19 Aralık 2015 Cumartesi

Öküz ve öküzlüğün tarihçesi

Öküzün ve Öküzlüğün Tarihçesi

Öküz dediğimiz hayvan, iğdiş edilen, ve öküz arabasını çekmeye koşulan bir hayvandır. Yani öküz hem erkek hem dişidir.

İnsanoğlu, kıvrak zekasıyla zaman zaman birçok problemin üstesinden gelmiştir. Geçmişte her işin beden gücüne dayandığı bir zamanda ekin ekmek ve tarlayı sürmek gibi her işte kullanabileceği  güçlü, kuvvetli ve dayanıklı birini aramış. Ortak akıl öküzde karar kılmış.

Her işe koşulacak hayvan bulunmuş bulunmasına ama. Bu işlere sürmek için öküzün ikna edilmesi gerekiyor. Bunun için de öküze, Dünya senin omuzlarının üzerindedir. Sen Dünyayı sırtlıyorsun. O kadar yükü taşıyorsun. Tarla, bağ, çubuk işleri sana vız gelir denmiş. Dolduruşa gelen öküz, kendisini bulunmaz Hint kumaşı sanarak her işe dört elle sarılmış. İnsanoğlundan tek şey istemiş: Ben her işi yaparım yapmasına ama ben aklımı kullanmayacağım. Dizginler sizde olsun. Beni her yere sürün. Sadece aklımı kullanmayı istemeyin. Nefret ederim aklımı kullanmayı. Bana sadece emredin. Kulunuz, köleniz olurum demiş.

İnsanoğlunun arayıp da bulamadığı şey. Tarih boyunca öküzü çift sürme, ekin ekme, yük taşıma, düven sürme başta olmak üzere her işe sürdükçe sürdü.  Yetinmedi; onunla ilgili onlarca atasözü de üretti. İşe yaramaz hale gelince de kesip etinden faydalandı. Tâ ki, teknolojiyi buluncaya kadar; sapla, samanla avuttu. Öküz nice sonra kullanıldığını fark ettiği zaman insanoğlu; traktör, biçerdöver gibi hızlı tarım aletlerini, kamyon vb. yük taşıyan araçları icat etti. Öküzle ortaklık bozuldu. Zamanında aklını kullanmayan öküz soluğu bir bir kasapta aldı.

İnsanoğlu teknolojiyle birlikte öküzü kullanmayı bıraktı. Fakat Şeytan'a pabucunu ters bildiren insanoğlu, birilerini kullanmaya alıştığından öküzün ölümüyle birlikte her işte kullanmak için hemcinsinden öküzlüğü icat etti. Dört ayaklısı kalmadığından iki ayaklısını buldu.  Bir de boynuzu yoktu. O kadar da olsun.

İki ayaklı öküzleri kullanmak için ağzına bir parmak bal çaldı. Onu belli makamlara getirerek mavi boncuk dağıttı. Sen bu makama layıksın. Aslında daha iyi mevki ve mevziler seni bekliyor. Ama bu verdiğim makamda  seni test edeceğim. Bakalım bana itaat edecek misin? Bu makamda kalmanın ve yükselmenin tek yolu; düşünmeyeceksin. Aklını kullanmayacaksın. Benim emir erim olacaksın. Bende senin gaza emirin olacağım. Bir dediğimi iki etmeyeceksin dedi. Bizim öküz hemen atladı. Efendim, siz ne derseniz ben onu yaparım, merak etmeyin. Çünkü ben bu makamda kalmak için gerekirse babamı bile asarım. Yeter ki bana güvenin. Yalnız ön planda her şeyi ben yapar görüneyim. Ben her türlü tehlike ve yükü sırtlanırım. Yeter ki ben makamda kalayım. Çünkü ben makama aşığım. Ben bu makam gücümle senin ayağına dolaşacak uçan kuşun bile yuvasını bozarım. Zira ben, makama aşık olduğum kadar emir veren amirlerime de aşığım. Hatta gözüne girmek için kraldan fazla kralcı bile olurum. Yalnız öküzün görevini yapacağım ama bana öküz derseniz zoruma gider. Bundan sonra bana muhterem deseniz dedi.

Makam sevdası o kadar gözlerini boyamıştı ki, göze girmek için aldı eline kılıcını. Salladı sağa sola rastgele. Kime salladığını bile göremedi. Çünkü aşkın gözü kördü. Baka baka, bakar kör oldu. Gözünün önünü göremedi ama bulunduğu yerden dünyaya açılma sevdasına takıldı. Öküz doğup öküz gideceğini düşünmeden.

Gördüğü tek şey, makam ve üst amiri onun için her şeydir. Amiri,  onun efendisidir. Ona asla karşı gelemez. Çünkü köleler efendilerine hep kul-köle olurlar.

İki ayaklı bu öküz, kullanıldığını ne zaman fark eder bilinmez ama bilinen bir şey var. Nasıl ki, insanoğlu ihtiyaç kalmadığından öküzle ortaklığını bozmuşsa, iki ayaklı öküz de ancak makamından alınınca kullanıldığını anlar.

İşin en acı tarafı nedir, biliyor musun.  Halihazırda öküz, öküzlük yaptığını bilmiyor . Bilse zaten öküzlük yapmazdı. Sadece bakıyor trene bakar gibi. En Büyük hayali; Bulunduğu yerden Dünyaya açılmaktır. Tek kusuru var: Görme ve anlama özürlüdür. Ama farkında değil. Hâlâ kendisini mükemmel sanıyor.

Öküzler ve öküzlük olduğu müddetçe yaralanmalar, horlanmalar, incinmeler olacaktır. Öküzler hiç olmazsa her işe koşularak  insanlığa uzun asırlar hizmet etmiştir. Etiyle de insanları beslemiştir. Öküzlük ise  ne yenir, ne de içilir. Görevi sadece öküzlüktür. 19/12/2015

16 Aralık 2015 Çarşamba

Hımar aşkı (mı?)


Sanal alem yerinde kullanıldığı takdirde faydalı olduğuna inanırım. Paylaşımların bir kısmı;
1. Bilgilendiren paylaşımlar,
2. Gülümsetirken düşündüren paylaşımlar,
3. Yönlendirici paylaşımlar,
4. Yediğini, içtiğini paylaşanlar,
5. Her anını ölümsüzleştirircesine poz veren paylaşımlar, (Ölüm anını kim çeker. Bilinmez. Burada en büyük sorun bu gözüküyor.)
6. Kuru, yavan, klasikleşmiş, sloganvari paylaşımlar,
7. Aleme nizamat vermeye çalışan paylaşımlar,
8. Güldüren, eğlendiren,  ilginç paylaşımlar,
9. Siyasi, STK, camia paylaşımları,
10. Aşk paylaşımları.
            Yani ne ararsanız var. Her türlü paylaşımın da alıcısı var. Biri  “her şeyi bulacağım bir yer neresi” dese “sanal alem” dense yanlış olmaz.
            Her türlü paylaşıma eyvallah. Ama farklı bir paylaşım türüne şahit oluyorum zaman zaman: İlânı aşk.
            Bu son paylaşım çeşitlerini görünce lise 3.sınıfta dersimize giren Mehmet DEMİRAY hocam aklıma geldi. Aşkı 3’e ayırırdı: İlahi aşk, insan aşkı ve himar(eşek) aşkı şeklinde.
          Hocamız, gençliğin genel geçer aşkını hımar aşkına benzetirdi. Yaşıyor mu yaşamıyor mu bilmem. Allah kendisine rahmetiyle muamele etsin. Şimdiki bu sanal alemdeki gönül ilişkisini, ilânı aşkı görse veya işitse ne derdi acaba? Mutlaka yeni tür bir aşkı sınıflandırırdı. Bu sanal alemde ilişkisi başlayan aşk türü -eski kafayım biliyorum ama- benim garibime gidiyor. Sizi bilmem. Tam okul çağında iyi bir gelecek için kendimi derslerime vereyim diyecekleri yerde en verimli çağlarında aklını kullanmak yerine duygularını akıllarının önüne geçiriyorlar. Hatta öyle ki, olmayan kişiler ayıplanır hâle geldi.
          Haydi bu işler oluyor. Cümle aleme duyurmak da neyin nesi. Biz hayayı imandan biliriz. Haya da mı kalmadı yoksa. Edep ya hû.  Allah'tan korkulmuyor. Kuldan da mı utanılmıyor artık. Öyle zannediyorum aklı bir karış havada oldukları için bunun farkında değiller.
           Gençlik şunu bilsin ki, sanal alem insanların damgalandığı yer. Bir kişi hakkında araştırma yapılacağı zaman insanların ilk başvurduğu ve ön bilgi edindiği yer sanal alemdir. Kişiliğimizi ortaya koyar. İnsanlar hakkımızda belgeli kanaat sahibi oluyorlar.
            Allah hepimize feraset versin. Anne ve babalara yardım etsin. Aklı bir karış havada olan, anne baba sözü dinlemeyen gençlere de aklını en iyi şekilde kullanmayı nasip etsin. 15/12/2015

Analitik düşünme ve eleştirel bakış

Olayları derinlemesine inceleme ve irdelemeyi bıraktık. Günübirlik yaşıyoruz artık. Eleştirel düşünce, eleştirel bakış ve eleştirel söylem ve eleştirel yazılara karşı tahammülümüz var mı?
Çoğumuz yeri geldiğinde, “Ben eleştiriye açığım, açık sözlü insanları severim. Eleştirilerin için teşekkür ederim.” Deriz demesine de; aslında eleştiri hoşumuza gitmez. Bizi eleştiren insana hemen mesafemizi koyarız. Bırakın eleştiriyi, farklı fikir ve görüş serdetmeye de tahammülümüz yoktur. Hemen o insanı; “-ci, -cı” diye damgalarız. Hakkında niyet okuyuculuğu yapmaya başlarız.
2002 yılında ameliyat olan babamın yanında refakatçi iken yan odada yatan kültürlü bir hasta ile zaman zaman muhabbet ettik. Günde bir kaç defa hastane koridorlarında adımladık, çömeldik birlikte. Konuşmalarından bir gruba bağlı olduğu anlaşılıyordu. Grubunu  övmeye başladı. Bir gün kendisine, “Kardeş, bağlı bulunduğunuz gruba saygım var. Fakat ben müntesibi değilim.” Deyince, “niye” dedi. Niyesini söylersem benden uzaklaşırsın. Grubunuza karşı saygım olmakla beraber bazı eleştirilerim var” dedim. “Olur mu, öyle şey. Ben eleştiriye açığım. Lütfen söyle,” dedi. Ben de nazikçe genel eleştirimi dile getirdim. Sonra ne mi oldu? Dostum bir gitti. Pir gitti. Günlerce görünmedi. Hastaneden taburcu olmuş. Vedalaşmaya bile gelmedi.
Üst’üne karşı veya kendini yakın hissettiğin camiaya karşı bir eleştiri yapmaya kalk. Görürsün gününü. En basitinden hemen mesafe koyarlar. Bir soğukluk meydana gelir. Kapı dışarı etmekten beter yaparlar. Rahmetli Süleyman UĞUR hocam'la lise hayatımda  bazı konuları konuşurken “Ama hocam bu haksızlık” dediğimizde, bize; “ Üst, daima haklıdır. Bilhassa haksız olduğu anlarda” derdi.
Yazılarımı takip eden dostlarım bilir. Bir konuda eleştiri ve tenkit yaparken asla; yer, şahıs belirtmem. Olayları kişiselleştirmem. Çoğu zaman kinayeli yazarım.  Kuş dilini kullanırım. Mizahi bir üslubu seçerim. Dilimin kemiği olmadığı için içime sinmeyen her konuyu kimin yaptığına bakmaksızın eleştiri konusu yaparım. Ben eleştirinin özellikle yapıcı eleştirinin, dost eleştirilerinin kişiyi mükemmelliğe götüreceğine inanırım. Şahsıma yapılan eleştiriler yüzümü kızartsa da dostumun benim iyiliğimi istediğine gönülden inanır, iyi ki böyle dostlarım var derim. Herkesi kendim gibi bilir. Başkasının da beni kendisi gibi bilmesini isterim.
Sanal alemdeki paylaşımlarım uzundur. Formata da çok uygun değil biliyorum. Paylaşımlarım duygu ve düşüncelerimin terennümünden ibarettir. Hiçbir zaman yazdıklarım doğru iddiasında değilim. Beğenileyim iddiam da yok. Beğenenlerin sayısı bir elin parmağını da geçmez.
Sanal alemde olumlu olumsuz görüş bildirmeyen bazı dostlarım özelde görüştüğümüz zaman; “ Abi, çok güzel yazıyorsun” şeklinde iltifatta bulunduklarına şahit oluyorum. Bir defasında bir dostum, aynı şekilde iltifatta bulundu: “ Abi, çok güzel yazıyorsun. Fakat ben beğenemiyorum, çünkü eleştiri alıyorum” dedi. “Mübarek, madem yazı hoşuna gitti. Niçin beğenmiyorsun” dedim. Bana o dostum ne dedi, biliyor musunuz?
Cevap: “ Senin 2 yıl önceki süreci eleştiren bazı yazılarını beğendim. Bana falan yerden ‘onun yazılarını nasıl beğenir, kendisine hiç yakıştıramadık' şeklinde haber geldi. Bu yüzden çekiniyorum.” Dedi. Buyrun buradan yakın.  Ben de yazılarım çok kapalı, sanırım anlaşılmıyor diye düşünürken dostumun söylediğinden sonra  yazılarım anlaşıldığına göre baya açık yazıyormuşum demek ki, demekten kendimi alamadım.
Sanal alemde okuyucusu bile olmayan yazılardan nem kapmak. Fikirden, eleştiriden bu kadar mı korkulur anlamadım gerçekten. Ama bir şeyi anladım: Bunu anlayamayan kendimin anlama özürlü olduğudur.
Bir söz de, yazılarımı okuyan ve beni sürekli takip eden, sanal alemde görüş serdedemeyen veya medeni cesaretini toparlayıp karşıma geçip yanlış yoldasın bre gafil diyemeyen, yazımı beğenen dostuma haber gönderen muhtereme söylemek isterim: Ey adını, sanını bilmediğim, kimdir diye sormadığım ve merak etmediğim muhterem!  Doğru bir şey yaptıysan, üzülme. Çünkü meyve veren ağaç taşlanır.  Ama bil ki, ikna edemediğin hiçbir doğrunda başarılı olamazsın. Doğrunu anlatmak için göğsünü gere gere gez. Rabbim yolunu açık etsin. Allah Maide süresi 105’te  “Ey İnananlar! Siz kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır, işlemekte olduklarınızı size haber verecektir.” Buyurmaktadır. Yok, yanlış bir iş  yaptığına inanıyorsan eleştirilere de açık ol. Gocunma. Dost/larımın arkasına saklandığına göre yaptığından utanıyorsun. Eğer böyle ise bu utanç sana yeter.
Yazımı; F. Barbarosoğlu’nın 14/12/2015 tarihli Yenişafak'ta çıkan makalesinin son bölümüyle noktalıyorum: “Analitik ve eleştirel bir yazı yazdım ve yazı dolayımından takdir ve teşekkür aldım diyenlerimiz var mı aramızda?
Efendim?
Küfredince yükselenlerin, toprağı öper gibi eğilenlerin yükselişinden haberdarız oysa.”  15/12/2015  

14 Aralık 2015 Pazartesi

Böyle insanlarımız da var

Bazen bir ihtiyaçtan dolayı arabamızı, evimizi ya da bir eşyamızı satmak zorunda kalırız. Satılığa çıkardığımız zaman ucuza kapatmaya çalışan fırsatçılarla karşılaşırız.

İlahiyatta öğrenciyim. Yıl 1990’dı. 2. el 4 tane koltuğu satmak için 3 tekerlekli bir nakliye kiraladım. Eski Garajın yanındaki Tellal Pazarına getirdim. Girişte bir alıcı beni karşıladı:
-30 liraya bana bırak.
-Bu koltuklar daha fazla eder.
-Az sonra gelirsen almam. Bu verdiğimi de vermem. Haberin olsun.


Tüm dükkanları dolaştım. Kimse fiyat bile vermedi. İlk alıcının verdiği  fiyattan daha düşük fiyatı bile teklif ettim. Ama nafile. Hiçbir esnaf yüzüne/yüzüme bile bakmadı.

Mecburiyetten tıpış tıpış ilk beni karşılayana vardım. “Ben sana ne söyledim. Git almam” dedi, diretti. Eve geri götürsem öyle zannediyorum 3 tekerlekli aracın nakliye parasını bile ödeyemeyeceğim. Adama, “ 30 değil, 20’ye bari al” dedim. Adam güç bela aldı.

Benimle birlikte bekleyen nakliyeciye parasını uzattım. “Almam kardeş, zaten yok bahasına gitti” dediyse de güç-bela alması için ikna ettim. Meğerse o çarşının özelliği, birinin fiyat verdiğine diğerleri fiyat vermezmiş. Sonradan öğrendim.  Meslek dayanışması, pardon fırsat dayanışması.


Fırsatçılarımız olduğu kadar nadir de olsa değerini fazlasıyla veren insanlarımız da var:

Yaşlı bir teyze mal sahibi olduğu arsasından kendi payına düşen  daireyi 30000 liraya satılığa çıkarır. Alıcısı çıkmaz. Verenler de en fazla 25000 lira teklif ederler. Teyze günlerce, aylarca müşteri bekler; istediği fiyatı verecek. Son çare değer biçilen 25000 liraya razı olma noktasına gelmiş. İşte bu esnada karşısına Rabbim birini çıkarır.
-Teyze, evini bana sat. Kaç lira istersin?
-Kuzum, ben 30 bine satacağım ama 25 bin veriyorlar.
-Teyze, senin evin 30 bin değil. 40 bin lira eder. Evini bana  40 000 liraya satar mısın?

30 bine satmaya dünden razı teyze, istediği fiyatı verselerdi neredeyse göbek atıp oynayacaktı. Rabbim karşısına 40 bini teklif eden birisini çıkardı. Sonunda teyze muradına erer, hâlâ ödemesi devam eden evini 40 bine satar.

Evi 40 bine alan kimse, teyzenin evinin kelepir fiyata kapatılmaya çalışıldığından haberdardır. Kendinin de parası yok. 20 bin babasından, 20 bin de  bir başka yerden borç alır. Teyzeye olan borcunu öder. Bir taraftan kooperatif ödemesini yapan yeni ev sahibi, diğer taraftan da diğer borçlarını ödemeye çalışır. Tek maaşlı ve maaşından başka geliri olmayan yeni ev sahibi zorlandıkça zorlanır. Hâlâ da kalan borcunu mütevazı bütçesiyle ödemeye devam ediyor.

Yeni ev sahibini tanıyor gibi yazıyorsun derseniz. Evet tanıyorum. Hem de en yakınımda mesai arkadaşım. 4 yıldır birlikte çalışıyorum.


Kendisinin pek anlatmadığı bu olayı örnek olsun diye karşınıza çıkardım. Bana benzemeyen bu yüz karasını tanıyasınız, bu ülkede böyleleri de varmış diyesiniz diye...


Sayısı az olsa da Yaradan’a şükür ki bu ülkede böylelerimiz de var.   13/12/2015


“Her devrim kendi evlâd/lar-ını yer" *

Yönetim şekli ne olursa olsun hiçbir devirde hiçbir otorite; aykırı ses, alternatif düşünce istememiştir. Hepsi en iyisini biz biliriz, yeni fikir ve görüşe ihtiyacımız yok demişlerdir. Onlara göre herkes güdülmeye hazır koyun olmalıdır.

Aykırı ses olursa ne olur? Aykırı sese, farklı düşüncelere her devirde farklı muamele edilmiştir:
1. Kellesinin vurulması,
2. Zindan/hapis hayatı,
3. Faili meçhul bir cinayete kurban gitme,
4. Dayak attırma,
5. İşkence,
6. Vatandaşlıktan çıkarılma,
7. Hain ilan edilme,
8. Sürgün ve zorunlu göç,
9. Dışlanma, ötekileştirilme; görevine/yazısına son verme,
10. Makam ve mevkiden indirme, istifa ettirme, tenzili rütbe,
11. İtibarını zedeleme,
12. Gözdağı verme,
13. Selamı sabahı kesme, yanından uzaklaşma,
14. 10. Köy...vs.
       
Rejimler ilk önce  yerlerini sağlamlaştırmak için muhalifleri susturur, onlara göz açtırmaz. Yukarıdaki seçeneklerden birini veya birkaçını birkaç muhalife uygularlar. Amaç, ardından gelecek aykırı ses/ler-i kesmektir. Ses kesilirse ne âlâ. Kesilmezse gerekirse ardından başka kurbanların da icabına bakılır. Rejim ve sistemler kana doymazlar. Yeter ki insanoğlu istesin. Kendi âlî menfaati için gerekirse en yakınlarını bile fedâ etmekten çekinmezler.

Rejimler hak etmeden gelir de adaleti tesis edemezse veya hak ederek gelir, kendini yenileyemeyip tekrarlamaya başlarsa... korku kendilerini esir alır. Tedbir almadığı takdirde nimetlerinden faydalandığı saltanatın altından kayacağını endişe eder. Bu yüzden elinden hiç sopayı eksik etmez. Gücünü de  tek ümit kaynağı destekçilerinden, fanatiklerinden, tetikçilerinden ve mutlu azınlığından  alır.

Sistem bir taraftan  muhaliflerin icabına bakarken  diğer taraftan bir paranoya hali yaşamaya başlar. Bu sefer kendi evlatlarını da yemeye başlar. Dün beraber yola çıktığı insanları teker teker öğütmeye başlar.

Ne demişlerdi: " Her devrim kendi evlat/lar-ını yer." 13/12/2015

* 01/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

9 Aralık 2015 Çarşamba

Bir hasta insan profili

5. Sınıf öğrencisiyim. Yıl 1975.  Dersimize o yıl gelen bir öğretmen girmekteydi. Astığı astık, kestiği kestik  birisiydi. Her halinden kendiyle de kavgalı biriydi.

Dersteyken çıt çıkarmak, ödev yapmamak, hele yaramazlık yapmak sınıftan kimsenin harcı  değildi. Ona rağmen şiddet eksik olmazdı sınıfta. 

Tahtaya kaldırdığı zaman sorduğu problemi yapamamanın cezası; kulağı, içinden kan gelircesine kıvırmak. Dikkatinizi çekerim, kulak çekmek değil. Hele sınıfımızda 2 kız öğrenci vardı; neler çekmişlerdi ondan. Kaç defa kıvırmaktan kulaklarının kanadığına şahit olmuştur sınıf. Çoğu zaman kulaklarının içine pamuk koyarak gelirlerdi. Başka cezalar da vardı elbette:
1.Çöpün yanında tek ayak üstünde bekletilmek, 
2. Sıra dayağından geçmek, 
3. Başka sınıftaki kardeşi getirerek problemi çözdürüp rezil etmek,
4. Problemi çözenin çözemeyelerin eline sopayla vurması,
5.Tekme, tokat,
6. Hakaret, küfür vs.

Aklımda kalanlar bunlar. Şimdi düşünüyorum da o adam öğretmen miydi gerçekten? Hayret ki ne hayret!

Yine bir gün dersteyiz. Şimdilerde esnaf, A şubesinden bir öğrenciyi öğretmeni, Kütüphanecilik Kolunun toplantısını haber vermek için sınıfımıza göndermiş. 
Öğrenci kapıyı açtı geldi. "Kapıyı vurmadan girdin" dedi girdi yavrucağa tekme tokat. Kapıya vurdum dediyse de anlatamadı meramını. Tokadın izinden kıpkırmızı oldu yanakları. "Çık dışarı, kapıyı çal da gel" dedi. Bizim gazi; çıktı, kapıyı vurdu, içeri girdi. "Ben gel demeden girdin" yine dayak. "Çık tekrar et bakalım." Kapıya vurdu, "gel" sesiyle beraber girdi içeri. Ağzını açıp derdini anlatamadan girdi çocuğa tekrar. Bu sefer ki suçu, ellerini cebine koymak. Tekrar sınıf dışına çıkardı, yeniden girmesi için. Çocuk dışarı çıktı. Kapıya vurdu, gel sesiyle beraber girdi tekrar içeri. Hayda... çocuğa tekrar tokatlar peşisıra gidip gelmeye başladı. Meğersem çocuk bu sefer, ellerini göğsünün üzerine koymuştu. Öyle ya koskoca öğretmenin karşısında eller göğüste kilitlenir miydi? Çocuğu tekrar dışarı çıkardı. Kapıyı vurdu, girdi içeri. Yediği sayısız dayak çocuğu yola getirmişti. Artık her şey nizami idi. Kapı vuruldu, gel dedi beklendi, içeri girildi, eller yanda, hazır ol vaziyeti alındı. Ha şöyle.. "Söyle bakalım şimdi" dedi. Bizim al yanaklı akranımız,  "öğretmenim, kütüphanecilik kolunun toplantısı 5/A sınıfında yapılacakmış. Öğretmenimiz kolda olanları çağırıyor" dedi. Görevi sona erdi. 

Öğrenci yediği dayakla birlikte boynu bükük bir şekilde, onuru zedelenmiş bir halde sınıftan ayrıldı. 

Zafer kazanmış, görevini yapmış  bir komutan edasıyla öğretmenimizin (!) yüzünde güller açtı. Ne de olsa 11-12 yaşındaki çocuğu yola getirmişti. Aslında daha da dövecekti. Fakat başka mazeret bulamadı maalesef.

Bu tavrın nasıl bir insan psikoloji olduğunu varın siz düşünün... Tımarhanelik adamı maalesef öğretmen diye göndermişler.

Darısı kendisinin başına... 08/12/2015

Heyecanları yok edilmiş bir nesiliz biz... Kimse kızmasın.

Yıl 1974 ilkokul 4. öğrencisiyim. Öğretmenimizin tayini çıkması sebebiyle A ve B sınıfları birleştirilerek A sınıfında ders görmeye başladık. Derse okul müdürü girerdi. Sınıf oturma düzeni küme  oturma düzeniydi.

Müdür çoğu zaman derslere gelmez. İki sınıf bir sınıfta boş beklerdik. Öğretmeni olmayan sınıf ne yapacaktı. Sınıftan bazıları sıralarından kalkar, orta yerde dolaşırlardı. Gürültü ise o biçimdi. 

Dersin boş geçmesi çokça olurdu. Sınıfın öğretmeni D. T. ara sıra sınıfa lutfeder gelir, sınıfın durumuna bakar giderdi. Hele şükür sınıf yerinde duruyor ve yok olmamıştı.

Bir gün yine öğretmen yok, sınıfta bekliyoruz. Sınıfın çoğu aralarda dolaşıp, koşuşuyor. Bense uslu uslu sıramda oturuyorum. İçimden bir ses, "Herkes ayakta, sen niye ayakta değilsin. Kalk bir de sen dolaş" dedi. Öyle ya, en büyük hayalimdi belki de. Bütün cesaretimi topladım, ayağa kalktım. Tam sınıfın ortasına ayaktakilerin yanına varırken dersin öğretmeni müdür kapıyı açtı. Herkes yerine kaçıştı. Orta yerde ben kalakalmıştım. Sırtımı dönüp yerime doğru giderken bir tekme ile irkildim. Gelen tekme müdürün sivri uçlu, siyah ayakkabısıydı. Yere kapandım mı hatırlamıyorum. Bir hafta boyunca o tekmenin acısını çektim. O acıyı yüreğime gömdüm; hiç kimseye söylemeden.

Kime söyleyeceksin ki? Anne-babaya mı? Yoksa devlete mi? O zamanlar ne alo 147 vardı, ne bilgi edinme, ne sağlık ocağına gidip rapor alma vardı. Müdür o günün ceberrut anlayışını temsil ediyordu. Anlayışımızda zaten hocanın vurduğu yerde gül biterdi. Tekme ve acısı geçti gitti. Aradan 41 yıl geçmiş. Bugün nereden aklıma geldi bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var. Bu olayın bilinç altıma işlediği. Ya o anki onurum...Yok olan öz güvenim. Bastırılmış duygularım. Katledilen heyecanım. Suçum neydi peki? 10-11 yaşında boş geçen bir derste ayağa kalkmak.

Öğretmene kızgın mıyım? Hayır. Bu yapılan muamele doğru mu? Hayır. İnsan hata yapar, ama gönül almayı da bilmeli değil miydi? Maalesef gönlüm de alınmadı. İncinen gururum da cabası tabi.

Öğretmene kızgın değilim ama acıyorum. Acıdım şimdi. Çünkü o da dayakla büyümüş. Böyle bir muameleyi yapan ancak dayakla büyümüştür. İnsanoğlu gördüğünü yapar. Kim bilir? Ne kadar dayak yemiştir zavallı! Bizim nesil az veya çok dayakla büyüdü; Cennetten çıkma dedikleri. Dayak yiyen büyüyünce dayak atar; bilinçli ya da bilinçsiz. Başka şansı yok. Dayak acziyetin tezahürüdür. 

Geçmişte zaman zaman istemeyerek  başvurduğum bu yöntem beni kendimden nefret ettirdi. Her bir yaptığım muameleden sonra nedamet duygum ağır bastı, kalbini ve gönlünü kırdığımın mutlaka gönlünü aldım, hatta özür diledim.

Tek temennim, dayakla büyüyen nesilden dayak yiyen bizler büyüdük. Ama özgüvenimiz yok oldu. Asla da geri gelmez... Eşeğe yapılan bu muameleyi azalttık. Bizden sonra yetişen her nesil bu işi daha da azaltacak. Gitgide yok olacak. Ardından kendinden emin, daha öz güven sahibi olan nesillerimiz yetişecek.

Bu vesileyle beni 4'e kadar okutan, her şeyiyle bize örnek olan Mustafa VAROL öğretmenimi hayırla yadediyorum. Bazı derslerde bize okuduğu bir kitabı vardı, can kulağıyla dinlediğimiz. O kitapta geçen bir Hayri Dede vardı; hikayenin kahramanı. O kitabın adı neydi bilmiyorum. Eğer öğrenirsem bu yaşımda o kitabı alıp okumayı isterim.

Kırmışsam bir gönül; affola. 

Şiddetsiz günler hepimizin olsun. 08/12/2015