25 Şubat 2016 Perşembe

Yol kenarlarında yöresinin mahsulünü satanları nasıl bilirsiniz?**


Zaman zaman başka il ve ilçelere yolunuz düşmüştür. Kimini transit geçmiş,  kiminde de soluklanmışsınızdır. Şehrin girişinde ya da çıkışında yol kenarlarında o yöreye özgü ürünlerin satışının yapıldığı dikkatinizi çekmiştir.

Albenisi bazen durdurur alışveriş yaptırır. Çünkü: Doğaldır, tazedir, yöreye özgüdür. Aynı zamanda memleketine götüreceğin en güzel hediyedir.  Fiyatının makul olması da muhtemeldir. Çünkü her şey yerinde ucuzdur. Nakliye binmez. Bu duygu ve düşünceler içerisinde alışverişini yapar, yoluna devam edersin. Bazen de içimizde bir ukde kalır,  almadan geçer gideriz. Belki de zamanımız yoktur.

Sonunda alış veriş yapmadan geçip giden “Keşke durup alışveriş yapsaydım” diye bir pişman, alavere yapan ise bin pişman olur. Çünkü yörenin en ıskarta, en bayat, en kötü malının tezgaha konduğu ve kendi memleketindeki fiyatından daha fazlaya satın alındığı menziline vardıktan sonra ortaya çıkınca “Keşke almasaydım” pişmanlığı baş gösterir. Eve kadar getirip hamallığını yapmak da cabası. Yol kenarlarında satışı yapılan ürünler hep böyledir demiyorum. Tüm satış yapanlar kötü mal satıyor iddiasında hiç değilim.  Nasıl ki pazarcı esnafının hepsinin kötü mal satmadığı gibi. İstisnalar kaideyi bozmaz ama maalesef genel itibariyle durumumuz/görüntümüz/imajımız budur.

Örnek isteriz, örnek mi diyorsunuz. Bu sefer örnek anlatmayacağım. Zira, yine kandırılmışsın diyeceksiniz. Ben malumu ilan ettim. Bir çoğunuz bu zevki tatmıştır zaten.

Giden paradan ziyade insanın zoruna giden kandırılma duygusudur. Zaafından yararlanılmasıdır. Fırsatçılık yapmaktır. Kazanma hırsıdır. Değer mi üç günlük dünya için saf Anadolu insanını kandırmaya? İşin garibi bir yörede yaptığımız bu tür alışverişten sonra suçun ferdiliğinden ziyade çoğu zaman tüm bölge insanını kötüleyerek toptancılık yapıyoruz. Ne hakkımız var, tüm beldemizi kötülemeye/kötületmeye. Zaten müşteri ayağına gelmiş, pahalı da olsa alacak. Birinci sınıf mal satsan da gelip geçen hem senin hem de bölgen hakkında olumlu kanaatle ayrılsa ne olur?

Aslında bu tür yerlerde satış yapanlar gelip geçenlere bir defa vurur. Alan bir daha almaz. Temiz mal satsa da sürekli gelip geçen alışveriş yapsa ne olur? Sanırım bu tür satıcılarda; bu adam zaten buraya yeni geldi, nasılsa geçip gidecek, bir daha gelmez, ben her gün böyle 8-10 kişiyi avlasam bana yeter diye düşünüyor olmalılar. Eğer böyle düşünülüyorsa yazık gerçekten. Bu tür davranışlar ne insanlığa, ne hemşericiliğe, ne de Müslümanlığa sığar. Değer mi üç kuruş için ahiretimizi dünyaya/dünyalığa değiştirmeye?

Her bir meslek grubunun bağlı bulunduğu odası, derneği vardır. Kendi içinde denetleme  olmalıdır. Her meslek kendi içlerinde  çürükleri barındırmamalıdır. Nasıl ki meyve ve sebzedeki çürükleri sağlam olanlarına zarar vermemesi için ayıklıyorsak bu tür çürükler de ayıklanmalıdır. Sıkı ve ciddi denetimlerle her meslek temizlenmeye gitmelidir. Bu gidişle kimin kimseye maalesef güveni kalmayacaktır.


Gelin hep beraber teorideki dürüstlüğümüzü bir tarafa bırakalım. Pratikte dürüst ve güvenilir olalım. Namazımız, orucumuz kendimizin olsun. Bize bu ibadetlerin yansıması olan güveni verin zekat olarak… Çok mu şey istedik?.. 25/02/2016

04/03/2016 tarihinde Kahta Söz Gazetesinde "Çok şey mi istedik" başlığıyla yayınlanmıştır.

24 Şubat 2016 Çarşamba

T9’un azizliği*



T9’un azizliği

20/02/2016 tarihinde gazetemizde yayınlanan “ Cinayetlerden katliamlara” isimli  yazıma göz gezdirirken  gözüm, ikinci paragraftaki  Sonuç: Masun insanların hunharca öldürülmesi, geride gözü yaşlı, öksüz ve yetim kişilerin bırakılması, yaralananların özürlü ve sakat kalması...vs.”  cümlesindeki “Masun” kelimesine ilişti.

‘Masum’ şeklinde  olması gereken kelime, ‘Masun’ diye çıkmıştı. Toplumumuzun yapısında hemen karşı tarafın suçlama vardır ya, benimkisi de o türden. Gazetemizdeki redaktörün bir yanlışını buldum dedim içimden. Ardından gönderdiğim yazının kendimdeki orijinaline baktım. Yazımı düzenleyen/düzelten redaktörün suçu yoktu. Çünkü bendeki yazıda da ‘Masun’ şeklinde yazılmıştı. Halbuki ne de hazırlamıştım kendimi: Sayın hakimim ben masumum diye. Hasılı yanlış tamamen bana aitti. Burada masum olan gazetemizin redaktörü idi. Burada ben bir defa daha T9’un azizliğine uğramıştım. Yazdıktan sonra okumuş olmama rağmen görmeyince görmüyordu göz. Düzeltmeyi  sanaldan yapınca 25. kare dedikleri bu olsa gerek dedim. Çünkü beyin, saniyede 24 kareyi algılayabiliyorken 25.sinde sos veriyordu yine.
Zaman  zaman yazılarımı yazmaya toplu taşıma araçlarında başlarım. Mesafenin uzaklığına ve konunun durumuna göre yazımı bitiririm bu ortamda çoğu zaman. Eş-dost ile  haberleşme ya da mesajlaşmayı bu esnada ve bu ortamda iken hallederim çoğu zaman.
Önceleri yazılarımı cep telefonumdaki “Super note” adı verilmiş not defterine yazdım. Not defterinin bir sayfalık kapasitesi  küçük, yazılarım da uzun olunca 8-10 sayfalık bir yazı olup çıkıyordu. Sonra her bir sayfayı kopyalayarak e-posta adresime gönderiyordum. Nihayet bir gün telefonuma Word sayfası indirdim. Şimdilerde bu sayfaya yazıyorum. Otobüsün sallamasına aldırmadan… Yazıyorum yazmasına da yazdıktan sonra T9’un azizliğine uğradığımı nice sonra anlıyorum.
T9: "Text on 9 keys"in kısaltması . Yeni cep  telefonlarında hızlı mesaj yazmayı sağlayan sistem. Herhangi bir harf için 1,2,3 ya da 4 kez basmanız gereken yere bir kez basmak suretiyle yazmak istediğiniz kelime geliyor. Yazmak istediğin kelimenin yanında o tuşlarla yazılan diğer kelimelerin listesi de geliyor. Onlardan en doğru olanı seçmek gerekiyor. T9 dedikleri bu.
Gerçekten hızlı mesaj ya da Word dosyasında yazı yazmada kullandığımız bir sistem. Çoğu zaman her harfe basıp zaman kaybetmemizin önüne geçiyor. Yazarken istediğimiz kelime çıkınca keyfimize diyecek yok.  Buraya kadar sorun yok.
Sorun, mesajı ya da bir yazıyı yazıp gönderdikten sonra ortaya çıkıyor. Yazıyı okuyunca  yazdığım kelimenin başka bir kelimeye dönüştüğünü görüyorum. Sayın: satın, ve: be, Ali:sli, ama; sma…şeklinde  olup çıkmış.
Yine bir gün grubumdaki dostlarıma  “Hayırlı Cumalar” yazıp ‘Gönder’ butonuna bastım. Sonra telefonu cebime koydum. O değilden gönderdiğim mesaja bir baktım. Mesaj: “Hayırlı atmalar” şeklindeydi. Bunu nasıl becerdim diye düşünürken gözüm tuşlara takıldı, ‘Atmalar’ kelimesinin harflerine baktım; ‘Cumalar’ kelimesine tekabül ediyordu. Ben böyle düşüne durayım. Gönderdiklerim ne yaptı, ne kadar düşündüler kim bilir? Biraz da onlar düşünsün.
Evet T9 ile yazmak güzel olmasına güzel. Ama tamamen aklımızı bu akıllı telefonun akıllı haline terk etmemek lazım. Aklımızı kiraya verince o bizim kelimeleri istediği şekle dönüştürüyor. Tıpkı, aklımızı kiraya verdiğimiz insan ve grupların bizi istediği yere sürüklediği gibi. Sonra, çık işin içerisinden çıkabilirsen?..
Teknolojinin her türlü aracından, imkanlarından faydalanalım ama dizginleri elden bırakmayalım. Ne telefona ne de başkasına; asla aklımızı kiraya vermeyelim.

Bu yazıyı da yine T9 marifetiyle yazdım. Bundan sonra da aynı sistemden faydalanmaya devam edeceğim. Yazım ve imla hatalarım olursa şimdiden affola.
*24/02/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.

22 Şubat 2016 Pazartesi

Bir nesli yok ettik

Her devirde bu ülkede belli bir kesim ihya olurken diğer kesimler mağdur olmaktadır. Gücü elinde tutanların rakiplerini alt etmek ya da cezalandırmak için yürürlükteki mevzuatla oynamaları olağan hale gelmiştir bu ülkede. Yapılan mağduriyetler bazı zamanlar zulüm seviyesine çıkmıştır.

Bana bu ülkede yapılan en büyük zulüm nedir diye sorsanız katsayı adaletsizliği derim. Şimdi katsayı adaletsizliği mi kaldı. Bu da nereden çıktı diyebilirsiniz. Genelde unutkan bir milletiz. Amacım geçmişi kurcalamak değil. Gözden kaçırılan bir ayrıntıya dikkat çekmektir.

 1999 yılında genelde meslek liselerini özelde İHL'yi ilgilendiren bir katsayı zulüm ve komedisi uygulamaya kondu bu ülkede. Bir buldozer geçti üzerlerinden: Günahsız, masum, gepegencecik genç dimağların. Meslek liselerini yok etme ve okuyanlarını cezalandırma zulmü 2012 yılına kadar sürdü.

Zulüm bunun neresinde? Herkes kendi alanında okumak için yapılan bir düzenleme diyebilirsiniz. Burada bilgiye, bir zihniyete savaş açıldı. Ceremesini de zamanında eşit şartlarda yarış var düşüncesiyle bu meslek liselerine kaydolan masum öğrenciler çekti. O günün gücü elinde bulunduranları: “1999-2000 yılından itibaren meslek liselerine kayıt yaptıranlar ÖSS’ye girişte alanları dışında bir tercihte bulunurlarsa sınav çarpanı 0,3 olacak” deselerdi -haksızlık olsa da- kimsenin bir diyeceği olamazdı. Çünkü o yıl o okulları tercih eden durumunu bilerek tercih etti diyebilirdik. Fakat biz ne yaptık. Aynı anda bir düzenleme yaparak mevcut öğrencileri heba ettik. Harcadık. Hayata küstürdük. İçlerine kapandılar. Birçoğu hedeflerine ulaşamadılar. İşi o kadar büyüttüler ki, başka okullara nakil gitmesine bile izin vermediler. Nakil alan müdürleri de görevlerinden uzaklaştırdılar. Sonra bu çocuklar kimdi Allah’ın aşkına. Daha 18’ine bile girmemiş, hayatın cenderesinden geçmemiş, neyin ne olduğunu bilmeyen, çalışmaktan, yarışmaktan başka suçu olmayan taze dimağlardı.

Büyük bir çoğunluğu başarılı, hedefi olan öğrencilerdi. Eşit şartlarda yarıştırılsalardı belki de bir kısmı başaramayacaktı. Başarama nedenini katsayıdan dolayı mazeretini öne süremeyecekti. Ben o zamanlar Adıyaman’da görev yapıyordum. O dönemde sınava girip emsallerinin aldığı  tıp fakültesi puanından daha yüksek puan alan öğrencileri biliyorum. Bunlardan biri de Yasin’di. Ancak  Fen Bilgisi öğretmeni olabildi. 2010 yılında Konya’da bir okulda göreve başladığımda okulun Fen öğretmeniyle tanıştım. Biraz deşeleyince 99 yılının okul birincisi ve aldığı tıp puanıyla Fen Bilgisi öğretmeni olduğunu duyunca yeniden yaram depreşti. İçim burkuldu. Bu süreçte mağdur olan daha ne Yasinler, ne  Gülhanlar vardı. Kim bilir.

2012 yılından itibaren bu mağduriyet giderildi. Peki, o dönemin öğrencilerinin hakkını kim verecek? Bugün onlara Türkiye’nin en yüksek kademedeki görevini de verseniz memnun edemezsiniz. Onlar, bu işi yapanları Allah’a havale ettiler. Sadece O’nu vekil kıldılar. Bilesiniz.

Sonuç: Bir zamanların gözde okulları bu süreçte boğuldu. 4 yıldır katsayı kalktı. Ama hala bu okullar eski görkemli günlerine dönemediler. Görünüşe göre pek de belini doğrultacağa benzemiyor.

Yazımı  Prof. Dr. Abdullah TOPCUOĞLU’nun şu cümlesiyle  bitirelim: “Bir hekim hata yaparsa hasta ölür. Eğitimde hata yapılırsa toplum ölür.” Biz toplumdan geçtik, bir nesli yok ettik maalesef.18.02.2016

21 Şubat 2016 Pazar

Arabamdaki ses


-Ustam  geçen gün kış lastiklerini değiştirdik burada. Dönüşlerde bu arabanın sağ tarafından ses geliyor. Bir bak.
-Kış lastikleri takılınca olur. Bakmaya gerek yok.
-Geçen yıl da takmıştık ama ses yoktu.
-Geçen sene kar yağdıktan sonra takıldı. Şimdi daha kar yağmadı.

# Arabada sorun yok diye binmeye devam ettik sese rağmen... Kar yağdı ama ses yine eksilmedi. Hatta arttı.
***
 Sonunda tamirciye götürdüm sabahın erken saatinde. Usta halen gelmemiş.

Kalfası var. Arabanın sağından, solundan ses geliyor dedim. Arabayı şuraya çek ve çıkart” dedi. Arabayı çekip çıkarttım. Ustan gelince söyle. Yapacaklarını aha bu kağıda yazdım:
-Direksiyonda da  çekme var.
-Rot balanscıya götür. Bizlik işi  yok.
-Eyvallah.
***
Arabayı ustası halen gelmemiş, tamircinin tarif ettiği rot balanscıya bırakıp toplantıya gittim. Usta ardımdan telefonla aradı: “ Sağ üst tablası kırılmış, bilmem neresi eğilmiş, yenisi bu kadar, muadili şu kadar. Ben tamir yapmaya çalışacağım. Ayrıca balans yapılacak. En az 275-300 lirayı bulur. Tamirine başlayalım mı “ dedi. Tamirini yap dedim.

Toplantı bitimi gelip arabayı aldım.  Arabanın çalışmasını göstermek için beni yanına aldı. Şöyle bir tur attık. Bir bardak çay içip tamir  bedeli olan 275 lirayı ödedim:
- Arabayı tamirciye götürmene gerek yok. Yapılması gereken her şeyi ben yaptım.
-Araba çalışınca tak tuk ses yapıyor. Tamirciye bir göstereyim.
-Kış günü arabanın çalıştığına şükretmek lazım. Çalışırken her yerinden ses gelir. Bu normaldir.
***
Arabaya, gelen tak tak sesiyle birlikte  20 gün daha bindik. Daha doğrusu benim mahtumlar bindiler. Onların, arabadan ses geliyor sözüne kulak tıkadım. Öyle ya. Daha 3-5 yıldır binmeye başlayan benim çocuklar mı daha iyi bilir? Yoksa yılların lastikçisi, rot balans ustası, tamircisi mi bilecekti.
Yine bir gün arabadan hiç inmeyen ikizin ikincisi, babaannesini hastaneye götürme için evden çıktı. Real tarafında arabanın direksiyonu dönmez olmuş. Az sonra da araçtan çıkan bir duman, beraberinde   içinden aracın altına bir şeyler akar. Tarafıma açılan telefonla birlikte durumu tamircime bildirdim. Sonuç: Çekici marifetiyle aracın servise getirilmesine kara verildi. Araç; kayış koparmış, devir daimi dağıtmıştı.

Akşamına kadar bir uğraş sonucu aracımız  tamir edildi.
Bu kayış niye kopar? Hemen mi kopar sorusuna:
-Kayış çok önceleri kopacağım diye haber vermiş ama sizin haberiniz olmamış.
-Ne haberi?
-Arabadan tak tak sesler gelir. İşte o ses, kayışın kopacağının işaretidir. Sizin haberiniz olmamış.

Sonunda arabadan gelen tat tak sesinin;  kayışın: ‘Ben kopacağım’ sesi olduğunu içine sıkışmış 325 lira karşılığında öğrenmiş olduk.

Sizin de arabanızdan ses geliyorsa hiç merak etmeyin 325 lira karşılığında öğrenebilirsiniz.  Bu da benden size bir kopya. İyiliğimi unutmazsınız, umarım. İyilik bunun neresinde derseniz. Mübarek ben o sesin ne olduğunu öğrenmek için aylarımı verdim ve bana toplamda 600 liraya mal oldu.
***
En garibime giden de araca binmeden, bakmadan muayene etmeleri. Ha binip bir baksanız. Bu arabanın şu derdi var deseniz ne olur? Doktorlar sizi muayene etmeden şikayetinize göre ilaç yazsa ne dersiniz?
***
Ne zaman tamirciye gitsem, şuna bir bakın desem: “ Arabanın neyi var. Sen ne dersen biz oraya bakarız.” Cevabı alırım. Mubarekler! Ben 40’ından sonra araç sürmeye başladım. Ne anlarım ben neyi olduğundan. Sonunda yazlık-kışlık bakımını yapın, en azından yağını, suyunu değiştirin derim. Dediğim yerlere bakarlar. Diğer taraflar Allah kerim. Sonuç: Araç  duruncaya kadar yola devam.
***
Önce 8 yıllık zorunlu eğitim, akabinde gelen 12 yıllık eğitimle beraber maalesef sanayide çırak kalmamış. Ustalar mevcutla yetiniyorlar. Mevcut kalfalar ve ustalar bu işi bırakırsa arabalarımızı kim tamir eder. Tamirci bulursak kaça tamir eder, hiç düşündük mü?
Ha benimkisi Pazar Pazar felaket tellallığı...
  21/02/2016

20 Şubat 2016 Cumartesi

Cinayetlerden katliamlara*


 
            Gün geçmiyor ki; kan akmasın, bombalar patlamasın, terör eylemi, canlı bomba saldırısı olmasın, intihar eylemcisi ortaya çıkmasın, bomba yüklü araçlar infilak ettirilmesin.
            Sonuç: Masum insanların hunharca öldürülmesi, geride gözü yaşlı, öksüz ve yetim kişilerin bırakılması, yaralananların özürlü ve sakat kalması...vs.
            Kabil'in Habil'i öldürmesiyle aktı ilk kan yeryüzünde. Öldürür öldürmez de pişmanlığını duydu. Ama iş işten geçmiş, ok yaydan çıkmış, “Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürülmüştü” bir kere.
Ardından savaşlar yaptık mübareze usulü: Göğüs göğüse. Meydanlar okuduk birbirimize. Güç-kuvvet denemesi yaptık şu fani dünyada. Şecaat  ön plana çıktı bazen.
            Ne zaman ki ateşli silahlar çıktı; mertlik bozuldu. Ardından bombalar, atom bombası vb patlayıcıların hepsi insan öldürmek için icat edildi. Eski savaşlar bir iki saat içerisinde biterken şimdiki savaşlar yıllar yılı devam ediyor. Eskiden öldürülenlerin sayısı sayılabilirken şimdilerde toptan katliamlar  vasıtasıyla saymayı unuttuk.
Şimdinin modası da canlı bomba, intihar eylemciliği. Öldüreceği insanın kim olması önemli değil. Kalabalık yerler olsun yeter. Sabah uyandığımızda inşallah bugün bombalar patlamaz dedik. Eğer patlamışsa 5-10 kişi ölünce; iyi, şükür fazla değilmiş demeye başladık. Hepimiz ölümle burun buruna yaşıyoruz. 3-5 süper güç adı verilen sömürgeci devletlerin; oyuncağı, mantar tarlası haline geldi dünya. Kana doymayan devletlerimiz var. O devletler adına çalışan taşeron örgütlerimiz var. Aklını, beynini kiraya vermiş, canlı bomba olacak iki ayaklı insan müsveddelerimiz  var. Kalabalıkları havaya uçuracak malzeme, materyal ve insan(!) gücümüz de var. Her şeyimiz var. Geriye kaldı: Kan... Oluk  oluk kan akıtıyoruz. Kana doymadık gitti. Kimi, niçin, neden öldürüyoruz hesabı yapmıyoruz artık. Müslim’de geçen bir Hadis’de Peygamber Efendimiz “Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, insanlara öyle bir zaman gelecek, katil niçin öldürdüğünü, maktül de niçin öldürüldüğünü bilmeyecektir. Buyurmaktadır. Zaman işte bu zaman.
İlk kanı akıtan Kabil’i düşünüyorum da, bu günün insanından daha mertmiş. Kardeşi Habil’in yüzüne; “Seni öldüreceğim” demişti. Habil’i düşman bellemişti. Şimdiki vampirlerin düşmanı insanoğludur. İnsanlıktır.  A şahsına kızıyor. Hıncını  diğer insanlardan alıyor hem de sinsice. Kabil bir kişiyi öldürmüştü. Onun soyunu devam ettiren soysuzlarda ise sayı sınırı bile yok. Nedametse zaten olmaz. Çünkü öldürdükleriyle beraber kendi de gidiyor. Hem de pisi pisine. “Paranın dini imanı olmaz” derlerdi. Buna bir de terörün de dini imanı yok demek lazım.

Geçici dünyayı, hayatı paylaşamıyorduk nedense. İyi ki Allah Teala bizi fani yaratmış. Bir de ebedi olsak neler yapmazdık ki. Yeryüzünde taş üstüne taş bırakmaz. Nerede bir hemcinsimiz var. Yok edip geçer giderdik.  Bu canlı bomba olan eblehlerin; dini, imanı yok. Ahirete zaten inanmıyorlar. Müslüman, Hristiyan olamaz. Hiçbir dinin mensubu olamaz. Çünkü hiçbir doğru din ölümü emretmez. Ebedi alemin olduğunu düşünen bir başka cana kıyamaz. O zaman bu salakların bu dünyayı ebedi âlem  olarak görmeleri, yaşayabildikleri kadar dünyadan haz almak için çabalamaları gerekir. Fakat ne var ki insan görünümlü bu yaratıklar kendilerini de yok ediyorlar hem de daha baharlarında. Ne yazık ki “Yeryüzünde fesat çıkaracak, kan akıtacak birini yaratacaksın” diyen melekleri haklı çıkardı bu canavarlaşmış insan görünümlü beyinsizler.

Hangi inançtan, hangi meşrepten, hangi gruptan, hangi ırktan olursak olalım. Gelin hep birlikte bu  şemsiyemizi bir tarafa bırakalım;  önce insan olmayı deneyelim. Çünkü insan olmadan hiçbir inançtan olmayı biz beceremeyeceğiz. İnsan olalım ki içimizdeki bizden görünen iki ayaklı insan müsveddeleri ortaya çıksın. İnsan olamıyorsak bari dört ayaklı olalım. Çünkü el’an, “Esfeli safilin” mertebesindeyiz. Hayvanların daha aşağısı yani. Az bir gayretle onların seviyesine çıkabiliriz belki…
*20/02/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.

19 Şubat 2016 Cuma

Daha neler göreceksiniz neler!...



Otobüste okulunun müdüründen dert yanan iki öğrenciye kulak misafiri olur bir maarif müfettişi.

Öğrenci, arkadaşına:
-Bizim müdür ne biçim adam oğlum öyle!
-Ne yaptı ki?
-Odasına vardım. Yerinde oturuyordu. Ben gelince ayağa kalkmadı. Ne biçim müdür bu...
-...
Bundan sonra çocukları dinleyen maarif müfettişimizi dinleyelim:
-Arkadaşlar öğrencilerin sizden bu şekilde beklentileri var. Kalkıverin ne olur!..

Güler misiniz ağlar mısınız? Buyurun buradan yakın.

Halen okul müdürlüğü yapan arkadaşlara duyurulur. Görevlerinizden bir tanesi daha belli oldu. Hayırlı olsun.

Aslında müfettiş eksik bıraktı. Öğrenciyi ayakta karşıladıktan sonra kapıya kadar da uğurlamak gerekiyor. Oturma esnasında çayı ve kahveyi de eksik etmeyin sayın müdürlerim. 19/02/2016

18 Şubat 2016 Perşembe

Bu kız paranın kıymetini bilir


Geçen hafta seminer dolayısıyla bulunduğum bir otelde her akşam çay servisi yapan hamarat bir kız gördüm. Hamaratlığının yanında nazikliği ve kibarlığı dikkatimi çekti. Çalışmasından bu işi sürekli yapıyor ve işini de  severek yapıyor imajı edindim.

Yine bir akşam seminer bitimi otelin lobisinde kursiyerlerle beraber otururken adını bilmediğim kızımız çay getirdi. Oturanlardan biri, “Kızımız üniversitede öğrenci” deyince dikkat kesildim. Hangi okuldasın soruma “Hukuk son sınıf öğrencisiyim. Yarım dönemim kaldı” dedi.

Anlaşılan tatillerde fırsat buldukça çalışıyordu. Çalıştığına göre ihtiyaç sahibi olmalıydı. Böylesi yerlerde hiç kimse zevkine çalışmazdı hem de gecenin geç vakitlerine kadar. Hem çalışıyor hem de okuyor. İnsan yeter ki okumak istesin. Demek ki imkansızlıklara rağmen okuyabiliyor. Ekmeğini taştan çıkartıyor. Ailesine de yük olmuyor. Gözümde bir kat daha değeri arttı. Bu kız alın teriyle kazandığı parayı harcarken de tasarruflu harcar. Çünkü emek sarf edilerek kazanılan paranın kıymeti daha iyi bilinir. Helal olsun.

Yazıyı okuyunca ne var bunda. Böylesi değişik işlerde çalışan öğrenciler var diyebilirsiniz. Doğrudur. Fakat ben de nice insanlar bilirim parasızlıktan dolayı okuyamadım diyen. Yine nice insanlar bilirim üniversiteyi bitirdikten sonra her hangi bir yere atanamayıp evde bekleyen kişiler. Piyasada iş bulunsa da kolay kolay çalışmaya yanaşmayan. Niçin çalışmıyorsun deyince “İş yok” cevabı alıyorsun. Şurada şöyle bir iş var deyince de “Ben üniversite mezunuyum” diyen.
Aslında sadece ihtiyaç sahibi olan değil. Çocuklarımızı lise 3’den itibaren ve üniversite öğrencilik yılları yaz dönemlerinde bünyelerine uygun bir işte çalıştırmak lazım. Hem aile bütçesine katkıda bulunur. Hem de okul dışında gerçek hayatı öğrenir. Okul zamanı kazandığı parayı harcarken alın terleterek kazandığı için parasının kıymetini daha iyi bilir. Hem de her hangi bir işi öğrenmiş ya da işe yatkın hale gelmiş olur. Okul bittikten sonra mesleğine uygun atanamazsa en azından yatkın olduğu işte çalışabilir. Biliyorsunuz her yıl 2 milyona yakın öğrenci üniversite sınavına girer. İlk 200 bine giren öğrenciler iş bulacak bir bölüme yerleşiyor. Yani bu demektir ki, her yıl 1.800.000 gencimiz üniversiteyi bitirdikten sonra iş bulamazlar ordusuna katılıyor.

Çocuklarımız tatil dönemlerinde çalışsın derken her bir bireyin iş hayatında, geleceğinde B planı olmasıdır kastım. Bu gün çocuklarımızı yetiştirirken tek taraflı yetiştiriyoruz. 22-23 yaşına kadar okumaktan başka hiçbir iş yapmamış bir gencimiz bu yaştan sonra mesleğiyle ilgili çalışmaktan ziyade ne yapabilir. Hangi birimizin icra ettiği işle ilgili garantisi vardır. Dün Irak’da, bugün Suriye’de nice iyi işi olanlar, üniversite mezunu olanlar, devlette ya da özel sektörde iyi bir maaşla çalışanlar işlerini ve maaşlarını kaybettiler. Bugün aramızda  bir çoğu yok  bahasına çalışıyorlar. Bugün onların başına gelenlerin yarın bizim başımıza gelmeyeceğine dair bir garantimiz var mı? Maazallah bir savaş her türlü işimizi, aşımızı kaybetmemize sebebiyet verebilir.

Niyetim felaket tellallığı değil, bilesiniz. Geleceğimizin teminatı olan gençlerimizin sorumluluk almalarını istemekten ibarettir. Peki bugünkü eğitim sistemimizde bu mümkün mü? Maalesef mümkün gözükmüyor. Benim çalışsın dediğim yaş olan 11. Sınıftan itibaren çocuklarımız etüt, takviye ders, kurs almakla meşgul. Üniversiteyi kazandıktan sonra da KPSS’ye hazırlanmaya devam ediyor.

Esas hayat okulları bitirdikten sonra başlıyor haberiniz olsun. Allah kimseyi işsizlikle imtihan etmesin. 18/02/2016