış açısı ve zihniyet, daha doğrusu konjonktür değişti.

Neyse biz gelelim demlenmeye. Her ne kadar demlenmek denince, sigara, içki içmek ve sarhoş olmak akla gelse de de dendi mi bu toplumun aklına çayın demi gelir. Tavşan kanı gibi tabiri de kullanılır. Çayın dinlenmesi demektir.

Demlenen çay kişiyi dinlendirir, susuzluğu giderir, uykusunu açar, çoğu zaman da uykusunu kaçırır. Çayı bu şekil kıvamında içince içtikçe içeriz. Bir daha bir daha deriz. Çay bitince ya da yeterli içmenin ardından ziyade olsun deriz. Bir çaydanlık çayı içsek bile tekrar içesimiz gelir.

Bazımız imamın abdest suyu gibi açık çay içer bazımız normal deminde içer bazımız da tam dem içer. Tam dem içenler bir, iki, bilemedin üç bardakla yetinir.

Milli içeceğimiz olan çay konusunda millet olarak uzmanı. Hepimizin bildik söyleyecekleri vardır. Bu kadarla yetinip biraz da siyaseten demlenmeye gelelim.

Siyaseten demlenme, çayın demi ya da demlenme gibi müspet değil. Bu tür demlenme kimine göre hem kötü hem iyi. Bu tür demlenen bir başkası olursa, “Bak bak demleniyor. İyi demleniyorlar. Şunlara bakın ey millet” demek suretiyle onları hedef tahtasına koyuyor.

Başkasının demlenmesini ayıplayıp bunu oya tahvil edenler aradan fazla zaman geçmeden bir bakmışsın, ayıpladıklarını yapmaya başlıyorlar. Yani demleniyorlar. Akşam sabah birbirlerini ziyaret ediyor, birbirlerini övücü sözler söylüyorlar. Saygı ve sevgide kusur etmiyorlar, kırıcı olmuyorlar. Adeta kırk yıllık arkadaş gibi olup çıkıveriyorlar.

Burada, bu ikilemi gösterenlere ya da dün kara dediğine ak diyenlere, bu ne yaman çelişki demek lazım. Yaptığınızın hangisi doğru? Dünkü mü, bugünkü mü? Sizin kaç yüzünüz var demeli? Öyle ya bu işi başkası yaparken kötü, kendileri yaparken iyi.

Bu durum, sigara içen babanın oğluna, “Sigara içtiğini görmeyeyim” demesine benzer. Oğluna yasaklıyor ama kendisi içiyor. Çünkü haspaya yakışır. Öyle ya oğlan demlenmeyecek ama kendisi demlenecek. Kendisine caiz ama evladına caiz değil.

Sevsinler bu tür anlayışı, bu tür demlenmeyi...

Elkızı mısın, Eloğlu mu?

Elkızı mısın, eloğlu mu ya da yöresel ağza göre ilkızı mısın, iloğlu mu?

Bekarsan evin bir ferdisin. Daha eloğlu ya da el kızı değilsin. Tabi aileden birisin.

Ne zaman ki evlendin. Bir haneye gelin gittin. Olursun elkızı. Oğlansan bir eve damat olunca, olursun eloğlu.

Elbette gelin eve dışarıdan gelir. Elkızıdır. Oğlan bir evin damadı olur. Eloğludur. Çünkü aileye dışarıdan gelmiştir. Bu durum hayatın bir gerçeği olsa da elkızı veya eloğlu tabirini hiç tasvip etmiyorum. Çünkü itici bir kelime olup insanı ajite etme durumu söz konusu.

Eve dışarıdan gelen biri anlamına gelen bu ifade hayatın gerçeği olsa da kendisine elkızı veya eloğlu dendiğini duyan bir insanın başından kaynar sular dökülür.

Hakkını yemeyelim, bazı ailelerde gelin evi bir ferdi olur. Aynı şekilde damat da aileden biri kabul edilir.

Haydi diyelim ki bir haneye gelin gelen veya bir eve damat olan biri için ilk başlarda bu ifade kullanılsın. Ama torun torba sahibi de olsa o evden cenazesi de çıksa, toplumun her kesiminde olmasa da bazı kesimlerde gelin-damat hala elkızı ve eloğludur. Bazı yörelerde damat için dış kapının mandalı ifadesi kullanılır.
Bu tabir her zaman için kullanılmasa da genellikle kızgınlık ve dargınlık halinde ilinoğlu, ilinkızı değil mi diye bilinçaltındaki bu ifade ağızdan çıkıverir.

Özellikle Anadolu’nun birçok yöresinde anne baba bakıma muhtaç hale gelmişse anne babaya oğlan bakar anlayışı ile anne baba oğlunun evine sığınır. Kızın evi pek düşünülmez.

Mesela oğlanlarının yanında kalan bir anneyi kızı evine çağırsa veya kızının evinde kalmak zorunda kalırsa, çoğu eski kadınların "Ne işim var iloğlunun yanında. Adı üzerinde ilin oğlu. Öyle değil mi" dediğini duyabilirsiniz. Bu bakış açısına göre oğlanın yanında kalsa da gelin de elkızı olsa da gelin elkızından ziyade evin kızı kabul edilir ya da gelin elkızı olsa da anne ya da baba oğlanın yanında daha rahat edebiliyor. Nasılsa oğlumuz var bu evde diyebiliyor.

Bir başka örnek daha. Bir ara evime kayınvalide geldi. Bana bakarak “Ben burada kalacağım” dedi. Gülerek dilediğin kadar kal kalmaya. Yalnız damadın evinde kalmayı bizim köyde pek iyi karşılaşmazlar dedim. Kayınvalide de güldü.

Benim bu anlattığımı kayınvalide bir başka zaman bizim bir köylü kadına “Bizim damat böyle dedi” diye anlatmış. Bizim köylü de “Doğru söylemiş. Bizim köyde iyi karşılaşmazlar” demiş.
Böylece köyün adetini bilmeden benim şakasına söylediğim gerçeğe binmiş oldu.

Hakkını yemeyeyim. Aynı toplum içinde bazı aileler kız, erkek fark etmeden kayınvalidesi ya da anneleri sırayla evlerine götürülmekte ise de toplumu büyük çoğunluğunda oğlan bakar anlayışı hakim. Bu anlayıştan hareketle kız çocukları da “Biz iloğlunun yanındayız. Bizim evde sözümüz geçmez. Anneye oğlanlar bakar” deyip kenara çekiliveriyor. Kızlarda olan bu anlayış aynı şekilde damatlarda da var. Bu yönüyle senin evden çıkan kız kardeşin de o kız kardeşinin kocası da olup çıkıyor elkızı ve eloğlu.
Anneye ya da babaya yıllar yılı bakarken kazara bir hastalık ya da özel durum olsa “Yahu bunlar hasta. Şu ata biraz da bizim evde kalsın” denmez. Kazara kızların evinde biraz kalsa “Buraya atıverdiler gittiler” türünden laf ve söz eksik olmaz. Çünkü ataya bakmak oğlanın görevi. Bu tür ailelerde kızların görevi, annelerini üç dört günde bir telefonla arayıp hal hatır sormaktan, emir ve talimat yağdırmaktan ibaret. Bu durumda oğlan çocuğunun canı çıksın. Böyle bir durum söz konusu olduğu zaman kimse tasvip etmese de çocukların arasına kırgınlık ve dargınlık girebiliyor.

Bu işler anlayış kadar biraz da variyetle ilgili. Eğer bakıma muhtaç kişinin geride bırakacağı mirası ya da maaş türünden biraz imkan ve geliri varsa bu durumda kimse elkızıyım, eloğluyum demiyor. Gelin, damat kayınvalide ve anneye bakmak için sıraya giriyor. Kimse sen bakacaksın demiyor. Bu dediğime bir örnek vermek istiyorum:

“Hocam, kayınpeder öleli çok oldu. Kayınvalidem bir başına evinde kalıyor. Kayınvalidem hem kocasından hem de babasından iki maaş alır. Düşündük taşındık. Kayınvalideyi yanımıza alalım. Birer ay birer ay sırayla ona bakalım. Oturduğu evi de kiraya verip kirasını alalım dedik.

Kayınvalide çocuklarından kimin evine giderse iki maaş kartını ve evin kirasını çocuğuna veriyor. Yani bize kalıyor. Şimdi kayınvalide çocuklarının arasında aylık dolaşıyor. Dört gözle kayınvalide sırasının bize gelmesini bekliyoruz. Çünkü iki maaş + kiranın getirisi baya iyi”.

Uzattığımın farkındayım. Elkızı ya da eloğlu fark etmiyor. Allah kimseyi yatağa bağlı olarak yıllar yılı yatmayı nasip etmesin. Bakıma muhtaç hale getirmesin. Herkese hayırlı, bereketli ve sağlıklı ömür versin. Kız olsun, oğlan olsun, gelin ve damat olsun kimsenin eline düşürmesin. Fazla bakım ve yatağa muhtaç olmadan ölümün hayırlısını versin.

7 Haziran 2025 Cumartesi

GSM Operatörleri Bildiğiniz Gibi

GSM operatörlerini sormayın. Zira bildiğiniz gibi. Bir istikrar abidesi olarak bir arpa boyu yol almadan gerisin geriye patinaj yapmak suretiyle yerlerinde saymaya devam ediyorlar. Kendilerini geliştirme ve değiştirme gibi bir dertleri yok. Müşteri memnuniyeti ise zaten lügatlerinde olmaz.

Haksızlık yapmayayım. Mevcut müşteriden esirgedikleri memnuniyeti yeni hat alandan ve hattını taşıyandan esirgemiyorlar. Gören de operatörden ziyade yeni hat satma ve hat taşıma görevleri var sanır. Ama öyle. Çünkü GSM operatörlerinin hizmette sınır tanımadığı tek hizmetleri bu. Hepsi tıpkısının, aynısının ta kendisi. İsimleri farklı olsa da yok aslında birbirimizden farkımız modundalar. Yine her depremde alt yapıları çökme yönünden de birbirlerini aratmazlar.

Ne demek istediğimi anladınız ise de yine de kısaca değinmek isterim. Taahhüdü biten eski müşterilerine ne kadar indirim yapıyoruz deseler de yüksek fiyat çekiyorlar. Hattını taşımak isteyenlere de kampanya adı altında düşük ücret veriyorlar. İşleri, güçleri hat taşımak. Nedense "Biz önce mevcut müşterimizi memnun edelim. Onlar vefalı. Onlara normal fiyat verelim. Eski müşteriyi koruyalım. Ardından yeni müşteri gelsin" düşünceleri hiç olmadı.

Hattını taşıyacak yeni müşteriye kolaylık sağlarlarken eski müşteriye sundukları teklifle zorluk üstüne zorluk çıkartıyorlar. Adeta yersen bu. Yemezsen güle güle. Pek de lazım değilsin. Sen bizi beğenmezsin ama elimizi sallasak ellisi" dercesine kapıyı gösteriyorlar.

İstenmediğim yerde durmam. Başka bir GSM'ye geçeyim diyorsun. Taahhüt sürenin bitmesini bekliyorsun. Taahhüdün bitmesine kaç gün kala geçersem, cayma bedeli ödemem diye bir bayiye soruyorsun. "4 gün kala" dedi adı Kadir olan görevli. Delikanlı, emin misin? Beni yakma diyorsun. "Yok amca. İçin rahat olsun" diyerek seni rahatlatıyor. İyi, dört gün kala geçeyim diyorsun. Yeni bir operatör bayiine giderken gördüğün mevcut hat bayii gözüne ilişiyor. Bir de buraya sorayım. Garanti olsun diyorsun. Kızım, taahhüt sürem, 9'unda sona eriyor. Mobil şubede dört gün kaldı bitime yazıyor. Başka bir operatöre geçiş için başvurursam, ceza yer miyim diyorsun. "Amca, bizde sizin faturanız gözükmüyor. Yalnız ceza çıkabilir. En iyisi müşteri hizmetlerini arayarak doğrusunu öğren" diyor.

Haliyle kafan karışıyor. Arayayım bari diyorsun. Aramaya arıyorsun ama müşteri hizmetlerine bağlanmak mesele. Sana otomatik olarak sayıyorlar. Sen de dinliyorsun ve ne zaman sadede gelecekler diye bekliyorsun. İşlem yapmadınız diyor. Sadra şifa bir şey söylemediniz ki işlem yapayım. İstediğim müşteri hizmetleri. Ona da bir türlü sıra gelmiyor.

Nihayet müşteri hizmetlerini telaffuz ediyor. Tuşlayınca müşteri hizmetlerine bağlanacaksınız diyor. Ama gel de bağlan. Onca işinin arasında müzik dinliyorsun. TC numaranı giriyorsun. Gün, ay, yıl olarak doğum gününü istiyorlar. Ardından "Annenizin baş harfini söylemek için ilk harfi kodlayın diyor. Yani A ile başlıyorsa soyadı, Adana diye kodlatıyor. Çankırı diyorsun, o ise Çanakkale aşığı çıkıyor. Çanakkale'nin "Ç"si teyidi yapıyor. Derdini anlatıyorsun. Seni taahhüt birimine aktarıyor. Bu arada yine bekletiliyorsun müzik eşliğinde. Taahhüt birimi ise "9'unda gece 00.00 itibariyle fatura kesilir. O zamana kadar GSM değiştirdiğin takdirde cayma bedeli ödersiniz" diyor. Gece 00.00'da başka GSM'ye nasıl geçebilirim" diyorsun. "Birkaç gün sonra geçebilirsiniz. Sadece kullanmanıza bağlı olarak taahhütsüz fiyattan cüzi bir miktar ücret ödersiniz" diyor. İyi de ben ne anladım bu işten diyorsun. "Durum böyle" diyor. Ardından "Efendim, niye GSM değiştirmek istiyorsunuz" sorusuna, doğru dürüst telefon konuşmam yok. İnterneti ise fazla kullanmıyorum. Sizin taahhüt sonrası verdiğiniz rakamlar yüksek. Nedense kendi müşterinizden indirimi esirgiyorsunuz. Başka GSM'ler de aynı sizin yaptığınızı yapıyor. Kısaca onların kampanyaları daha cazip. Sizin bana önerebileceğiniz bir teklifiniz var mı dedim. "Beyefendi! Telefon ve İnterneti fazla kullanmadığınız görülüyor. Haklısınız. Niye fazla ödeyeceksiniz? Başka GSM'ye geçmektense bizde faturasız uygun kampanyalar var. İsterseniz, arkadaşlar teklif versin. Sizi o birime aktarayım" diyor. İyi olur dedim. Yine müzik ve bekleme. Sonrasında bir kızımız muhatabım oldu. Ona, 9'unda taahhüdüm bitiyor. Şu anda faturasıza geçersem cayma bedeli alınıyor mu dedim. "Evet alınıyor" dedi. İyi de başka bir operatöre geçmiyorum. Yine sizde kalıyorum dedim ise de "Efendim, sözünüzde durmamış olacağınızdan yine cayma bedeli alınır" demez mi. Peki, ayın 9'u kurban bayramının 4. gününe tekabül ediyor. Resmi tatilde faturasıza geçmek için muhatap bulabilecek miyim diyorsun. "Elbette bulursunuz. Bizi arayabilirsiniz" dedi. Sonrasında herhangi bir işlem yapmadan iyi günler diyerek telefonları karşılıklı olarak sonlandırıyorsunuz.

Bir sonuç alamadığım, bekleme, müzik, kampanyaları dinleme, şunun için buna, bunun için şu rakama basma, üç ayrı birimin temsilcisi ile görüşme toplamı, 19 dakika 22 saniye sürmüş.

Sözün özü taahhüdümün sonuna kadar beklemezsen, cayma bedeli çıkacak. Taahhüt bitimi başka bir GSM'ye veya mevcut operatörümün faturasına geçersem cüzi bir miktar ödeme yapacağım. Yani rahat durmadığım için her halükarda operatörüm benden para alacak. Taahhüt bitimi son faturanın 00.00'da bitimi ile birlikte gece gece faturasıza geçeceğim diye müşteri hizmetlerine bağlansam, "Amca, sabahı bekleyemedin mi? Gece gece yatamadın mı” cevabı alırsam hiç şaşırmayacağım.

Kısaca faturalı hattın mı var. Derdin var. Çıkmak istiyorsun, çıkamıyorsun. Çünkü cayma bedeli var deniyor. Kalayım diyorsun, yüksek fatura öneriliyor. Faturasıza geçeyim desem, bu da sözümde durmama anlamına geliyormuş.

Bu durumda en iyisi bir daha faturalı olmamak. Paketini peşin ödersin. Başka GSM'ye geçersen de "Sakın ha cayma bedeli ödersin" tehdidi olmaz. Bakalım günler ne gösterecek.

Yalnız GSM operatörlerine elini kaptırdın mı kurtulamıyorsun. Beni bırak diyorsun. Ne mümkün. Ben sizi bırakıyorum desen, onlar seni bırakmıyor. Hırsız misali. Hani oğul hırsızı yakalamış. Baba, buraya getir demiş. Ama hırsız gelmiyor demiş oğul babasına. O zaman bırak gitsin demiş baba. Gitmiyor demiş evlat. O hesap ne seni kendi haline bırakıyor ne de kendisi çekip gidiyor.

Yazım uzadı biliyorum. Ama kısa kısa birkaç hususa daha değinmek isterim. GSM operatörleri kayıt altına aldıkları görüşmelerde güvenlik için anamın kılık soyadını sormaktan hiç vazgeçmedi. Varsa yoksa anamın kızlık soyadı. Anam öldü gitti. Ama kızlık soyadı baki. Bayatladı artık bu kızlık soyadı. Büyüyün ve geliştirin kendinizi. Anamı da bu işe karıştırmayın. Bırakın da anam mezarında rahat uyusun. Bir de bu soru eskiden bir anlam ifade ederdi. Çünkü adınlar evlendikleri zaman ailesinin soyadını almazlardı. Şimdi kocasının soyadı ile birlikte aile soyadını da alenen kullanıyor kadınlar. Buna rağmen kılık soyadı güvenlik yönünden bir anlam ifade etmiyor.

Hülasa GSM operatörleri kırk dereden su getirme yönüyle büyümek istemeyen küçük esnaflara çok benziyor. Bu tür küçük esnafın küçük kalmasında çoğunun müşteri memnuniyetini esas almaması yatıyor. Hani küçük esnaf dükkanının görünür yerine "Satılan mal geri alınmaz, değiştirilmez" yazdırıp asar ya. bizim GSM operatörleri de öyle.

Büyüyüp gelişmek istemeyen bizim GSM operatörleri, küçük esnaf olarak kalmaya devam edecek. Ne diyeyim, Allah topunu bildiği gibi yapsın.

4 Haziran 2025 Çarşamba

Allah Arapları Bildiği gibi Yapsın!

Petrol ve doğal gaz gibi yeraltı kaynaklarının dışında, dünyaya verebildikleri bir katma değeri olmayan Ortadoğu'daki Arap ülkelerinin hanedanları, lüks ve şatafat içerisinde bir hayat sürüyorlar. Nasılsa para gani. Toprağın altı verdikçe veriyor.

Bu zenginlikten halkları da nasiplense gam yemeyeceğim. Belki de çoğunun halkı yiyecek ekmeğe muhtaçtır.

Petrol ve doğal gaz zengini bu Arap kralları bu devasa serveti ne yapıyorlar?

Afrika'da açlıktan kırılan insanlara mı yardım ediyorlar? Sanmıyorum. Yardım yapıyorlarsa da devede kulak misalidir.

Yıllardır kanayan yara Filistin'in elinden mi tutuyorlar? Yerle bir olmuş Gazze'yi imar için seferber mi oluyorlar? Hiç sanmıyorum. Servetlerinin zekatlarını bile verseler Filistin ve Gazze'yi imar ederler. Verseler verseler dilenciye sadaka misali sadaka verirler. Bunu da dostlar alışverişte görsün diye yaparlar. Arap ülke liderlerinin Filistin ve Gazze diye bir dertlerinin olduğuna inanmıyorum. Bugün Filistin ve Gazze yok olsa, buralarda tek Filistinli kalmasa, vah diyeceklerini sanmıyorum. Belki de oh be kurtulduk deyip zil takar oynarlar. Bitmiş, tükenmiş Suriye’yi yeniden imar mı ediyorlar? Güldürmeyin beni.

Peki, dünya zengini bu Arap ülke liderleri bu devasa bütçeyi nereye harcıyorlar? Çünkü ne kadar lüks ve debdebeli hayat sürseler de petrol ve doğal gaz geliri harca harca bitmez.

Zenginin parası züğürdün çenesini yorar misali ben de biraz kafa yorayım. Sahi dudak uçuklatan bu serveti Araplar ne yapıyorlar?

Her işi bitirdiler, yapacak hiçbir işleri kalmadı. Başta Müslümanlar olmak üzere dünyada aç ve sefil hiçbir insan bırakmadılar. Hala da paraları olduğuna göre Araplar, futbol endüstrisine yaptırım yapıyorlar. Petrol ve doğal gaz dışında her şeyleri ithal olan bu Araplar futbolcu da ithal ediyorlar. Hem de futbolunun sonuna gelmiş, uzatmalara oynayan nerede ünlü futbolcu varsa, dünyanın parasını ve servetini vererek onları transfer ediyorlar. Başka kulüplerin verdiğinin üç, beş, on katı fark etmiyor onlar için. Yeter ki gelsin. Yönünü ülkelerine dönmeyecek futbolculara öyle uçuk kaçık transfer ücreti veriyorlar ki futbolcular da jübilesine bir kala Arap topraklarına ayak basıyor. İki, üç sene dişimi sıkar, paraya para demem, bir ömür yerim, harca harca bitmez diyorlar.

Bu kadar ünlü futbolcuyu transfer edip dünyanın parasını veren bu Arap kulüplerini gören de bunlar Şampiyonlar ligine katılacak sanır. Adamların tek derdi Asya kupasına katılmak.

Hayırsız evladın baba parasını bu şekil çarçur etmesi dışında geriye kalan serveti başka ne yapıyorlar derseniz, yolda görse yüzüne bakmaz efendileri topraklarına bir bastı. Trilyonca dolarları ticari anlaşma adı altında Trump'a hediye ettiler. Yani borç batağındaki ABD'yi kurtarmak için el verdiler. Ne de olsa din kardeşleri zorda kalmış. Ayaklarına kadar şeref vermiş. Vermeyip de ne yapacaklar? Yeter ki Trump'ın hışmına uğramasınlar. Yere ki Trump bunların ülkelerine gelerek bunların yüzüne baksın. Bir bakışa ülkelerini bile verirler. Ne de olsa varlık sebebi efendilerini memnun etmek birinci vazifeleridir.

Verdiğim bu iki örnek bile Arap ülke hanedanlarının nasıl bir haletiruhiye içinde olduklarını, neyi dert edindiklerini bariz bir şekilde ortaya koyar. Öyle ya insanın kalitesi, nasıl kazandığıyla değil, nasıl ve nereye harcadığından belli olurmuş. Bunların kalitesi de bu.

Ne diyeyim? Allah bildiği gibi yapsın bu sömürge valilerini ve kral görünümlü köleleri...

3 Haziran 2025 Salı

Rolünü İyi Oynayan Artist ve Aktrisler

Sinema oyuncularından erkek olanına artist, kadın olanına aktris dendiğini biliyoruz.

Kadın olsun, erkek olsun hepsi olmasa da sanatçıların içinde rolünü iyi oynayanlar var. Sanki günlük hayatta olduğu gibi rolleri sahicidir.

İster iyi rolde oynasın ister kötü rolde. Bu tip sanatçıların izleyicisi de çoktur. Ne de olsa sahicilik ve doğallığa susamış bir toplumuz. Yalnız büyük çoğunluğunun sanat adına yaptığı ise sahicilikten uzak. Rolleri adeta sırıtmakta.

Sahicilik ve doğallık sadece sinemada değil, gündelik hayatta da insanlar nezdinde aranan bir davranıştır. "Neyse o. İçi, dışı bir" denir.

Şu var ki rolü sırıtsa da sahici olsa da sinema ve filmde rol alan sanatçılar, senaristin verdiği rolü oynar. Ayrıca kendinden bir şey katmaz.

Sinema dışında gazeteci, siyasetçi vs. alanlarda da kitleleri etkilemeye yönelik proje insanlar istihdam edilir. Yeter ki kitleleri etkileme ve onların desteğini alma murat edilsin. Kimi yabancı istihbaratlar adına çalışır kimi başka devlet adına çalışır kimi derin devlet adına çalışır kimi üst akıl adına kimi de dünyaya yön veren üç beş para babası adına. Bunların yabancıdan farkı, senin dilini konuşması, senin örf adet ve kültürünü yaşaması, senin dinine inanması gibi hususlardır. Bunlar konuşunca tam seni temsil ettiğine inanırsın. "Düşündüklerimi ifade etti, duygularıma tercüman oldu" dersin. O kadar sahici olurlar ki "bizden biri" diyorsun. Güveniyorsun da güveniyorsun. Hem de babandan daha fazla. Sevgide de öyle.

Bir misyon ya da proje olan kimselerin yaptığı da sinema sanatçılarının oynadığı rolden farksızdır. Çünkü adı üzerinde proje bunlar. Yani ihale bunlara verilmiştir.

Bu tip proje insanlar özel yetiştirilir. Tam kıvamına geldikten sonra piyasaya sürülür.

Proje kişiler de verilen rolü yerine getirmek için rolünü sahici oynar. Çünkü kitleleri ikna etmesi gerekir. Bu tip proje insanlar görevini yaptığı, başarılı olduğu ve senaristin verdiği görevi bihakkın yerine getirdiği müddetçe görevine devam eder. Bu görev başkasına ihale edilmez. Şayet böyle değilse, kitleleri etkilemekten uzak bir profil çizdiği için proje, bu işi daha iyi yapacak bir başkasına verilir.

Proje insanlar hep sureti haktan görünür. Hizmet anlayışını ön plana çıkarır. "Kendi adıma bir şey istiyorsam namerdim. Size hizmet için varım" mesajını verir kitlelere.

Proje tipler insanlara bu güveni verdikten, kendisini sevdirdikten ve bulunmaz Hint kumaşı olarak kendisini pazarladıktan sonra kim tutar onları? Başarıdan başarıya koşarlar. Bu başarıda da yalnız değillerdir. Çünkü basın, medya ve TV aracılığıyla desteklenirler. Daha doğrusu pazarlanırlar. Çoğu zaman da algılar oluşturulur. Çünkü kitleleri etkilemede olgudan ziyade algılar etkilidir. Algılar olgu gibi gösterilir. Çünkü algılar daima olgulara galip gelir. 

Proje tipler bu senaryo gereği rolünü oynarken zikzak çizebilir, bugün ak dediğine yarın kara diyebilir, sık sık 'U' dönüşü yapabilir. Hiç problem değil. Çünkü zinde güçlerin verdiği rolü oynuyor. Tıpkı sanatçının sinemada iyi ya da kötü rolünü oynadığı gibi. Zaman zaman olumsuzluk da yaşayabilir. Her olumsuzluğu fırsata çevirmede mahirdirler.

Kısaca, başkası adına rol üstlenenlerin, kitlelerin bilmediği gizli bir ajandası vardır. Ajandasında ne varsa onu oynar. Aktör gibi gözükür ama aslında birer figürandırlar. Sinema ve filmdeki roller bir oyun gereği ise gerçek hayatta kitleleri etkilemede rol alanlar da oyunlarını oynuyorlar. Bu oyunlara alet olan, bu aktör görünen figüranlara ikna olmuş ve inanmış kitleler de bu oyunun devamını sağlayan, onların değirmenine su taşıyan birer figürandır dense herhalde abartmış olmam. Çünkü bize biçilen rol budur.

Hepimize iyi oyunlar, iyi seyirler, iyi roller. Zira ötesine aklımız ermez.

Trafik Cezalarında Rekor Artış

Bugünlerde trafik cezalarını vatandaş daha fazla dillendirir oldu. Yediği cezanın ardından burnundan soluyarak gelen sürücü, "Şu kadar ceza yemişim" der demez, yanındakiler durur mu? "Sana yine iyi gelmiş. Bana bu kadar geldi" diyor.

Kimi hızdan kimi kemerden kimi telefonla konuşmaktan kimi yanlış yere aracı park etmekten kimi kırmızı ışıkta geçmekten. Cezaların çoğu hızdan. Görünen o ki araba sürüp de ceza yemeyen yok gibi.

Eskiden de insanımız kural ihlalinden trafik cezası yerdi ama bu kadar fazla değildi. Belli ki kontroller daha da artmış. Hem de öyle böyle değil. Şayet doğru ise şu veri bile trafik cezalarındaki artışı ortaya koyuyor:

2024 yılında kesilen trafik cezası toplamı, 43,6 milyar iken 2025 yılının Ocak-Nisan arası dört ayda kesilen ceza toplamı ise 53,5 milyar Türk lirası. Halbuki 2025 yılı trafik cezası toplam hedefi 55 milyar olarak belirlenmiş idi. Dört ayda hedefe ulaşılmışsa geriye kalan 8 ayda kesilen ceza miktarı ne kadar olur? Takdirlerinize bırakıyorum.

Trafik ihlalinden cezayı anlarım da bir sonraki yılın hedefini anlamış değilim. Çünkü sürücü kurala uymamışsa ceza yemeli. Az oldu, çok oldu denmemeli. Hedef koymak neymiş. Hedef konduğuna göre çoğu sürücünün "Trafik cezalarıyla bütçe açığı karşılanıyor" tespiti doğru o zaman.

Devlet hedef koymalı. Hedefine ulaşmak için azami gayret sarf etmeli. Ama bu hedef trafik cezalarında olmamalı. Çünkü bir sonraki yılın trafik ceza hedefi, doğmamış çocuğa don biçmek gibidir. Bunun ise ciddiyetle bir alakası olamaz. Trafik cezası olsa olsa hesap edilmeyen ekstra bir gelir olur. Bunun da hesabı yapılmaz.

Trafik kurallarına uymayanlara, trafikte tehlike saçanlara, vatandaşın hayatını tehlikeye atanlara devlet elbette ceza yazmalı. Yalnız bu cezalar yıllık planlanan hedefi tutturmak için olmamalı. Devlet bunun için ceza yazdırıyor demiyorum ama vatandaştaki kanaat böyle.

Cezalarda süreklilik olmalı. Bir yoldan geçen kural ihlali yapan her sürücü ceza yemeli. Yenen ceza sadece o anki denetimle sınırlı olmamalı.

TEDES türü ölçümleri uygun görüyorum. Yalnız bir yola belli süreliğine geçici radar koymayı uygun görmüyorum. Radarın sote yere konması da pek iyi niyetle bağdaşmıyor. Kumpas gibi geliyor bana. Geçici radarı hiç anlamış değilim. Geçici radar konmasını hedefi tutturmak için trafik polisini işe göndermek olarak görüyorum. O kadar polise değişik yerlerde radar kontrolü yaptırmaktansa yollar TEDES ve mobese gibi ölçümlerle donatılmalı.

Bir diğer husus, şehir içinde her yolun ayrı bir hız sınırı olmalı. Şehir içinde otoban gibi yol yapıp azami hız sınırını 50-60 olarak sınırlamak yolun hakkını vermemek demektir. Eğer bir yol yaya ve sürücü hayatını tehlikeye atmıyorsa pekala hız limiti yükseltilmeli.

Bugünlerde hız kesmeden vites yükseltilerek kesilen yüksek trafik cezalarından sürücü muzdarip iken ve bundan dert yanarken turpun büyüğünün heybede olduğunu söylemeliyim. Çünkü Karayolları Trafik Kanununda yapılan değişiklik Meclisten geçerse yeni cezalar çok cep yakacak.