13 Ocak 2023 Cuma

Tanıdığım Köy Öğretmenleri (2)

Öğretmenlik bir meslektir. Ama bunların yaptığı öğretmenlik mesleğinden öte bir şeydir. Gittikleri yere sevgi tohumu ekiyorlar. İçlerinde bu yükü kaldıramayıp kaçak güreşenler yok mu? Her meslek grubunda olduğu gibi bunların içinde öyleleri de çıkıyor. Ellerinin ucuyla eğreti durdukları belli olan bu tipler bir yolunu bulup görevlendirme vs. yollarla merkeze kaçıyor. Ama böylelerinin sayısı azdır.

Öğretmenleri branşlarına göre kıyaslamayı sevmem ama özellikle branş öğretmenlerine göre her gün okulda olmaları ve yoklukları hissedilen bu sınıf öğretmenleri, özellikle köyde görev yapanlar özlük hakları yönünden diğer branşlara göre pozitif ayrımcılığa tabi tutulmalarını gerektiriyor.

Yokluktan bir şey üreten, öğrencisini ilmek ilmek işleyen bu köy öğretmenleri etimiz nedir, budumuz bedir, bir başına ne yapabiliriz demeden, bir bakmışsın, okuma bayramı yapıyor, mezuniyet düzenliyor, sergi açıyor vs. Her ne yaparlarsa her bir etkinlikte imzaları var. Geziye gidiyorlar. Güvenlik bakımından yaptıklarını anne babaları yapmaz. Ubuntu gibi öğrencileri el ele tutuşturup kendileri de aralarına giriyor. Bunları gören, yürürken oyun oynuyor sanır. Halbuki yaptıkları çocukların kaybolmaması, geri kalmamasıdır.

Danışıp istişare etmeden iş yapmazlar, yaptıklarını da en güzel şekilde yaparlar.

Bu vesileyle Mehmet’i, Ümmü’yü, Mehmet Emin’i, Fatma’yı ve Emine’yi tanıdım. Hepsinin yeri ve değeri ayrıdır nazarımda.

Mehmet’le başlangıçta iyi tanışmadım. Başkasının yükünü sırtlandım. Tanımadan üzerine vardım da vardım. Zamanla o beni, ben de onu tanıdım. Boşuna dememişler insanlar kıyafetleriyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanır diye. Görevini dört dörtlük yapan, soyadı gibi saygılı olup saygıyı eksik etmeyenlerden. Tüm yoğunluğun arasında ikinci bir fakülteyi bitirenlerden. Böyle yazıyorum ki bana karateciliğini göstermeye kalkmasın. Zira pek korkarım. Görmedim ama satrançta da iyi olduğunu işittim. On parmağında on marifet yani.

Ümmü deyip de geçip gitmeyin. Okuluna, mahallesine, ilçemize değer üstüne değer kattı. Ölmüş okulunu yeniden diriltti. Avcı dendiğine bakmayın. Avcılığı, her şeyin üstesinden gelmesi, avlanacak avı tavlayıp kendine bağlaması olsa gerek. Gerekirse av da yapar. Fedakarlık ve koşuşturmasına diyecek yok. Bir ara hortumla postu deldirmişti ama kısa zamanda gönle girmeyi becerebildi. Herkesin evde eğitime gitmekten kaçındığı, hayır olmaz dediği bir ortamda yeni gelmiş biri olarak bana ne demedi. Yazın beni dedi. Yani yeniçeri değilim ben dedi. Ağzı laf yapıp istemeyi, işini yaptırmayı da iyi bilir. İki elmaya beni avladığı olmuştur. Adı üzerinde avcı.

Mehmet Emin’e gelince bakmayın soğuk gibi durduğuna. Beyefendi biridir. İşinde ve aşında. Ekmeğini taştan çıkarır. Belki de bu yüzden taşıran dendi kendisine. Bekardır ama okuluyla evli. Sesi nasıl bilmem ama çalma yönünden de maharetli olduğunu işittim. Ortamını bulduğu zaman konuşmayı, içini dökmeyi ve dinlemeyi de bilir. Okulunun her şeyi, aynı zamanda bahçıvanıdır. Öğrencilerin bahçıvanı olduğunu söylemeye gerek yok. Sessiz duruşuyla gününde çiçeği kaptı. Bir ara benim telefonlarıma bakmadı ama canı sağ olsun. Bütün derdimiz bu olsun.

Tanıdığım Köy Öğretmenleri (3)

Fatma’ya gelince, içlerinde en kıdemlileri olmasına rağmen ilçenin en uzak yerini mesken edinmiş; okuluna, mahallesine kendisini adamış biri. Yazışmalara en duyarlılarından. İşini düzgün yapan, dürüstlüğü yüzünden okunan biridir. Sahtekarlık nedir, kaçak güreşme nedir, savsaklamak nedir bilmez. Zira onların cahilidir. Tek eksikliği bu. Tevazulu görünümünün ardında bir ilim ve bilgi deryasıdır. İşinde çok duyarlı. Onun bu duyarlılarından sokak hayvanları da faydalanıyor. Kedileri beslediği gibi yaralı köpeklere de tedaviye gidiyor. İlçenin tek sobalı okulunda çalışmaktan mutlu. Projelerde ilçeye desteğini hiç esirgemedi. Kıdemine rağmen 18 yaşındaki bir gencin ideal ve heyecanı yüzünden okunuyor. Soyadını nüfus müdürü ilkler yazacağı yerde Ülker yazmış olmalı. Zira her şeyin ilkleri onda.

Son olarak da Emine’ye değineyim biraz. Bakmayın sessiz ve sakin durduğuna. Allah ona, aldığın işin sorumluluğunu üstlenince en iyisini, zamanında ve birden yap demiş olmalı. İki, üç ay olmadan her şeyi kavradı. İlk başlardaki tedirginliği uçup gitti. İşini sevdi ve dört elle sarıldı. Soyadının atıcı olması atmasından değil, her şeyiyle verici olmasından. Atıcı derken kendine almayıp başkası faydalansın diye atanlardan. Nezaket, saygı, iş bitiricilik gibi hasletler kendisine güzel yakışıyor.

Kısaca böyle benim tanıdığım temiz kalpli, iyi yürekli Köy öğretmenlerim. Severek yapmadığım işimden sevinerek ayrılırken beni üzen bu köy öğretmenlerinden ayrılmak oldu. Zira her biri hoş bir seda bıraktı bende. Allah hepsinin yolunu açık etsin. Daha iyi yerlerde çalışmayı, her nerede olurlarsa olsun, gittikleri yerlerde katma değer üretmeyi nasip etsin. Heyecanlarından bir şey kaybetmesinler. İnanın, bunlar bozulmadan, heyecanlarını yitirmeden düzgün ve imkanları olan okullarda çalıştıklarında o okulları uçururlar. Bu, iltifat değil, bir tespittir.

Son olarak bu senenin başında bir toplantıda iken beni arayıp “Hocam, ne zaman gelirsiniz? Sizinle görüşmek istiyoruz. Bizim bir sorunumuz var” dediklerinde bunların ne derdi olabilir, bu dertlerini nasıl çözebilirim yoksa bana isyan bayrağını mı açacaklar düşüncesiyle geldim. Bir öğle arası onları dinledim. Dertleri, öğle arasının uzunluğu imiş. Bunu kısaltabilir miyiz dediler. Tüm derdiniz bu mu dedim. Evet dediler. Varsın tüm derdiniz bu olsun. Oh be rahatladım. Yönetmelikte en az öğle arası kaç ise sanırım 45 dakika olmalı, kısaltın, gönderin dedim. Bir sevindiler bir sevindiler. Dedim, çocuğa balon verince çocuk sevinir. Sizin sevinciniz de buna benzedi. Küçük bir ihtiyacın giderilmesine bu kadar sevinilir mi dedim. Biz öyleyiz. Küçük şeylere seviniriz dediler. Odamdan güle oynaya gittiler.

Hasılı, yaşadığım müddetçe unutmayacağım bu öğretmenlerimi. Allah dert ve keder vermesin. Altından kalkamayacakları büyük yük vermesin. Allah gönüllerine göre versin. Onları büyüyüp yetiştiren anne ve babalarından razı olsun. Ben hepsinden razıydım. Allah da onlardan razı olsun ve hepsine selam olsun.

Tanıdığım Köy Öğretmenleri (1)

Birleştirilmiş sınıflarda çocuk okutan köy öğretmenlerini duyar ve bilirdim. Kulaktan dolma bilgiydi bendeki. Bir vesileyle köyde görev yapan köy öğretmenlerini daha yakından tanıma ve onlarla çalışma imkanı buldum. Onları tanımaktan da bahtiyar oldum. İyi ki varlar. Zira onlar il ve ilçenin uzaktaki neferleridir.

Tanıdığım ne kadar köy öğretmeni varsa, onlara dair olumlu izlenimle ayrıldım. Hepsi bin bir sıkıntı ve yokluğun içinde, eğitim ve öğretimin ileri uç karakolu mesabesindedir nazarımda. Azla sevinen, yokluğa razı olan, sıkıntı ve dertlere göğüs geren kişiler. Öğretmenlik fedakarlık mesleğidir ama bunlarda gördüğüm fedakarlığın da ötesi bir sevda bir tutku. Adeta kendilerini bu mesleğe adamışlar.

1-4 arası çocukları bir sınıfta okutmak, onları aynı potada eritmek, onları okumaya geçirmek; onlara edep, ahlak, görgü öğretmek, onların seviyesine inmek, veli ve mahalle halkıyla iç içe olmak, her şeyden öte okulun hizmetlisi, temizlikçisi, okulun açıp kapatanı olmak; yeri gelip kömürlüğü temizlemek, kalorifer ve soba yakmak, tamir yapmak, okulun ufak tefek ihtiyaçlarını kendi ceplerinden karşılamak, okul bahçesini düzenlemek, otları biçmek, çocukların kitaplarını getirip götürmek, yazışmalara cevap vermek... Hasılı okulun anası da onlar, babası da onlar, öğretmeni de onlar, müdür yetkilisi de onlar, ablası da onlar, ağabeyi de onlar. Tüm bu zorluklarının yanında çoğu tek öğretmendir, ıssız bucaksız, şehre uzak yerde bir başınadır ama yaptıklarına bakılırsa, tek kişilik kocaman birer ordudur.

Köyde olmalarına rağmen dünyadan, olup bitenlerden haberdarlar. Görgü, görenek, saygı, fedakarlık, özveri, diğerkâmlık gibi değerlerin hepsi kendilerinde mündemiç.

Tüm bu koşuşturmanın yanında yüzlerinden gülücüklerin eksik olmaması, ilçeye geldiklerinde sayıp sevmeleri, görmeden ve hal hatır sormadan gitmemeleri, gelirken ne buldularsa çam sakızı çoban armağanı misali, ellerinin boş gelmemesi, okullarına varınca karşılamaları, uğurlamaları, kendi yiyeceklerini paylaşmaları, çay ve kahve, kek ve kurabiye ikramları görülmeye değer. Arı gibi bal üreten cinsten hepsi. Bu kadar enerjiyi nereden buluyorlar bilmiyorum ama karşı tarafa verdikleri hep pozitif enerji. Problem olmadan çözüm odaklı çalışmaları, bulunduğu muhitin imkan ve imkansızlıklarını kabullenmeleri... Lügatlerinde hayır yok. Hep tamam vardır. Gerekçe ve bahane üretme yoktur. Hepsi sıfır km ve ideallerinden hiçbir şey kaybetmemişler. Tüm bu koşuşturmanın ötesinde öğrencilerini nasıl giydirebilir, onların ihtiyaçlarını nasıl karşılarım diye çalmadık kapı ve müracaat etmedik yer bırakmazlar. Ne imkanları var ne de ödenekleri. Hasılı köyün olmazsa olmaz ve vazgeçilmez her şeyleri onlar. Anneleri onları hizmet etsin, versin ama almasın diye doğurmuş sanki. Merkezdeki bir öğretmen ve okul yöneticisinden öte çok şey yapmalarına rağmen kendilerine devletin yönetim görevi olarak verdiği toplam üç saat ek derstir. Bu işi para için yapsalar, inanın yapılacak iş değildir.

Çocuk ve Torunların Hepsi Aynı mı?

Toplumumuzda büyüklerin, çocuk ve torunlarıyla ilgili "Hepsi bir hepsi aynı. Hiçbirini diğerinden ayırmam" dediklerini işitmiş olmalısınız. 

Baştan söyleyeyim. Hepsini aynı kefeye koyup hiçbirini ayırmam sözü çok iddialı bir sözdür, boyundan büyük laf etmedir. Pratikte karşılığı olmayan bu iddianın, öyle zannediyorum, çocuk ve torunlarda ayrım yapmıyorum anlamında insanların sığındığı bir gerekçedir. İhtiyaçlarını karşılamada, yeme ve içmede eşit davranılsa bile onlara aynı oranda sevgi duyulması mümkün değildir. Çünkü çocuk ve torunlar, büyüklere gösterdikleri ilgi ve alakaya, saygıya, söz dinlemeye, çalışkanlığı, yardımseverlik, büyük ve küçük oluşlarına göre sevgide ayrışırlar. Biri söz dinlemez, asi davranışlar içerisine giriyorsa, aileye hep sorun getiriyorsa, derslerine çalışmıyorsa haliyle daha az sevilir. Tersi çok sevmeyi gerektirir. Bu da doğaldır ve insani bir durumdur.

Yine bu toplumda eskiye oranla azalmaya başlasa da oğlan çocuğu ile oğlan torunları kızlara göre daha fazla sevilir. Soyumuzu devam ettirecek, bize bakacak gözüyle bakılır. Kız ve erkek çocuk ve torunlara dedeler harçlık verirken bile erkeklere torpil geçerler. Gizlice al şunu, diğerlerinin haberi olmasın derler.

Aynı şekilde oğlandan torun ile kızdan torun da aynı kefeye konmaz. Oğlandan gelen torunun ayrı bir yeri vardır, büyükbaba ve büyükanneler gözünde. Ne kadar eşit davranıyorum deseler de bilinçaltlarında gizledikleri kendilerini ele verebiliyor. Bu konuyla ilgili gözümle görüp kulağımla işittiğim bir anekdota yer vermek isterim:

Büyükbaba bir büyüğün yanında misafirim. Kendisi dini tedrisat yapmış, imamlık yapmış, Kur'an kurslarında Kur'an öğretmiş, beş vakit namazında ve dini yaşantısına duyarlı biri. Odada oğulları ve kızları var. Aynı zamanda oğuldan ve kızdan torunlar da var. Hoşbeşten sonra kızlarından biri, "Dedesi, Ettehiyyat duasını okusun da bir dinle. Ne güzel ezberledi. Haydi kızım, git dedenin kucağına, okuyuver de deden bir dinlesin" dedi. Küçük kız çocuğu dedesinin yanına koşarak duayı okudu. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun bundan sonra. Kızdan torunu okuduktan sonra dedeye düşen "Aferin torunum, ne de güzel ezberlemişsin" demek iken dede hiçbir şey demeden, çocuğa ödül olarak harçlık bile vermeden, kucağına oturan torununu iteleyerek "Benim torunum da okur" dedi ve oğlandan olan erkek torununu yanına çağırdı. Kucağına alarak torununa aynı duayı okuttu. 

Orada oturanlar aferinler çekti. Kısa bir sessizliğin ardından sağdan soldan konuşmaya yeltenecekler iken aynı duayı güzelce okuyan iki toruna yapılan farklı muamele, başkasını bilmem ama benim gözümden kaçmadı. "Kızdan olunca torun olmuyor mu?” dedim. Ben böyle deyince, dede "O da torun" dedi ama belli etmemeye çalışsa da yüz hattı değişti. Başka da bir şey diyemedi. Zira hoşlanmadı sorumdan. Çünkü ben yaptığı harekete karşılık onu can evinden vurmuştum ve içinde gizlediği bilinçaltını ortaya çıkarmıştım. O anda elinden gelseydi, ne diyorsun, benimle ne biçim konuşuyorsun böyle" diyerek beni bir kaşık suda boğmak isterdi. 

Ardından ortamda uzun süren derin bir sessizlik oldu.

Nice sonra kalabalık odada herkes yanındakiyle özel sohbet yapmaya başlayınca, kızdan torunun babası bana, "Nasıl fark ettin de böyle bir soru aklına geldi. Ben hiç düşünemedim" demez mi? Mübarek, adamcağızın yaptığı ortada. Hepimiz duyduk. Oğlandan torunla, kızdan torun arasında bal gibi ayrım yaptı. Üstelik senin çocuğu torundan bile saymadı. "Benim torun da okur" demesinin başka izahı olmaz. Buna boşta bulunup söyledi de denmez. Tek kelimeyle, içinde tuttuğunu bu vesileyle dışa vurdu dedim.

Evet, anlattığım bu anekdot bile "Hepsi aynı" denen torunlar arasındaki bariz ayrıma güzel bir örnektir. 

Çiçek Takdimi (2)

İlçede yeni göreve başlayan iki öğretmen vardır. Bunlar adına çiçek siparişi verilir. Yapılacak törende bir tanesine belediye başkanı, diğerine de ilçe mülki amirinin vermesi kararlaştırılır. Hangi öğretmene çiçeği kimin vereceği bilgisi de program sunucusuna iletilmek üzere okul yönetimine bildirilir. 

Akşam mesai bitimine doğru mülki amir, kendi vereceği çiçeği eski bir başka öğretmene vereceğini söyler. Bu durumda verilecek çiçeğin üçe çıkarılması, üçüncü kişiye de yani yeni göreve aynı gün başlayan diğer öğretmene de ilçe müdürünün çiçek vermesi yolu bulunur, iş tatlıya bağlanır. Bu durum sunucuya da okul aracılığıyla duyurulur. 

Belediye yetkilisi siparişi verdiği çiçekçiyi arayarak hediye çiçek sayısını üçe çıkarır. Çünkü çiçek ilçe dışından gelecektir.

Mesainin bittiği, herkesin evinin yolunu tuttuğu akşamında, mülki amirin, çiçeğin iki kişiye verileceğini, üçüncü kişiye verilmeyeceğini, bu işin devlet krizi haline getirilmemesi gerektiğini söylediği haberi gelir ve son nokta konur. Çünkü kim devlet krizi çıkarmak ister. Ama bilinsin ki aynı durumdaki öğretmenin birine verip birine vermemek uygun düşmez. En azından alınganlığa sebebiyet verir. Bu hassasiyet hatırlatılmasına rağmen emir demiri keser misali denilen yapılır ve okul tekrar aranarak üçüncü kişiye çiçek verilmeyeceği bilgisi verilir ve sunumda gerekli değişikliğin yapılması istenir.

Tamam, bu şekilde olsun olmaya. Çiçek değil mi, ha üç kişiye verileceğine, iki kişiye verilir ama bu işin bir de aması var. Çünkü çiçeğin kimlere verileceği bilgisi ilgili öğretmenlere duyurulmuş, salonda olmaları gerektiği bildirilmiş. Yeni göreve başlayan öğretmenler kendilerine belediye başkanı ve mülki amir tarafından çiçek takdim edileceği heyecanını yaşamaya bir gün öncesinden başlamış. Şimdi ikisinden birine sana çiçek yok nasıl denecekti. Hele bu öğretmenler bir de kadın öğretmense, bu durumda nasıl bir haletiruhiye yaşanacaktı? Bunu anlamamak zor değil. Ayrım yaptılar, bana çiçek vermeyi uygun görmediler demeyecek miydi? Ne olurdu, üç kişiye verilseydi. Bir öğretmenler gününde gönül almak gibi güzel iz bırakmak varken kendi gününde önce vereceğim deyip sonra vermeyeceğim demenin ne gibi bir izahı olabilir? Değer mi gönül kırmaya? Ha para kişinin cebinden çıkacaktır. Parası iki kişiye yeter. Bu başka. Sponsor kendisi değil, çiçek kendisinin değil. Sonra yoktan çıkarılan bu krizi devlet krizi haline getiren kim?

Mesele bununla kalsa iyi. Bir de verilecek hediyede belediyenin isim ve logosu olmayacak. Çiçekte de böyle. Hatta hediye paketinde de belediyeyi çağrıştıran logo ve isim yer almayacak hassasiyeti gösterilir. Bununla da yetinilmeyip hediyenin mülki amire gösterilmesi istenir. Hassasiyet güzeldir ama bu kadar kılı kırk yararcasına gösterilen hassasiyet biraz fazla değil mi? Madem böyle bir hassasiyet gösterilecek, bir başkası özellikle belediye bu hassasiyeti göstermiyor. O zaman tüm bu hediyeleri almak mülki amire düşmez mi? Çiçeği istediği şekil yaptırır, ambalajını ona göre seçer, kaç kişiye ve kimlere çiçek vereceğini belirler. Buna kim, ne diyebilir? Ama hediye başkasından, para başkasından, düşünce başkasından... hassasiyet tasası da mülki amire düşüyor. Nasıl bir duygu ki masraf, maliyet, planlama ve düşünme başkasından, hassasiyet kendisinden. Hasılı izahı zor bir durum var karşımızda. Bu neyin kafası ve nasıl bir kafa? Anlayabilen varsa beri gelsin.

Ertesi günü, öğretmenler günü programı için herkes salonda yerini almaya başlarken milli eğitimden yetkili biri, sunucunun yanına giderek sunum metnindeki hediye takdim kısmına göz gezdirir. Çünkü o kadar değişti. Bir yanlışlık olmasın. Geçmişte bu tür nice programlarda hediye faslı krizlere sebebiyet vermişti. Çiçek verilecek ve çiçeği verecek kişiler doğru imiş. Yine de sunumda gözden kaçan küçük bir ekleme yaptırmış. Yeni göreve başlayan öğretmenler adına falana çiçeğini belediye başkanı, eski öğretmenler adına da falana çiçeği mülki amir verecektir şeklinde. Kısaca “adına” ekletmiş. Yani birilerinin göstermediği hassasiyeti birileri alınmasın diye bir hassasiyeti gözetmiş.

Adına denmesine rağmen kendisine çiçek verilmeyen yeni göreve başlayan diğer öğretmen alınganlık göstermemiş mi? Göstermez olur mu? Kim olsa alınır ve kendisini dışlanmış hisseder.

Bana aktarılan anekdot bu şekil. İlave, çıkarım, abartı ve yalan varsa, vebali anlatanın boynuna.

Şimdi siz olsanız, bu çiçeği kaç kişiye verirdiniz? İki kişiye mi, üç kişiye mi? Şık olan hangisi olurdu? Bir de her şeye maydanoz olmak, her şeye inceden inceye ve olur olmaz burnunuzu sokar mıydınız? Takdir sizin. Yalnız üç kişiye verseniz, bir müddet sonra çiçek değil mi, unutulur giderdiniz. Bu şekil iki kişiye çiçek verince o kişi unutsa da kendisini çiçekten mahrum ettiğiniz üçüncü kişi sizi hayatı boyunca unutmaz. Önemli olan unutulmamak değil mi? Tercihinizi bu çerçevede bir kez daha düşünün.

Çiçek Takdimi (1)

Kişilerle hiç işim olmadı. Zira kişiler benim ilgi alanıma girmiyor. Bu yüzden yazılarımda kişi ve yer yoktur. Kişilerin yaptıkları, yapmadıkları, yapamadıkları, üslup ve konuşmalarını merkeze alırım. Çünkü kişiler söz, eylem ve üsluplarıyla sorun olurlar, sorun çözerler, karşı tarafa da bunlardan dolayı olumlu ya da olumsuz izlenim verirler. Olumlu izlenim verenler geride hoş bir seda bırakarak hayırla yad edilirken aksi durumda olanlar ise iyi anılmadığı gibi bulunduğu ortamın barış ortamını bozarlar. 

İyi örnekleri yazı konusu edindiğim gibi kötü ve şık olmayan örnekleri de yazı konusu edinirim. Bunu yaparken amacım, okuyucuya nasıl anılmak istersen, ona göre hareket et demek isterim. Aynı zamanda yazı konusu edindiğim kişiye yazımla, dıştan verdiğin görüntü ve imaj budur. Bunu beğeniyorsan, bu yolda devam et. Hoş görünmüyorsa ve bu yazıda kendini görüyorsan, hal ve hareketlerine dikkat et ve kendine çekidüzen ver demektir. 

İsim ve yer belirtmeden hareketlere dair izlenen bu yol, kırıcı olmadan, insan onurunu zedelemeden sonuç almaya yönelik dostane bir tavırdır. Tüm bunları yaparken kendimi "Büyük beyinler fikirleri, orta beyinler olayları, küçük beyinler kişileri konuşur" sözü gereği orta beyin olarak görürüm. Zira fikirlerle uğraşacak kadar büyük beyin sahibi, kişilerle uğraşacak kadar küçük beyinli değilim. Yani olay ve hareketleri irdeleyen ortada biriyim.

Bu açıklamalardan sonra küçük bir ilçede çalışan bir kimsenin anlattığı bir anekdota burada yer vermek istiyorum. Bakalım hareketi beğenecek misiniz? Beğenirseniz elinize fırsat geçerse siz de aynısını yapın. Beğenmezseniz, uzak durun.

Şimdi gelelim anekdota.

Bir öğretmenler günü arifesinde, ilçede görev yapan öğretmenlere, günün anısına ilçe belediyesi bir yemek vermek ister. Aynı zamanda her bir öğretmenin adının yazılı olduğu küçük bir hediye hazırlar. Belediye başka ne yapabilirim derken göreve yeni başlayan öğretmenlere hoş geldin çiçeği takdim etmek ister. Bunun için sorumlulardan yeni göreve başlayanların sayı ve isimlerini alır.

12 Ocak 2023 Perşembe

Bir Münazara Hali

Önce münazara ne demek, bunu bir hatırlayalım. "Bir konu üzerinde, belli kural ve yöntemlere uyularak yapılan sözlü tartışma". "Bir konuda karşıt görüşleri savunan takımların fikirlerini çarpıştırdıkları bir sohbet ve tartışma platformudur". "Bir münazara kapışmasının konusu, tartışılabilecek her şey olabilir; ancak ağırlıklı olarak güncel, sosyal ve siyasi meseleler tartışılabilir".

Alıntı yoluyla yer verdiğim münazara tanım ve açıklamasına ortaokul ve lise bitiren herkes aşinadır. Sınıfımız ya da okulumuzun yaptığı münazaralar hoşça vakit geçirdiğimiz yarışma türlerindendir. Burada savunacağımız ve destekleyeceğimiz tez ise doğrunun ortaya çıkmasından ve iyi olanın kazanmasından ziyade kendi takımımızın kazanmasıdır. Diyelim ki birinci tez, karın beyaz, ikinci tez ise karın siyah olduğudur. Bize de karın siyah olduğunu savunmak düşse, karın beyaz olduğu aleni iken bizim takım siyah olduğunu savunacağı için takımımıza destek vermek için karın siyah olduğu tarafta saf tutarız. Çünkü münazara bu demektir.

Dinen, siyaseten ve toplumsal olarak kutuplaştığımız hepimizin malumudur. Fikir ve düşünceler esir alınmış, bireyselliğin yerini toplumsal refleks hali almış durumda. Yani algılarla yaşıyor, algılar üzerinden savaşımızı veriyoruz. Söze ve sözün doğruluğuna değil, söyleyene göre hareket tarzımızı belirliyoruz. Her ne kadar ilim müminin yitiğidir. Mümin onu nerede bulursa alır" sözünü prensip edinsek de şu sıralar bizim yaptığımız söze değil, sözün kim tarafından söylendiğidir. Doğruluk şiarımız da budur. Buna bir örnek vermek istiyorum. Fakültede felsefe derslerimize Fahrettin Olguner girerdi. Bazen tahtaya uzun bir cümle yazar, yorumlamayı bize bırakırdı. Biz de o cümlenin ne kadar doğru olduğunu bir güzel açıklayarak sözü onaylardık. Onaylama ve yorumlama bittikten sonra Hoca, yazdığı cümlenin altına sözün kime ait olduğuna dair isme yer verirdi. Sözün Karl Maks'a ait olduğunu gören bizler aniden çark ederek şartlanmışlığımızı ve önyargımızı bir güzel gösterirdik. Çünkü Karl Maks bize göre iyi biri değildi, o bizim gibi düşünmüyordu. Fikirleri ancak bizi zehirlemek için olabilirdi. Bizim kendi doğrularımız ve doğrularımızı savunan fikir adamlarımız varken kendimizi bu komünistin fikirlerine teslim edemezdik. Kendimizi inkar gibi bir şeydi bu.

Fakültede de olsak, gençliğin verdiği heyecanla fikirlerimiz tam oturmamış ve olgunlaşmamış olabilirdi. Yaşadığımız bu çelişkiyi bir yere kadar normal görebiliriz. Büyüdük, gördük, geçirdik, olgunlaştık, yaş kemale erdi. Ama fakültedeki şartlanmışlığımızın aynen durduğunu ve yaşadığımız bu hâletiruhiyenin pek değişmediğini gözlemliyorum. Yani yaş kemale erse de aynı oranda beyin, zihin ve ruhumuz kemale ermemiş. Bu konuda “Ben eskiden ne isem, hiç değişmedim. Aynı durduğum yerdeyim” diyenler bu tespitime en güzel örnektir. Tüm bunlardan, ortaokul ve liselerde bıraktığımız  münazara halini bugün de hala yaşadığımızı çıkarıyorum. Münazaralarda biliyorsunuz, tezin gerçekliği değil, konuşmacıların tezlerini en iyi savunmak ve karşıt tezi çürütmek esastır. Pekala karın siyah olduğu tezi münazaradan galip çıkabilir. Yani hala doğrunun peşinde değiliz. Birilerinin peşine takılarak tarafımızı seçiyoruz ve doğru yanlış demeden baktığımız taraftan bakıyoruz dine, ekonomiye, topluma, değerlere, siyasete, hayata dair her şeye. Bu da ruhen gelişemediğimizin bir göstergesidir. O halde gelsin bir münazara konusu daha...